Bu sene YAŞ hayli sancılı geçti. Bu yazıyı yazdığımda "mutabakat sağlandığı" haberleri geliyordu, isimler henüz açıklanmamıştı. "Mutabakat" sağlanmasının haberlere konu olması bile, Türkiye'de belli bir anormalliğin olduğunu göstermeye yetiyor.
Yetkinin tamamen sivil otoritenin elinde olmadığı bir ülkede sonuç itibariyle konumları "silahlı memur" olan askerler, halkın temsilcileriyle bilek güreşine girişebiliyorlar.
Tabii ki bu, bugünkü askerlerin suçu ve günahı değil. Kadim bir geçmişi, yerleşmiş bir geleneği var. Belki asıl bir 'teamül'den söz etmek gerekirse, askerlerin sivil siyaset üzerindeki vesayetlerinin kurumsallaşmasının doğurduğu uygulamalar dizisine bakmak lazım. Teamülleri geriden besleyen tarihî, toplumsal ve psikolojik faktörler var. Bugünün zümresel, idari ve politik çatışmalarını anlamak için çoğu zaman sosyal-psikolojinin imkânlarına başvurmakta zaruret var.
Geçen hafta İzmir'de haşemayla denize girdiği için B.P. isimli bir bayan tarafından feci şekilde tartaklanan Hatice Şenocak'ın maruz kaldığı olay, YAŞ toplantılarında yaşananların arka planındaki sebeplerin bir dışa vurumuydu. Asker karısı olduğu anlaşılan saldırgan B.P. şöyle diyormuş: "Hadi şunu boğalım. Örümcekler, utanmıyor musunuz denizi kirletmeye, Atatürk Cumhuriyeti'ni kirletiyorsunuz. Ben asker karısıyım, hiçbir şey yapamazsınız." (Zaman, 8 Ağustos 2010) Belli ki bir travma yaşayan öğretmen hanımın şikâyetini jandarma kaale almamış, saldırganı ifade vermeye bile çağırmamış. Bu, bize "sanık veya şüpheli" sıfatıyla ifadeye çağrılan komutanların mahkemeye gelmemelerini, haklarında tutuklama kararı çıkan üst düzey subaylara hiçbir şeyin yapılamadığı Balyoz Darbe Planı ve Ergenekon Davası'nda yaşananları hatırlatmıyor mu? Geçenlerde CNN Türk'e çıkan bir 'avukat' aynen şöyle bağırıyordu: "Elbette askerler hukuku, mahkemeyi takmayacaktır. Atatürk'ün devrim kanunları geçerlidir." Nihayet saldırgan asker karısı da, ülkeyi Atatürk Cumhuriyeti'yle aynileştirip ülkenin tümünü temellük ediyor. Bu hanımın bilinçaltındaki kabule göre, "ülke Atatürk'ündür, Cumhuriyet'i o kurmuştur; Atatürkçü olması dolayısıyla da ülke üzerinde tasarrufta bulunma hakkı ve yetkisi kendisine geçmiştir. Çünkü kendisi asker karısıdır, asker bu ülke rejiminin, Cumhuriyet'in koruyucusu ve kollayıcısı"dır, bunun kanunda bile yeri var (35. md.) Türkan Saylan ne demişti: "Asıl biziz. Biz istemedikçe bu ülkede hiçbir şey olmaz."
Saldırgan B.P.'ye göre, Atatürk Cumhuriyeti'nin temel niteliklerinden biri bedenin açılmasıdır. "Dinin emri gereği avret yerini örtüp denize girmek isteyen öğretmen" ise bu görüntüsüyle denizi kirletiyor ve bu davranışından dolayı "utanmıyor!" Oysa Hatice Öğretmen, dininin kendisine öğrettikleri doğrultusunda Allah'tan ve insanlardan "utandığı" için bedenini örtüyor, asker karısı ise bunu "utanmazlık" sayıyor. Burada örtülü öğretmen ile saldırgan B.P. arasında hiçbir değer beraberliğinin kalmadığı açıktır; birbirlerinden tümüyle kopmuş durumdadırlar. Belli zümrelere mensup başı açıklar olabildiğince saldırgan olabilmektedir. Bir görüşe göre, süren başörtüsü yasağının bir sebebi de "başaçık asker eşleri"dir, onlar kocalarını yasak konusunda tavizsiz davranmaya sevk ediyorlar.
Sosyo-politik gerilimde 'korku unsuru'nun belli ölçülerde rol oynadığını düşünebiliriz. Ama çok daha önemli olan, askerlerin Osmanlı'dan bu yana devam edegelen bir devlet zümresi olarak, ülkeyi rejimi, toprağı ve ahalisiyle temellük etmeleridir. Osmanlı'nın klasik döneminde "devlet"in görevi "dini korumak"tı; Tanzimat'tan sonra "ülkeyi modernleştirme misyonu"nu üstlendi. Bunu da askerlerin başaracağı düşünülmüştü. Bu İttihat ve Terakki ve Cumhuriyet'le devam etti. 1960'lardan sonra toplumu dönüştürme/modernleştirme misyonunu toplum kendisi üstlenmek istedi. Askerler bu talebe kanlı bir cevap verdiler ve ülkeyi temellük ettiklerini ilan ettiler. Şimdi ne modernleşmeyi sağlayabiliyorlar ne de geniş toplumsal kesimlerin mücadelesini verdiği temel hak ve özgürlükleri anlamaya yanaşıyorlar.