31 Aralık 2010 Cuma

Genelkurmay'dan yeni yıl mesajı

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, Atatürkçü Düşünce Sisteminin rehberliğinde daima ileriye yürüme kararlılığıyla ulus hizmetinde üstlenecekleri görevleri yeni yılda da başarıyla yerine getireceklerine yürekten inandığını bildirdi.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hitaben bir Yeni Yıl Mesajı yayımladı. Orgeneral Koşaner’in mesajı şöyle:

"Türk Silahlı Kuvvetlerinin Değerli Mensupları,
Bir yılı geride bırakıp, ulusça birlik beraberlik içerisinde daha iyiye ve daha güzele ulaşmak adına tazelenen umutlarımızla yeni bir yılı karşılamanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Vatan ve millet sevgisi ile dolu yüreğimiz, çelikleşmiş bir azim ve iradeye dayanan gücümüz ve Atatürkçü Düşünce Sisteminin rehberliğinde daima ileriye yürüme kararlılığımızla yüce ulusumuzun hizmetinde üstleneceğimiz görevleri yeni yılda da başarıyla gerçekleştireceğimize yürekten inanıyorum.

Mutlulukların yurdumuzun dört bir yanını kuşatarak yüce ulusumuzun daha nice yılları huzur içinde karşılamasını temenni ediyor; Türk Silahlı Kuvvetlerinin değerli mensuplarının, emeklilerinin ve aile bireylerinin yeni yılını sağlık, mutluluk ve huzur dileklerimle kutluyor, Türk milletinin birlik ve beraberliği için canlarını feda eden aziz şehitlerimizi rahmetle, kahraman gazilerimizi de şükranla anıyorum."

Sürpriz buluşma

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’i ziyaret ettiği bildirildi.
CHP’den yapılan yazılı açıklamada, Kılıçdaroğlu’nun 30 Ağustos’ta Genelkurmay Başkanlığı görevine başlayan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’i kutlama amacıyla yaptığı ziyaretin, saat 11.00’de başladığı ve yaklaşık 55 dakika sürdüğü belirtildi. Kılıçdaroğlu ile Orgeneral Koşaner arasındaki görüşmenin, Genelkurmay Karargahı’nda yapıldığı kaydedildi.

TSK'dan Tasfiye Edilecek 823 İsim

Eski Kıdemli Yüzbaşı Mehmet Apaydın, "2003 yıllarında siyasete bir müdahale olacağını ve tasfiye edilecekleri biliyorduk." dedi ve ekledi, 'AKP'nin 6 ay ömrü kalmıştı...'

'Balyoz' planı, gerçekleştirilmesi istenen darbenin ardından bazı subayların da TSK'dan tasfiye edilmesini öngörüyordu. İddianameye göre, cuntacılar, 823 subay ve astsubayın isimlerinin bulunduğu bir liste hazırlamıştı. Söz konusu listede ismi bulunan askerler konuştu. Eski Kıdemli Yüzbaşı Mehmet Apaydın, "2003 yıllarında siyasete bir müdahale olacağını ve tasfiye edilecekleri biliyorduk." dedi.

2000-2003 yılları arasında 65'inci Mekanize Piyade Tugayı 4'üncü Bölük komutanı olarak görev yapan Kıdemli Yüzbaşı Mehmet Apaydın, Balyoz sanığı Tugay Komutanı Tuğgeneral Selim Erkal Bektaş'ın AK Parti'nin tek başına iktidar olmasını hazmedemediğini birçok toplantıda dile getirdiğini söylüyor. Bektaş'ın eğitim seminerlerinin sonunda siyasi iradeyi şiddetle eleştirdiğine şahit olduğunu aktaran Apaydın, "AK Parti hükümetinin 6 ay ömrü kaldığını söylerdi" diyor.

Tugay Komutanı Bektaş'ın darbeci söylemlerine karşı olumlu görüş beyan etmediği ve muhafazakâr bir kişiliğe sahip olduğu için hedef seçildiğini ifade eden Apaydın, Bektaş'ın kendisine, "Ben buradan ayrılmadan seni kapı dışarı edeceğim." dediğini belirtiyor. 2003 yılı başlarında Tuğgeneral Bektaş'ın sık sık İstanbul'da seminer toplantılarına katıldığını anlatıyor. Dönüşünde siyasi iradenin ülkeyi kaosa sürükleyeceğine yönelik konuşmalar yaptığını vurguluyor. O dönemde yeni bir28 Şubatsüreci yaşanacağı kanısının subaylar arasında yüksek olduğuna dikkat çeken Apaydın, Tugay komutanının kendisine itaat edecek subaylar seçerek yeni görevlendirmeler yaptığını söylüyor.

Yine aynı tugayda görevli olan ve Balyoz harekat planında sakıncalı olarak işaretlenen eski Üsteğmen Bülent Tekin, Balyoz seminerlerinin yapıldığı tarihlerde davet edilmediği özel toplantılar yapıldığını belirtiyor. O toplantıların içeriğinin eğitim seminerlerine yansıdığını kaydeden Tekin, "Subaylar arasında siyasi iradeye müdahale edileceği konuşuluyordu." diyor. Askerin psikolojik olarak darbeye hazır hale getirilmeye çalışıldığını ifade eden Tekin, Tugay Komutanı Bektaş'ın ülkenin bu şekilde yönetilmeyeceğini söyleyerek askeri etkilediğini vurguluyor.

1. Ordu Komutanlığı'na bağlı 66'ncı Zırhlı Tugay'da 2001-2007 yılları arasında astsubay olarak görev yapan Mehmet Ali Coşar, Balyoz seminerleri gibi birçok seminerin yapıldığını, bu çalışmaların askerî personel arasında normal karşılandığını savunuyor. Coşar, darbe planlarının hazırlanmasında derin devletin aktif rol aldığını iddia ediyor. Tugayın ihtiyaç halinde kullanılacak birliklerden oluştuğunu söyleyen Coşar, EMASYA birliklerinin 66'ncı Zırhlı Tugay'a bağlı olarak faaliyet yürüttüğünü ifade ediyor. EskiYargıtayCumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın sık sık tugaya geldiğini ve iktidar karşıtı konuşmalar yaptığını belirtiyor.

DENİZALTI ÜRETİMİ İÇİN KREDİ ANLAŞMASI

Türkiye'de üretilecek 6 adet denizaltı için 2 milyar 187 milyon 700 bin avroluk kredi anlaşmaları bugün imzalandı. Hazine'den yapılan yazılı açıklamaya göre, imzalanan anlaşma, Deniz Kuvvetleri Komutanlığının ihtiyacına binaen Türkiye'de üretilecek 6 adet denizaltının finansmanı amacını taşıyor. Anlaşma denizaltılar için, Bayerische Landesbank liderliğindeki bankalar konsorsiyumundan, 1 milyar 878 milyon 700 bin avroluk ihracat kredisi ile WestLB AG Londra Şubesi liderliğindeki bankalar konsorsiyumundan 309 milyon avroluk ticari kredi olmak üzere, toplam 2 milyar 187,7 milyon avro (yaklaşık 2 milyar 900 bin dolar) finansman sağlanmasını içeriyor.

Kırmızı Kitap değişti ama millî güvenlik kitabındaki tehditler aynı

Kamuoyunda Kır-mızı Kitap ve giz-li anayasa olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, geçen ay önemli bir değişimden geçti.

Daha önce düşman tanımı içinde yer aldığı ileri sürülen Yunanistan, İran ve Suriye bu kapsamdan çıkarıldı. Vatandaşı iç tehdit olarak gören irtica kavramı da Kırmızı Kitap'ın dışında kaldı. Yerine 'silahlı şiddet yanlısı' gibi somut ifadeler konuldu. Ancak söz konusu tarihi değişim liselerde okutulan milli güvenlik bilgisi ders kitaplarına hâlâ yansıtılmadı. "Türkiye'nin Konumu ve Çevre Ülkelerle İlişkiler" başlığı altında adı geçen ülkeler hâlâ dış tehdit olarak sunuluyor. İsrail'le ilişkilerin ise 'son dönemde karşılıklı yarar temelinde siyasi, ekonomik, bilimsel ve askeri alanlarda çok yönlü bir gelişme gösterdiği' vurgulanıyor. "Türkiye'ye Yönelik Tehditler" bölümünde de uzun uzun irticai faaliyetlerden bahsediliyor ve bunun ülke için büyük bir teh-dit olduğu yazıyor. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ndeki (MGSB) dış tehditler bölümünün, 'komşularla sıfır problem' çerçevesinde yeniden düzenlendiği iddia edilmişti. Buna göre, Yunanistan, İran ve Suriye'nin Türkiye için öncelikli tehdit olmaktan çıktığı belirtilmişti. İsrail'in de dış tehdit olarak gösterildiği öne sürülmüştü. Liselerde okutulan milli güvenlik bilgisi ders kitabındaki bilgilerle Kırmızı Kitap'ın içeriğinin çelişmesi, kitabın güncel gelişmeler ışığında yeniden yazılması gerektiği iddialarını gündeme getirdi.

Milli güvenlik bilgisi ders kitabının dördüncü bölümünde, Türkiye'nin komşuları ile olan ilişkileri tek tek ele alınıyor. Yunanistan'la ilgili kıta sahanlığı ve hava sahası sorunlarına, Fener Rum Patrikhanesi ve Heybeliada Ruhban Okulu meselesi gibi sorunlara değiniliyor. Kırmızı Kitap'ta ise Yunanistan'la yaşanan karasuları sorununun öncelikli tehdit olmadığı ve iki ülke arasındaki işbirliğinin vurgulandığı iddia ediliyor.

İran'la ilgili olarak, "Türkiye'nin Batı Bloğu içinde yer alması, Türki-ye'nin İran-Irak savaşında izlediği tarafsızlık politikası, İran'ın ülkemizi, 'devrim ihraç politikası' içeri-sinde görmesi gibi sorunlar iki ülke arasındaki yaşanmış temel sorunların kaynağını oluşturmaktadır." değer-lendirmeleri yapılıyor. Kırmızı Kitap'ın son halinde, İran'ın geç-mişteki gibi büyük bir tehdit olarak görülmediği öne sürülüyor.

Kitapta İsrail ile ilişkilerin yer aldığı bilgiler de güncellenmedi. Türkiye-İsrail ilişkilerinin son dönemde karşılıklı yarar temelinde, her alanda çok yönlü bir gelişme gösterdiği işlenen kitapta, "Bölgedeki şartların normalleşmesi durumunda, İsrail ile mevcut işbirliğimizin, Ortadoğu'daki diğer ülkeler için de örnek teşkil edeceğine inanılmaktadır." ifadeleri yer alıyor. Oysa Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nden sızan bilgilerde İsrail'in bölgede silahlanma yarışına girmesinin Türkiye'nin güvenliğini tehdit ettiği iddia edilmişti. İrtica da hâlâ ders kitabında

Milli güvenlik bilgisi kitabının "Türkiye'ye Yönelik Tehditler" alt başlığında uzun uzun irticaî faaliyetlerden bahsediliyor ve bunun Türkiye için büyük bir tehdit olduğu vurgulanıyor. Oysa Kırmızı Kitap'ta "irticai faaliyetler" gibi soyut kavramlar yeniden tanımlanıp somutlaştırıldığı ve "irtica" kavramının çıkarılarak yerine 'silahlı şiddet yanlısı terör örgütlerinin' konulduğu öne sürülüyor.

Balyoz'un ekonomi bakanı Dani Rodrik mi olacaktı? / ENVER ALPER GÜVEL

28 Şubat süreci sonrasında Türkiye'de estirilen Dani Rodrik rüzgarını da sorgulama ihtiyaç var. Merkez Bankası'na danışman olmasına, peşpeşe konferanslar vermesine şimdi kuşku ile bakıyorum. 'Balyoz' planının 'ekonomik' ayağı neydi, darbe sonrası 'ekonomi yönetimi' kimlere bırakılacaktı? Bunları merak ediyorum

Dani Rodrik. Harvard Üniversitesi'nde Refik Hariri Uluslararası Politik Ekonomi profesörü. Dünyanın en ünlü 100 iktisatçısından biri sayılıyormuş. Aslen İstanbullu...

Kod adı Balyoz Darbe Planı (Operation Sledgehammer) olan girişimin soruşturulması kapsamında "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini, şiddet ve cebir kullanarak ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçlamasıyla "bir numaralı sanık" olarak tutuklu bulunan eski 1. Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan"ın damadı. Eşi Pınar Doğan Rodrik de kendisi gibi Harvard'ta öğretim üyesi.

Kendi ifadesiyle, "Türkiye'nin demokratikleşmesini çok sorun ettiklerinden değil, sadece işin içinde eşi Pınar Doğan Rodrik'in babası olduğundan" dolayı Balyoz İddianamesi'ni kılı kırk yararak incelemeye başlıyor. Eşiyle birlikte inceledikleri kanıt ve belgelerde kendilerince tutarsızlıklar, sonradan eklemeler, sahtecilikler saptıyorlar. Ve sonunda hükümlerini veriyorlar. Ancak hükümlerindeki üslup, kendisi her ne kadar inkâr etmeye çabalasa da, ilk 100'de yer aldığı iddia edilen bir iktisatçı ve bilim adamı kimliğinin gerektirdiği 'akılcılık, soğukkanlılık ve nesnellik'ten çok uzak. Bilakis 'duygusallık, öznellik ve hezeyanlarla' malûl. Sahteci bir çete, sistem içerisinde varolan ve üzerinize resmen suç inşa etmek için çalışan, çok etkili ve korkutucu bir örgüt, bu iddianameye türlü eklemeler yapmış. Bu dava (Ergenekon Davası) baştan sakat. Daha da ötesi, 'bir kan davası'.

KORKU TEMELLİ ARGÜMANLAR
Böylece, 'sahteci çete' ve 'kan davası' gibi 'korku' temelli argümanlar üzerine bina ettikleri paradigmalarını, karşıt bulgularını, röportajlar, mektuplar ve "Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekler: Balyoz" adlı kitapları aracılığıyla kamuoyuyla paylaşmaya çabalıyorlar. Kendilerince 'gerçekler'i, 'cdogangercekler.wordpress.com' adresinde dillendiriyorlar.

Rodrik çifti, bütün çalışmalarında bu argümanlarını desteklemek için de muhataplarına 'iki kutuplu, iki karşıt ideolojiye dayanan bir dünya tasarımı' dayatıyorlar. Sanki bu kan davası, 'asker'i ve 'laikler'i tasfiye edebilmeyi tek amaç olarak benimsemiş bu 'sahtekâr çete'nin tahrifatlarından ibaret. Bu tasarımı kabul ettirebilmek için de konuyu tersinden ortaya koyma yönetimi benimsiyorlar. Şu ifadelere dikkat edin lütfen: "Balyoz'daki hukuksuzlukların benzerlerini geçmişte laikler yaptı. Sayın Başbakan'ın bir şiir yüzünden mahkûm edilmesi, parti kapatma davaları doğru değildi. Derin devletin varlığını reddetmiyoruz. Özellikle 1990'larda ülke menfaatleri için ya da şahsi amaçlarla orduda kimi subayların ya da sivil uzantılarının kanunsuz işlere bulaştığı konusunda elbette kaygılıyız. Demokrasi taraftarı birçok liberal tarafından da inandırıcı bulunmasından TSK'nın gereken dersi çıkarmadığını düşünüyoruz. Ordu, geçmişte muhtelif darbeler yapmamış, siyasi düzene kendi anlayışı doğrultusunda yön verme çabalarında bulunmamış, dezenformasyon kampanyaları yürütmemiş, bazı mensupları yasadışı işlere karışmamış olsa, Balyoz ithamları gülünç kalır, insanlar 'Canım, ordu böyle işler yapmış olabilir mi hiç' diye geçiştirirlerdi. Bu iddiaların doğruluğu üzerine yayın yapan medyanın bu kadar okuyucusu, savunucusu olmazdı. TSK, kendisini ve mensuplarını savunma çabalarında bu kadar aciz kalmazdı."

SAHTECİ ÇETE KİM?
Bu ifadelerin kabul edilmesi, doğal olarak 'asker'e karşı bir 'kan davası'nın, 'intikam'ın ve 'sahteci çeteler'in ortaya çıkmasına yol açacak koşulların varlığının da kabul edilmesi anlamına gelecektir. Böylece yılların demokratikleşme ve hukukun üstünlüğünü tesis etme, çoğulcu bir topluma ortam hazırlama çabaları bir kan davasına, intikam hırsına indirgenebilecektir. Katedilen bütün politik, ekonomik, sosyal ve hukuksal ilerlemeler 'askere ve laikliğe' düşmanlığın gereklerine indirgenecek, demokratikleşme ve hukukun üstünlüğünü tesis etme süreçleri bir anda değersizleşecek ve kirletilecektir. Bu, sonuçları itibarıyla hukuku siyasallaştırmaya çalışan, yargıya politik müdahaleyi davet eden, yargıyı politik otoritenin bir aracı olarak gören son derece bölücü, ürkütücü ve tehditkâr bir 'kurgu'dur.

Dani Rodrik ve Pınar Doğan, daha sonra, bu meş'um kurgularına destek bulabilmek için bazı liberal gazetecilerle irtibata girmeye çabalıyorlar. Ancak, yine kendi ifadeleriyle, aradıklarını bulamıyorlar. Dani Rodrik, bu nedenle, 'kurgularına' ve 'karşı iddialarına' sahip çıkmadıkları için, destek vermedikleri için Türkiye'ye ve Türkiye'deki liberallere 'kızgın' ve 'öfkeli'ler.

ELEŞTİRİ Mİ KARALAMA MI?
Foreign Policy'de, karı/koca 'Balyoz Darbe Planı İmal Edildi' başlıklı ortak imzalı bir yazı yayımlayarak Türkiye'deki liberal kesime ilişkin ağır eleştirilerde bulunuyorlar. Ancak sadece liberallerden şikayetçi değiller. 27 Eylül 2010'da The National Interest'de yayınladıkları 'A Turkish Tragedy' adlı makalelerinde AK Parti yanında 'Muhafazakâr-İslamcı' tabir ettikleri grupları da açık adres göstererek itham ediyorlar. Dani Rodrik, Wall Street Journal'da, 'Türkiye'de Demokrasi'nin Ölümü' başlıklı yazısında "doğduğu ülkeyi artık tanıyamadığından, yargının siyasallaştığından, Türkiye'de demokrasi'nin öldüğünden, Türkiye'nin bir korku, kirli oyunlar ve sahtecilik ülkesine döndüğünden, evkadınlarının dahi telefonlarda hassas konular üzerine sohbet etmekten kaçındığından, yurtdışındaki bazı entelektüellerin artık ülkeye dönmekten çekindiğini söylediğinden, bir başsavcının sadece AK Parti bağlantılı dinsel yapıları (orders) araştırdığı için tutuklandığından, kendisinin kayınpederinin tutuklanmasıyla gafletten uyandığından, yoksa bütün bunlardan bihaber kalacağından" dem vuruyor.

28 Şubat'ta Rodrik rüzgarının arkasında kim var?
Milliyet'te Devrim Sevimay'a verdiği röportajda ekonomik görüşlerinin kayınpederi tarafından da kabul gördüğünü belirtiyor ki, kapalı ekonomi modeline dayanan militer paradigma açısından bunda da bir tutarsızlık yok. Deniz Gökçe, Akşam'daki köşesinde 29 Şubat 2008'de "Dani Rodrik Yanılıyor" başlıklı bir makale yazmış. Yazısında Rodrik'in, 'Sermaye akımlarını engellemeliyiz' mesajı veren makaleler yazmaya başladığını, bir zamanlar oldukça bağımsız bir düşünürken giderek daha ideolojik bir yön aldığını, özellikle de ideolog Soros veya Stiglitz ekolüne yapışmaya başladığını vurguluyor. Ancak, hızla küreselleşen dünyaya açılan Türkiye Ekonomisi'nin yönelimi açısından bu görüşün kabul edilir yanı olmadığı açık.

Bu demokratikleşme sürecinin kesintisiz ve etkin işlemesi açısından, adalet mekanizmasının daha hızlı ve etkin işlemesi, şüphelilerin tutukluluk sürelerinin gereksiz yere uzatılmaması; tutuklamaların bir ön-infaza dönüştürülmemesi, delillerin teknik yönden geçerliliğinin ve sağlamlığının titizlikle incelenmesi gerektiği konusunda ise Dani Rodrik'e katılıyorum. Kayınpederleri suçsuzsa, Balyoz Planı'nda ıslak imzası yoksa ya da ıslak imza olup olmaması sonucu değiştiriyorsa... CD'lere sonradan eklemeler varsa... CD'lerin teslim edildiği savcılar ve davaya bakacak ve masum insanları zulümden kurtaracak ve hakkını teslim edecek 'Birkaç İyi Adam', emin olsun artık Türkiye'de de vardır.

Müsaade ederseniz bendeniz de bu vesile ile biraz 'kuruntulanmak' istiyorum: Şahsen, bir iktisatçı olarak, ilk 100'deki diğer '99' ünlü ve etkin iktisatçı hakkında Türkiye kamuoyunun her nedense hiç bir bilgisi olmamasına rağmen, 28 Şubat süreci sonrasında ve Türkiye'de estirilen Dani Rodrik rüzgarını da sorgulama ihtiyacı duyuyorum. Bu süreçte Damat Bey'in küreselleşme ve sermaye hareketleri konusunda müdahaleci politikalara kapı açan iki kitabının üst üste, 1997 ve 1999 yıllarında Türkçe'ye çevrilmesini, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'na danışmanlık hizmeti vermeye başlamasını (2000-2002), sık sık konferans ve panellere katılarak, röportajlar yapılarak kamuoyuna tanıtılmaya çalışılmasını, bu tanıtılma süreci boyunca damat olduğunun hiçbir şekilde gündeme gelmemesini manidar buluyorum. Kafalarımıza 'balyoz'un inmesinden sonra 'ekonomi yönetimi'nin hangi ellere teslim edileceği konusunda da soru işaretlerim var. 'Balyoz' planının 'ekonomik' ayağı neydi, darbe sonrası 'ekonomi yönetimi' kimlere bırakılacaktı, küreselleşen dünyadan ve AB'nden uzaklaştırılan bir Türkiye'de 'sermaye akımları nasıl kontrol altına alınacaktı' sorusuna bir iktisatçı olarak bir türlü tatmin edici bir cevap bulamıyorum. Evet, işte tam bu konuda içimde gerçekten garip şüpheler, kuruntular oluşuyor.

30 Aralık 2010 Perşembe

Postalını kaynatıp içmeliydi / Fatih Altaylı

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile yaptığımız röportajda, “lider ruhlu askerler yetiştirmeyi amaçladıklarını” söylemişti. Bunda ne kadar başarılı olduklarını bilemiyorum.

Piyasada gördüğümüz örneklerden yola çıkarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin aleyhine tek kelime etmek istemem.

Ancak arada öyle çürükler çıkıyor ki, içimizde kuşku uyandırıyor. Son örnek Albay Dursun Çiçek.

Suçlu mu, suçsuz mu bilmiyorum. Ona yargı karar verecek. Ancak kendisinin hal ve tavrını benim bildiğim, tanıdığım Türk askerine, Türk subayına yakıştıramıyorum.

Albay Çiçek, kendisini temize çıkaracak bilgi ve belgeleri ortaya çıkaracak olan kişi veya kişilere vermek üzere bir ödül koymuş.

Olabilir. Kendi bileceği iştir.

Ancak bu ödülü verebilmek ve yaşamını idame ettirebilmek için bir “yardım kampanyası” açmasını Türk ordusunun bir subayına yakıştıramıyorum.

Bir dilenci gibi ortaya çıkmasını içime sindiremiyorum.

Biliyorum ki, durumu zordur.

Maaşındaki kesintilerden dolayı geçim sıkıntısı çekiyor olabilir. Eşinin aldığı maaş ve kendi maaşından kalan bölüm, eskisi gibi geçinmelerine yetmiyor olabilir. Ama onurlu bir subay postalını kaynatır, çorba diye içer, yine de böyle bir şey yapmaz.

Benim Türk Silahlı Kuvvetleri’nden beklentim, hem eğitim hem de sonrasındaki eleme kademelerinde böyle bir yapıya sahip kişileri bu makamlara kadar yükseltmemeleridir.

Ordumuzun saygınlığını bunlardan daha fazla hiçbir şey zedeleyemez.

DENİZDE MAYIN İMHA APARATI BULUNDU

Çanakkale'nin Bozcaada ilçesi açıklarında, radarla tespit edilen mayın imha aparatı, Sahil Güvenlik ekiplerince denizden çıkarıldı. Alınan bilgiye göre, adanın güneydoğusunda yer alan Mermer Burnu açıklarında, radar cihazıyla yapılan kontrollerde metal bir cisme rastlandı. Karadan 150 metre açıktaki cisim, Sahil Güvenlik ekiplerince denizden çıkarıldı. Cisim, denizden çıkarılırken, patlayıcı madde olma ihtimaline karşı gerekli tedbirler alındı.

Karaya çıkarılan 4 metre boyunda 400 kilogram ağırlığındaki cismin, mayın halatlarını keserek etkisiz hale getirilmede kullanılan aparat olduğu belirlendi. Aparatın menşeinin belli olmadığı ve denizde sürüklenerek bölgeye gelmiş olabileceği bildirildi. Cihazın uzun süredir denizin altında olduğu ve kullanılamaz hale geldiği kaydedildi.

Balyoz iddiaları / Ahmet Altan

Türkiye tarihinin en önemli davalarından biri sürüyor.
İlk kez bir “darbe” geniş bir sanık kitlesiyle birlikte yargılanıyor.
Dava sürerken, Balyoz darbesine ait belgelerin emekli Orgeneral Çetin Doğan’la arkadaşlarını suçlamak için 2010 yılında “uydurulmuş” sahte belgeler olduğuna dair iddialar da sık sık dile getiriliyor.

Bu iddiaları özellikle Çetin Doğan’ın kızıyla damadı öne sürüyor, bu konuda bir kitap da yazdılar.
Onları bazen televizyonda da izliyorum.
Yaptıklarını sempatiyle karşıladığımı söylemeliyim, babalarını kurtarmak istemelerinden daha doğal bir şey olamaz.
Özellikle Doğan’ın kızını izlerken, aklımdan bir roman kurgusu da geçmiyor değil.
O genç kadının babasının suçsuzluğuna samimiyetle inandığını varsayarsak ve aslında kızın babası “suçlu” olduğunu biliyorsa, bunu bilmesine rağmen de kızının böyle konuşmasına izin veriyorsa, yarın darbenin gerçekten var olduğu kanıtlandığında ilişkileri nasıl olur acaba?

Suçlu baba, kendisinin suçsuzluğunu kanıtlamaya çalışan kızını izlerken neler hisseder?
Evlat, bunca savunduğu babasının aslında suçlu olduğunu anladığında ne düşünür?
Suçun kanıtlanmasından sonra ilk karşılaşmalarında ne konuşurlar?
Ondan sonraki ilişkileri nasıl olur?
Bir roman ya da piyes olabilecek kadar “trajik” bir yapıya sahip bu ilişki.
O genç hanımla eşinin konuşmaları bu açıdan da ilgimi çekiyor.
Ayrıca “açıklanmaya muhtaç bazı gariplikler” saptadıkları da gerçek.
O darbe planı yapıldığında var olmayan bazı kuruluşların isimleri o planlarda yer almış, bunu “belgelerin” sahteliğinin kanıtı olarak ortaya koyuyorlar.

Dün Alper Görmüş, onların bu iddialarına karşı savcıların iddialarını da yazdı.
Gerçeğin anlaşılması için o belgelerin yazıldığı bilgisayarların bulunması gerek ama o bilgisayarlar her nasılsa ortadan kaybolmuş.
Genellikle “belgelerin” sahteliği iddiasında bulunanların konuşmalarına yer veriliyor televizyonlarda.
Bir de bizim gördüğümüz belgeler var.
Binlerce sayfa.
Çetin Doğan’ın yaptığı korkunç konuşmanın ses kaydı var.
Diğer generallerin ses kayıtları var.

Çetin Doğan’ın, Balyoz Darbe planının kamuflajı olarak kullanılan “tatbikatta” Genelkurmay’ın emirlerine uymadığına dair belge var.
O sıralarda MİT Müsteşarı’nın Mustafa Balbay’a “Birinci Ordu darbeye hazır” demesi var.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özkök’ün, Çetin Doğan’a “Darbeye mi hazırlanıyorsun” diye sorduğunun bizzat Doğan tarafından açıklanması var.
Ve daha beteri, cami bombalayacak ekiplerin görev kâğıtları var.
O emir kâğıtlarında, 2003 yılında Birinci Ordu’da görevli subayların, astsubayların, çavuşların sadece isimleri değil sicil numaraları da yer alıyor.
Eğer o belgeleri biri daha sonradan, 2010 yılında hazırladıysa, bu hazırlayanın 2003’te Birinci Ordu’da bulunan neredeyse bütün personelin isimlerini ve sicil numaralarını bilebilecek biri olması gerekir.

Hukukta bir kural vardır.
Bir adamı cinayetle suçlarsanız, onun suçlu olduğunu kanıtlamak size düşer.
Bir adamı, bir cesedin başında elinde tabancayla bulursanız, suçsuz olduğunu kanıtlamak o adama düşer.
Birinci Ordu’da yapılan Balyoz planının binlerce sayfalık belgeleri, “el yazıları”, görev kâğıtları, çizilmiş krokileri, keşif raporları, konuşmaların ses kayıtları ortada duruyorsa, bunun darbe planı olmadığını kanıtlamak Birinci Ordu’nun o zamanki yöneticilerinin görevi.

O “hükümete yön verme” konuşmalarının, “ezeceğiz” laflarının ne anlama geldiğini anlatmak da o konuşmaların sahiplerinin işi.
Benim için hayati soru şu:
Camileri bombalayacak timlerin görev kâğıtlarını kim yazdı, kimin emriyle yazdı, 2003 yılında Birinci Ordu’daki bütün görevlileri isimleri ve sicil numaralarıyla bilecek kim vardı?

Bu kâğıtların yazılmasını emreden “general” Çetin Doğan değilse kim?
Orgeneral Doğan’ın suçsuzluğuna gerçekten inananlar varsa, onlar “gazetelerle polemik” yapmak yerine “gerçek suçlu olduğuna” inandıklarını ordu içinde aramalılar.
Doğan’ın yakınlarını sempatiyle izlesem de, aklıma sürekli bir roman kurgusu gelmesinin nedeni, konuşmalarını hep “ordu dışındakilerle” polemiğe ayırmaları.

Dönüp orduya hiç bakmamaları.

ALBAY ALDATILAN KOCAYI MAHVETTİ

Hem karısı tarafından bir albayla aldatıldı, hem hapse mahkum edildi, hem de aldatan eşe nafaka ödeyecek. Aldatan değil aldatılan mahkum edildi... İşte bu kadar da olmaz dedirten haber:

Karara itiraz edince 5 gün de hapse atıldı
“Eşlerin özel ve gizli alanları vardır” diyen mahkeme, aldatma görüntülerini delil saymadı. Hakim, çocuğun velayetini aldatan anneye verdi, baba karara itiraz edince hapse girdi

5 yıldızlı otel aşçısı S.Ö, kendisini Genelkurmay Başsavcılığı eski savcılarından emekli Albay Zekeriya Duran ile 3 yıl boyunca aldatan ve görüntüleri halen internette olan eşi Ş.Ö’den sonunda boşandı. Yaklaşık bir buçuk yıl süren davada S.Ö’nün başına gelmeyen kalmadı. Ankara 8. Aile Mahkemesi, dava “zina” kapsamında açılmasına rağmen çifti “şiddetli geçimsizlik” ve “aile birliğinin temelden sarsılması” kapsamında boşadı.

‘EŞLERİN GİZLİ ÖZEL ALANI VARDIR’
Mahkeme buna gerekçe olarak da “Eşlerin sadakat yükümlülüğü kapsamındaki evliliğin yasal yükümlülükler alanı, diğer eş için dokunulmaz değildir” dedi. Bu nedenle internet görüntülerinin delil olarak kullanılamayacağını belirten Mahkeme “Eş olsalar bile bireylerin birlerine karşı da bağımsız, özel ve gizli alanları vardır. Eş olmak tıpkı vücut bütünlüğünde olduğu gibi, manevi dünyada da özel olandan, sadece kişiye ait olandan vazgeçmek anlamına gelmez” değerlendirmesi yaptı.

ALDATILAN KOCAYI BİTİREN KARAR
8. Aile Mahkemesi’nin verdiği ikinci karar ise aldatılan eş S.Ö.’yü yıktı. Mahkeme, çiftin kızlarının velayetini, aldatma görüntüleri hala internette dolaşan anne Ş.Ö.’ye verdi. Duruşmada bu karara tepki gösteren S.Ö, “Kızımı böyle utanç verici bir şey yaşayan bir insana nasıl verirsiniz” dedi. Hakim Eray Karınca ise S.Ö’yü “mahkeme düzenini bozmaktan 5 gün hapis cezasına” çarptırdı. Daha önce eşini aldattığı ileri sürülen S.Ö’ye ayda 300 TL nafaka verilmesini kararlaştıran mahkeme, karar duruşmasında tedbir nafakasını kaldırdı ancak daha önce ödenmeyen nafaka S.Ö’yü icralık yaptı. S.Ö’nün maaşından yapılan haciz sonucu 2 bin 642 TL tahsil edildi.

‘Çubuklu bana baskı yaptı’
S.Ö. Başbakanlık’a gönderdiği şikayet dilekçesinde, Genelkurmay Adli Müşaviri Hıfzı Çubuklu’nun istediği ile 8 Temmuz 2009’da makamına gittiğini belirterek “Hıfzı Paşa, müstehcen CD’nin kendisine 1 ay önce geldiğini, kadını tanımadıkları için ve şikayetçisi olmadığı için bir şey yapmadıklarını söyledi. Ayrıca zinanın suç olmadığını, kadının iffetli olmasından dolayı İç Hizmet Kanunu, mevzuata göre bir şey yapamayacaklarını söyledi. Bazı yasadışı örgütlerin ve özellikle Fethullahçıların TSK ile uğraştığını, bu olayın da onların komplosu olduğunu, kesinlikle komploculara alet olmamamı, basına bilgi vermememi, TSK’yı yıpratmamamı, kimseyle bu konu hakkında konuşmamamı, askeriyeden başka birileri çağırırsa kesinlikle gitmememi söyledi” dedi.

Beni niye hapse attı?
Aldatılan eş S.Ö., kendisini 5 gün hapis cezasına çarptıran Hakim Eray Karınca hakkında Başbakanlığa yaptığı şikayette “Hakim Eray Karınca bana ‘artistlik yapma, kes sesini’ demesi üzerine ben de, ‘porno CD’leri olanları görmezlikten geliyorsunuz, onlara artist demiyorsunuz, bir de bana mı artist diyorsunuz? Ben zina yapmışım gibi davranamazsınız bana’ demem üzerine hakimin emriyle polis tarafından gözaltına alınarak nezarete götürüldüm” dedi.

S.Ö., evliliğini yıktığı gerekçesiyle emekli Albay Zekeriya Duran hakkında Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açtı. 17. Asliye, boşanma davasına bakan 8. Aile Mahkemesi’nin delil saymadığı aynı görüntüleri delil olarak kabul etti. Görüntüleri bilirkişiye inceletti, Duran ile Ş.Ö’nün 3 yıllık telefon trafiğini de TİB’den isteyerek dosyaya koydu.

Askere Kız Masona Ödül

Son Ergenekon iddianamesinde ÇYDD'ye bağlı kızlarla askerî okul öğrencilerini 'buluşturduğu' iddia edilen emekli Albay Aydın Ortabaşı, üst düzey bir mason çıktı.

Son Ergenekon iddianamesinde ÇYDD'ye bağlı kızlarla askerî okul öğrencilerini 'buluşturduğu' iddia edilen emekli Albay Aydın Ortabaşı, üst düzey bir mason çıktı. Sadece 33 dereceli 'biraderlerin' oluşturduğu Türkiye Yüksek Şûrası, kendisine geçen yıl, 'Masonik Hizmet Ödülü'nü de vermiş. Gerekçesi ise Gölcük ve civarında kız öğrencilerin eğitimi konusundaki hizmetleri. Şûra ile dernek arasında 'burs dayanışması' da ortaya çıkmıştı.

33 dereceli masonların yer aldığı Türkiye Yüksek Şûrası ile Ergenekon arasında bir bağlantı daha ortaya çıktı. Şûra'nın resmî adı olan Türkiye Fikir ve Kültür Derneği'nin, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve Çağdaş Eğitim Vakfı'ndan (ÇEV) bursları kesilen PKK'lı öğrencilere kucak açtığı belirlenmişti. Şimdi de, son iddianamenin sanıkları arasında bulunan emekli Deniz Albay Aydın Ortabaşı'nın, üst düzey bir mason olduğu anlaşıldı. İddianamede, ÇYDD'den burs alan kız öğrencilerle askerî öğrencileri buluşturmakla suçlanan Ortabaşı, Şûra'nın yönetimi altında bulunan 31 dereceli bir mason. Aynı zamanda locanın Yüksek Haysiyet Divanı üyesi. 2009 yılı Masonik Hizmet Ödülü'nün de sahibi. Yüksek Şûra tarafından verilen ödülün gerekçesi ise ilginç: "Gölcük ve civarında kız öğrencilerin eğitimi konusundaki hizmetleri."

Aydın Ortabaşı'nın adı, Kafes Eylem Planı, İrtica ile Mücadele Eylem Planı, amirallere suikast, Poyrazköy ve ÇYDD-ÇEV iddianamelerinde geçiyor. Yani iddia edilen Ergenekon terör örgütünün ilişki ağının tam ortasında yer alan bir isim. Kurduğu ilişkilerden kilit bir rol oynadığı anlaşılıyor. "Ergenekon" soruşturması kapsamında en son hazırlanan ÇYDD-ÇEV iddianamesinin 8 sanığından biri. 'Ergenekon silahlı terör örgütüne üye olma' suçundan 7,5 yıldan 15 yıla kadar hapsi isteniyor. Örgütün amaçları doğrultusunda, askerî okul öğrencilerini kontrol altına alabilmek amacıyla ÇYDD, ÇEV gibi yerlerden burs alan kızlarla tanıştırılması faaliyetlerinde bulunduğu iddia ediliyor. Daha önce haklarında dava açılan bazı sanıklardan ele geçirilen 'Nisan Bülteni' isimli belgede, "Aydın Ortabaşı, ÇYDD'den gelen parasal kaynakların miktarlarının Perinçek'in emirleri doğrultusunda artırılması.", "Aydın Ortabaşı'nın mezun ettiği kız öğrencilerin, yapının sivil tabanına daha hızlı kazandırılması için organizasyonlar yapılacak.'' şeklinde ibarelere rastlanmıştı. Bu belge de son iddianamede yer alıyor. Ortabaşı'nda el konulan bir başka belgede de, "Her erkeğe 1 kız şartı konuldu" notu yer alıyordu. Bir başka belgede ise Ortabaşı'nın referansı olarak gösterilen Sinan E.N. isimli askerle ilgili olarak, "Peşine taktığımız kızı hamile bıraktı, bebeği aldırdık." notu düşülmüştü.

Ergenekon'da adı geçen masonlar
Birinci Ergenekon iddianamesinde, örgütün gizlilik için masonik bir yapılanmayı örnek aldığı belirtiliyordu. Sanıklar arasında da çok sayıda mason dikkati çekiyor. Bunlardan biri, Aydın Ortabaşı gibi Yüksek Şûra altında faaliyet gösteren Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti üyesi Ümit Sayın. Fakat daha sonra istifa ettiği öne sürülüyor. Sayın'ın ünlü MSN yazışmalarında mason olduğunu ihbar ettiği bir isim de İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek. Sayın, Perinçek'in masonların 'çekirdek kadrosu'nda yer aldığını ve çok derin bir isim olduğunu anlatıyordu. Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün ve emekli Tuğamiral İlker Güven'in mason olduklarına dair belgeler iddianamelere yansıdı. Bunun haricinde emekli Orgeneral Hurşit Tolon'un da mason toplantılarında görüldüğüne dair bilgiler yansımıştı. Yine ilk iddianamede, Emin Gürses'le telefonda konuşan Şener isimli şahsın, sanıklardan Kemal Gürüz hakkında, "Mason, Demirel'in sağ kolu." dediği yer almıştı. Cumhuriyet Gazetesi'nin ölen Başyazarı İlhan Selçuk'un da 28 Şubat sürecinde mason locasında gizli toplantılara katıldığı ve darbe görüşmeleri yaptığına dair bilgi notları iddianameye girdi. Kemal Alemdaroğlu da Karaköy Rotary başkanlığı yaptı.

Solcu bir kişi nasıl Balyoz dostu olur? / Emre Aköz

Haksızlık mı ediyorum diye düşünüyorum bazen. Mesela geçenlerde kaleme aldığım, "Ordunun Solu" başlıklı yazıdan sonra da aynı şey oldu.

Neticede genci, yaşlısı bir sürü insan, gayet içten bir şekilde solculuk yapıyor. Orduyla filan ilişkileri yok. Hatta aralarında militarizme karşı olan birçok kişi var...

Ama sonra karşıma öyle örnekler, öyle bağlantılar çıkıyor ki... "Ordunun solu" diye bir zümre olduğuna emin oluyorum.

Mesela dün akşam yapılacağını öğrendiğin bir toplantı... (Bu satırları yazarken henüz toplantı yapılmamıştı.)

Toplantının hedefi Pınar Doğan Rodrik ile eşi Dani Rodrik'in iddialarını basına duyurmaktı.

Pınar Doğan, Balyoz Davası'nın bir numaralı sanığı olarak yargılanan emekli orgeneral, Birinci Ordu'nun eski komutanı Çetin Doğan'ın kızı. Pınar Hanım, ABD Boston'da ekonomist olarak çalışan bir akademisyen... Eşi Dani Rodrik de öyle...
***
Rodrikler bir süreden beri Çetin Doğan lehine propaganda yapıyor ve darbe suçlamalarının hayali, belgelerin sahte olduğunu ileri sürüyorlar.
Amaçlarına uygun olarak bir internet sitesi açtılar. Burada iddianamedeki ve basındaki suçlamalardaki çelişkilerin altını çiziyorlar.

Yani İngiliz gazeteci Gareth Jenkins' in Ergenekon Davası için yaptığının, tıpatıp aynısını Balyoz Davası için yapmaktalar.

Temel tezlerini şöyle özetleyebiliriz:

Suçlamalarda bazı çelişkiler var. Belgelerde bazı tutarsızlıklar göze çarpıyor... Bu da kuşkuların oluşmasına yol açıyor... Kuşku, sanık lehine bir olaydır... Çetin Doğan'a yönelik iddialar dayanaksızdır...

Pınar-Dani çiftinin böyle bir girişimi yapmaya hakları var elbette. Birisinin babası, diğerinin kayınpederi... Çetin Bey'in suçsuzluğuna inanmaları şaşırtıcı bir durum değil.

Ancak hayat bundan ibaret değil. Her türlü fikrin alıcısı var. Burada da durum farklı değil. Pınar ve Dani çifti çeşitli kesimlerden dostlar buluyor.
***
Örneğin dün akşamki toplantının destekçisi "solcu işadamı" olarak tanınan Osman Kavala...

12 Eylül'deki referandumda evinden çıkmayacağını belirten Kavala, boykot tercihini bize solculuk olarak sunmuştu kaleme aldığı bir yazıda.

Şimdi de böyle bir girişimle karşımızda!

Bu tavır bana çok tuhaf geliyor. Şu bakımdan:

Çetin Doğan darbe hazırlığı yaptı mı? Bilmiyoruz. Ona mahkeme karar verecek.

Biz (herkes) sadece eldeki verilerle yorum yapıyoruz.

Peki, nasıl oluyor da, askeri darbelerden en büyük zulmü görmüş kesim olan soldan, askeriyeyi ve uzantılarını böyle hevesle savunan insanlar çıkabiliyor?

Öyle ya... Seferberlik Tetkik Kurulu' nu... Özel Harp Dairesi'ni... 1971 darbesini... Erenköy işkence köşkünü... 1977 katliamını... Kenan Evren cuntasını iyi tanıyan bir kesimdir sol...
***
Bizzat yaşamasa da, hafızasında böyle yakıcı bilgiler olan bir insandan, "asker" dendi mi, şöyle bir durması beklenir.
O kurumun ideolojisi, eğitimi, topluma- siyasete bakışı köklü bir değişime uğradı mı ki "Çetin Doğan yapmamıştır" denebilsin?

"Darbe Günlükleri" metnini okuyan vatandaşlar arasında şaşıran var mı? "O kesimde böyle şeyler yapılmaz" diyebilen var mı?

Daha Eylül 2007'de, "Lahika-1" adıyla toplumu yeniden şekillendirme planı yapmadılar mı?
"Islak imzasıyla" birlikte ortaya çıkan 'Eylem Planı'nı ne çabuk unuttuk?
Ergenekon dostları zaten vardı. Balyoz dostları da var...
Ortanın Solu vardı, bu da Ordunun Solu işte!

27 Nisan bildirisini televizyondan öğrendik

Deniz Harp Okulu Komutanlığı’nı yürütürken ağustos ayındaki YAŞ’ta tarfi ettirilmeyince istifa eden emekli Tuğamiral Türker Ertürk ilginç iddialarda bulundu

Son olarak 28 Şubat’ı “korkunç bir hata” olarak nitelendirerek gündeme gelen Ertürk, Habertürk TV’de 27 Nisan bildirisini değerlendirdi.

Dönemin Genelkunmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın böyle bir açıklama yapmaya hakkı olmadığını dile getiren Ertürk, “Ben o zaman Karadeniz Bölge Komutanıydım, televizyondan duydum, şaşırdım. Böyle bir açıklama yapmaya hakkı yok komutanımızın. Sonunda ben de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetim piramidindeyim. Bana danışılmamış. Bazı arkadaşlarım bana dediler ki ‘Ya Türker, sen kendini çok ciddiye alıyorsun.’ Ben de ‘Ne demek ya? Böyle bir açıklama yapmaya hakkınız yok, ben müdahale ederdim’ dedim.”

Ertürk, o dönem Deniz Kuvvetleri Komutanı olan emekli Oramiral Yener Karahanoğlu’nun da olayı televizyondan öğrendiğini savunarak, “Genelkurmay Başkanımız, ne yazık ki belki ikinci başkanını yanına alarak böyle bir şey veriyor. Bu ordunun kendi içinde tartışmaya yol açmaz mı?” diye konuştu.

Tek bayrak! Tek millet! Tek vatan! Tek devlet!

Gül’ün Diyarbakır gezisi öncesi toplanan MGK’da, “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet” vurgusu yapılarak, “Türkçenin resmi dil olduğu gerçeğine karşı hiçbir girişim” kabul edilemez” denildi

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında 5 saat süren yılın son MGK toplantısının ardından yayımlanan bildiride, “tek bayrak, tek millet, tek vatan ve tek devlet” vurgusu yapılırken, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın iki dilli yaşam önerisi sert bir şekilde eleştirilerek, “Önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceği” belirtildi. Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) özerkliğe ilişkin taslağı için “toplumsal barışı hedef alan tahrik ve girişim” değerlendirmesi yapılan bildirinin Cumhurbaşkanı Gül’ün Diyarbakır seyahatinden saatler önce yapılması dikkati çekti. Son yılların en sert MGK bildirisine askeri kanadın hassasiyeti de yansırken, son dönemde aralarında gerilim yaşanan hükümet ile asker kanadının DTK’nın demokratik özerklik taslağına yönelik aynı sertlikteki tepkisi bildiriye de yansıdı.

Toplantı başlamadan önce Başbakan Erdoğan, MGK üyesi bakanlarla Başbakanlık Resmi Konutu’nda yaklaşık 2 saat süren bir toplantı gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanı Gül’ün DTK’nın demokratik özerklik taslağı ve BDP’nin iki dilli yaşam önerisinin hemen sonrasına denk gelen ve bugün başlayacak Diyarbakır gezisinde Kürt sorununun çözümüne ilişkin verebileceği mesajları etkileme olasılığı nedeniyle kritik önem taşıyan MGK toplantısından son yılların en sert bildirisi çıktı.

Asker ve sivilin ortak tepkisi
Genelkurmay Başkanlığı’nın da tartışmaların başladığı dönemde iki dilli yaşam önerisine karşı yaptığı “Son günlerde dilimiz üzerinde kamuoyunun gündeminde yer alan birtakım tartışmaların, cumhuriyetimizin temel kuruluş felsefesini kökten değiştirecek bir noktaya doğru hızla götürülmeye çalışıldığı endişeyle izlenmektedir” açıklamasının ardından asker ve sivil kanadı buluşturan MGK’da bu konuya ilişkin nasıl bir tepki konulacağı merakla bekleniyordu. Askeri kanadın hassasiyetlerinin de dikkate alınarak hazırlandığı öğrenilen bildiride, son dönemde çeşitli konular nedeniyle aralarında gerginlik yaşandığı bilinen hükümet ve askerin bu konuya tepkisinin aynı olması dikkati çekti.

DTK ve BDP’ye sert eleştiri
“Halkımızın her zaman ortaya koyduğu kardeşlik ve huzur içinde birarada yaşama kararlılığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve beraberliğinin en güçlü teminatı olduğunun altı çizilmiştir” denilen bildiride, isim verilmeden DTK’nın taslağı ve BDP‘li sözcülerin açıklamaları kastedilerek, şu ifadeler kullanıldı:

“Bu bağlamda, devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve toplumsal barışını hedef alan tahrik ve girişimlerin, milletimizin kardeşçe yaşama iradesi karşısında hiçbir sonuca ulaşamayacağına olan kat’i inanç bir kere daha vurgulanmıştır. Bu çerçevede, toplumda infial yaratabilecek ve demokrasiye, kişisel hak ve özgürlüklerin gelişimine, toplumsal barışa ve kardeşlik duygusuna zarar verecek yaklaşımlardan kaçınılmasının ve herkesin sorumluluk içinde hareket etmesinin büyük önem taşıdığına işaret edilmiştir. Bu bağlamda, ‘tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir.”

Terörün tasfiyesi aynı azimle sürecek
Bildiride yer alan, “Bu yaklaşımla önümüzdeki dönemde de devletimizin terörü ve onun beslediği ortamın tasfiyesine yönelik çok yönlü ve geniş kapsamlı her zaman olduğu gibi halkımızın sağ duyusu ve desteğinden alınan güçle ve taviz verilmeksizin aynı azim ve kararlılıkla sürdürüleceği teyit edilmiştir” ifadeleri PKK’nın genel seçimlere kadar uzattığı eylemsizlik kararına karşın devletin terörle mücadeleyi kararlılıkla sürdüreceği şeklinde yorumlandı.

Kıbrıs’ta devam etmekte olan BM müzakere sürecinin de ele alındığı toplantının ardından yayımlanan bildiride, ocak ayında BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un başkanlığında devam edecek müzakereler öncesi, Ada’da barış sürecine ilişkin Rum tarafını suçlayıcı ifadeler yer aldı. Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik’in Irak’taki son gelişmelere ilişkin brifing verdiği toplantının ardından yayımlanan bildiride, “Irak’taki son gelişmeler tüm boyutlarıyla değerlendirilmiş, 21 Aralık’ta yeni hükümetin kurulmasından duyulan memnuniyet kaydedilmiştir. Türkiye’nin her türlü desteği vermeye devam edeceği vurgulanmıştır. Bu kapsamda aynı zamanda terörle mücadeleye ilişkin Türkiye, Irak, ABD üçlü mekanizması sürecindeki gelişmeler gözden geçirilmiştir” denildi.

2011'de taktik silahlar konuşulacak / Fikret Ertan

İktidarının iki yılını geride bırakan ABD Başkanı Barack Obama'nın dış politikada fazla başarılı olduğu söylenemez. Başarılı olduğu birkaç konu elbette var.
Bunlardan birisi Rusya ile geçen nisanda imzaladığı, kısaca START diye anılan Stratejik Nükleer Silahların Azaltılması Anlaşması'nı geçen hafta Senato onayından başarıyla geçirmesi.

Esasen START'a Yeni START demek daha doğru olur; zira asıl START Sovyetler'in son günlerinde 1991'de imzalanıp yürürlüğe girmişti. Ancak, bunu yenilemek için sarf edilen çabalara rağmen bu anlaşma geçen yıl yürürlükten kalkmıştı. Bugün Yeni START denen son anlaşma işte bir bakıma hem bu anlaşmanın yerini alıyor ve hem de bunun ilerisine gidiyor.

Yeni START'a göre, taraflar ellerindeki stratejik nükleer başlıkları 7 yıl içinde bugünkü miktarlardan 1550'ye indirecekler. Konuşlu lançer denen füze atıcıların miktarı da 700'e kadar indirilecek. Bu indirimler de yeni mekanizmaları ile denetlenecek.

Obama'nın başarı hanesine yazılan bu anlaşma elbette sadece onun çabasıyla da izah edilemez. Anlaşmaya uzun süre muhalefet eden Cumhuriyetçilerin bazılarının taraf değiştirerek Demokratların yanında yer almalarıyla anlaşma 26 ret oyuna karşılık 71 oyla Senato'dan geçmişti. Cumhuriyetçiler de bu katkıyı bir şarta bağlamışlardı. Bu şart da Obama yönetiminin bundan sonra Rusya ile taktik nükleer silahlarda anlaşma için harekete geçme şartıydı. Esasen, bununla ilgili olarak Cumhuriyetçiler bir yan ya da ek kararla Obama yönetiminin taktik silahlar konusunda bir yıl içinde Rusya ile görüşmeye başlanılmasını talep etmiş bulunuyorlar.

Taktik nükleer silahlar malum iki nükleer dev arasında geçmişte hiçbir zaman gündeme gelmeyen, üzerinde konuşulmayan çok önemli bir konu. Bu silahlar 400-600 kilometre menzilli nükleer silahlar. Uçaklardan atılabildikleri gibi top ve füzelerle de hedeflerine sevk edilebiliyorlar. Bu silahlarda Rusya, Amerika'nın çok önünde bulunuyor. Yapılan tahminlere göre, bu silahlardan bugün Amerika'nın elinde sadece 500 kadar var; diğer yandan Rusya elinde ise 3.000-5.000 arası bir miktarın bulunduğu söyleniyor. Kısacası arada muazzam bir dengesizlik olduğu aşikâr.

Amerika bu silahlarının önemli bir miktarını NATO çerçevesi içinde Avrupa'nın savunulması amacıyla bu kıtada konuşlandırmış bulunuyor. Avrupa'da bulunduğu söylenen 150-200 kadar taktik silahın bulunduğu ülkeler tahminen şöyle:
Belçika-Kleine Brogel Hava Üssü (10-20 adet), Almanya-Büchel Hava Üssü (10-20 adet), İtalya-Aviano Hava Üssü (50 adet), İtalya Ghedi Torre Hava Üssü (20-40 adet), Hollanda-Volkel Hava Üssü (10-20 adet) ve Türkiye-İncirlik Üssü (50 adet).

Esasen, bu ülkeler topraklarında bulunan bu silahları çoktandır tartışıyor, bazıları bunların kaldırılması için zemin de yokluyorlar. Almanya bu yıl bu konuyu oldukça tartışmış; ancak herhangi bir sonuca ulaşamamıştı. Sonuçta, son NATO-Lizbon Zirvesi'nde Avrupa'da bulunan Amerikan-NATO taktik nükleer silahlarının olduğu gibi muhafaza edilmeleri benimsenirken NATO'nun nükleer caydırıcılığının geçmişte olduğu gibi gelecekte de aynen devam ettirilmesi üzerinde mutabık kalınmıştı.

Bu böyle ama Amerika alınan karar gereğince Rusya ile taktik nükleer silahları ve bunlarda yapılabilecek yeni düzenleme ile muhtemel indirimleri önümüzdeki yıl Rusya ile muhakkak konuşmaya başlama yollarını arayacak. Esasen, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton geçen nisanda Talinn'de yapılan NATO dışişleri bakanları toplantısında taktik silahları masaya getirmeye niyetli olduklarını açıklamış; ancak bu konuda Rusya'dan hiç ses çıkmamıştı. Bugün de çıkmıyor.

Bu çerçevede işin özü bize göre şöyle: Rusya son askerî doktrininde açıkça ortaya koyduğu gibi zayıflayan klasik askerî gücünü nükleer caydırıcılık doktrini ile telafi etmeye çalışıyor. Bu konuda da taktik nükleer silahlarına güveniyor, dayanıyor. Üstelik bu silahları daha da geliştirmek için yatırımlar yapıyor, araştırmalar yürütüyor ve halen bunlardan vazgeçmeyi de düşünmüyor. Bu silahlar bugün Rusya'nın hasım gördüğü ülkeleri hedef almaya da devam ediyor elbette.

Topraklarında Amerikan-NATO taktik nükleer silahları bulunan Türkiye 2011'de şu veya bu şekilde gündeme gelecek bu silahlar konusunda şimdiden hazırlanmalı, güvenliğini riske sokmadan kendi tezlerini muhakkak geliştirmeye başlamalıdır.

2011'in en önemli güvenlik konularından birisi olmaya bugünden aday olan bu konuda çok düşünüp taşınmalıdır. Bizden söylemesi...

İşte geleceğin asker robotları



Gelecek bilimciler, 21. yüzyılın ikinci on yılının "mekanik ordunun" yükselişine tanık olacağını, bu yükselişin özel ve kamu hayatını internet kadar sarsacağını söylüyorlar.
California'daki düşünce kuruluşu Gelecek Enstitüsü'nün başkanı ve gelecek bilimci (fütürolojist) Marina Gorbis, yakın zamanda robotların giderek artan bir biçimde, savaşlardan çalışma yaşamına ve hatta mutfağımızın düzenlenmesine kadar her şeye egemen olacağını belirtti.

Guardian gazetesinin haberine göre Gorbis, robotlarla insanların birlikte "yeni bir imkanlar dünyası" yaratabileceğine inanıyor.

ABD ordusu, "BigDogs" adı verilen, 4 ayaklı mekanik yük taşıyan bir robotun geliştirilmesine destek veriyor. Kendi sensörlerinin yol gösterdiği bu robotlar, tehlikeli arazide 150 kiloluk yükü taşıyabilecek güce sahip.
Havada ise robot sondalar, Afganistan'da hedefleri gözetliyor, uzaktan kumandalı helikopterler malzeme taşıyor.

-İNŞAAT İŞÇİSİ ROBOTLAR-
Giderek yayılarak etkilerini artıran robotlar, kısa süre sonra inşaat işine de el atabilirler. Güney Carolina Üniversitesi, bilgisayarların rehberliğindeki robotların inşaat yaptığı "Contour Crafting" adı verilen bir sistem geliştirdi. Sözkonusu sistemin, inşaat zamanı ve maliyetini yüzde 75 azaltabileceği belirtiliyor.

Güney Kore'de robotlar şimdiden dil derslerinde, kelimeler ve deyimleri defalarca tekrarlayarak öğretmenlere yardımcı oluyorlar. Diğer taraftan kendi kendine giden otomobiller üzerinde çalışılıyor.

-ROBOTLARIN İŞSİZLİĞE YOL AÇMA TEHLİKESİ-
Robotlar kaçınılmaz olarak insanların işlerinden de olmasına yol açacak. Gorbis, bu gidişatın gelişmiş ülkelerin büyük bölümünde gelecek yıllarda işsizliğin yüzde 10 civarında seyretmesi anlamına geleceğini söylüyor.
Gorbis'e göre, robotlar işçilerin yerini aldıkça, göçmen işçiler konusundaki tartışmada olduğuna eş, bir siyasi fırtına ortaya çıkabilir.

Bununla birlikte Gorbis, "Bir geçiş dönemindeyiz. Bu, tarımda makineleşmeye geçtiğimiz döneme benziyor. O zamanlar insanlar yeni işlere yöneldiklerinde bir yüksek işsizlik dönemi geçirilmişti" dedi.
Gorbis, çeşitli cihazlar ve senörlerin insan vücuduna girmesiyle insanların da muhtemelen daha robotsal hale geleceğini belirtti.

Anayasa Mahkemesi gerekçeyi açıkladı

Askere sivil yargı yolunu açan düzenleme iptal edilmişti

Anayasa Mahkemesinin, askerlere "Anayasal düzene karşı suçlar", "terör" ve "çete" suçlarını işlemeleri halinde sivil yargı yolunu açan düzenlemeleri iptaline ilişkin kararının gerekçesinde, Anayasada tesis edilmiş olan yargı düzeninde adli, idari ve askeri olmak üzere farklı yargı mercileri bulunduğu, askeri mahkemelerin görev alanının da 145. maddede açıkça gösterildiği belirtilerek, "Ceza Muhakemesi Kanununun 250.maddesinde belirtilen suçlarda asker kişiler bakımından Anayasanın 145.maddesiyle getirilen ölçütler dikkate alınmaksızın yapılan düzenleme anayasaya aykırıdır" denildi.

Anayasa Mahkemesi, askerlere sivil yargı yolunu açan 5918 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un, 7. maddesiyle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 250. maddesinin (3) numaralı fıkrasının değiştirilen son tümcesinde yer alan "... savaş ve sıkıyönetim halinde ..." sözcüğünün iptaline oy birliğiyle karar vermişti. İptal edilen bölümlerin yürürlüğü oy çokluğuyla durdurulmuştu.

Yüksek Mahkemenin bu kararının gerekçesi, Resmi Gazete’de yayımlandı. Kararın gerekçesinde, söz konusu değişiklik öncesinde, Anayasa Mahkemesinin ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümlerin yanı sıra askeri mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler de saklı tutulmasına karşılık, tümcedeki "hali dahil" ibaresinin "halinde" olarak değiştirilmesiyle Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın görev alanında değişiklik olmamakla birlikte, askeri yargı organlarının görevinin yalnızca savaş ve sıkıyönetim halleriyle sınırlandırıldığı, barış zamanında bu görevin adli yargıya verildiği belirtildi.

Böylece, bu maddede sayılan suçların askeri mahkemeler yerine özel görevli ağır ceza mahkemelerinin görev alanına dahil edildiği kaydedilen gerekçede, aynı zamanda suçların yargılamasının da Ceza Muhakemesi Kanununda gösterilen yönteme göre yapılmasının sağlandığı anımsatıldı.

Gerekçede, barış zamanlarında asker kişilerce işlenen bu suçlara ilişkin yargılamanın, suçun askeri nitelikte olup olmadığı, askeri mahalde ya da asker kişilere karşı işlenip işlenmediği veya askerlik göreviyle ilgili olup olmadığı konularında herhangi bir değerlendirme yapılmasına gerek bulunmaksızın doğrudan Ceza Muhakemesi Kanununun 250. maddesine göre görevli ağır ceza mahkemeleri tarafından 251. ve 252. maddelerine göre yapılacağı belirtildi.

-KOMUTANIN İŞLEVİ ORTADAN KALDIRILMIŞ-
Hazırlık soruşturmalarının da yine askeri savcılıklar yerine Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından bu suçları soruşturmakla ve kovuşturmakla görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca yürütüleceği ifade edilen gerekçede, şöyle denildi:"Bunun sonucunda, bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun öngördüğü suçların ihbarı, araştırılması, koruma tedbirlerine başvurulması, arama ve el koyma, tutuklamaya sevk gibi alanlardaki farklı kurallar uygulanmayacağı gibi, bu suçlara ilişkin soruşturma ve kovuşturmalarda komutanın işlevi ve Milli SavunmaBakanının savcıya dava açmak üzere emir ya da talimat vermesi olanağı da ortadan kaldırılmıştır.

Anayasa’da tesis edilmiş olan yargı düzeninde adli, idari ve askeri olmak üzere farklı yargı mercileri bulunmakta olup askeri mahkemelerin görev alanı 145. maddede açıkça gösterilmiştir. Bu maddede askeri mahkemelerin asker kişilerin, askeri olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askeri mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara bakmakla görevli oldukları belirtilmiştir.

Ceza Muhakemesi Kanununun 250. maddesinin (1) numaralı fıkrasında üç bent halinde belirtilen suçlarda asker kişiler bakımından Anayasa’nın 145. maddesiyle getirilen ölçütler dikkate alınmaksızın yapılan düzenleme Anayasa’ya aykırıdır. İptali gerekir."

Kanunun son tümcesinde yer alan "... halinde ..." sözcüğünün iptali nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan aynı tümcedeki "...savaş ve sıkıyönetim..." ibaresinin de iptali gerekeceği kaydedilen gerekçede, Başkan Haşim Kılıç’ın bu görüşe katılmadığı belirtildi.

Gerekçede, Kanunun iptal edilen "...savaş ve sıkıyönetim halinde..." ibaresinin, uygulanmasından doğacak sonradan giderilmesi güç veya olanaksız durum ve zararların önlenmesi ve iptal kararının sonuçsuz kalmaması için kararın Resmi Gazetede yayımlanacağı güne kadar yürürlüğünün durdurulmasına da Başkan Kılıç’ın karşı oyu ve oy çokluğuyla karar verildiği bildirildi.

17 bin TL tazminat ödeyecek

Büyükanıt Sağlar’dan Dolmabahçe tazminatı kazandı
Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile eşi Filiz Büyükanıt’ın açtığı tazminat davasında, Birgün gazetesi ile Fikri Sağlar, toplam 17 bin TL manevi tazminat ödemeye mahkum oldu.

Yargıtayın, eksik inceleme gerekçesiyle daha önce verilen kararı bozması üzerine Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesinde tekrar görülen davanın karar duruşmasına, tarafların avukatları katıldı. Hakim İlyas Oruç, davalı Fikri Sağlar’ın avukatı Türkay Asma’nın, mahkemeye sunduğu yazılı dilekçede, reddi hakim talebinde bulunduğunu söyledi.

Davacı Yaşar ve Filiz Büyükanıt’ın avukatı Levent Koçer ise "Davalı taraf, reddi hakim müessesesini davanın başından beri kullanmaktadır. Reddi hakim talebi davayı uzatmaya matuftur. Bu nedenle talebin reddini talep ediyorum" dedi. Hakim Oruç, ara kararında, talebin reddine karar vererek, duruşmaya devam etti.

Birgün gazetesinin avukatı Mehdi Bektaş, bilirkişi raporuna karşı itirazları bulunduğunu tekrarlayarak, "Yaşar Büyükanıt’ın eşi Filiz Büyükanıt ile ilgili başka belge olup olmadığının tekrar sorulmasını talep ediyoruz. Ayrıca gizlilik kararı olup olmadığının da sorulmasını istiyoruz" diye konuştu. Avukat Asma da reddi hakim taleplerinin yerinde olduğunu savunarak, bilirkişi raporuna karşı itirazlarını tekrar ettiklerini söyledi.

Hakim Oruç, ara kararında, avukat Bektaş’ın, davacılara ait başka bilgi ve belge olup olmadığı hususlarının sorulmasına ilişkin isteminin daha önce yerine getirildiği; diğer isteminin ise davayla ilgili olmaması gerekçesiyle
reddine karar vererek, duruşmaya devam etti. Esas hakkındaki diyeceği sorulan avukat Koçer ise önceki iddialarını ve beyanlarını tekrarladığını belirterek, davanın kabulüne karar verilmesini talep etti.

Avukat Bektaş da "Şirketimizin yapmış olduğu yayın hukuka uygundur. Gazetemiz yayınlamakla kamusal görevini yerine getirmiştir. Hakaret kastı yoktur. Bu sebeple davanın reddini talep ediyoruz" dedi. Avukat Asma ise müvekkili Sağlar hakkında açılan ceza davasının beraatla sonuçlandığını belirterek, "kişilik haklarına saldırı kastının bulunmadığını" ileri sürdü. Yargıtayın ilgili dairesi ve Hukuk Genel Kurulu’nun çok sayıdaki kararı ile bu tür davaların reddedilmesi gerektiğinin yerleştiğini ifade eden Asma, davanın reddini istedi.

Hakim İlyas Oruç, davayı kısmen kabul ederek, Fikri Sağlar ve Birgün gazetesinin, Yaşar Büyükanıt için 10 bin TL ve eşi Filiz Büyükanıt için 7 bin TL olmak üzere, yasal faiziyle birlikte toplam 17 bin TL manevi tazminat ödemesine hükmetti.

-DAVANIN GEÇMİŞİ-
Yaşar ve Filiz Büyükanıt, Fikri Sağlar’ın yazdığı ve Birgün gazetesinde 15 Mayıs 2008’de yayımlanan "Büyükanıt’a Dosya Verildi mi?" başlıklı köşe yazısı üzerine, "kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu" iddiasıyla, Birgün gazetesi ve Fikri Sağlar aleyhinde toplam 100 bin TL’lik manevi tazminat davası açmıştı. Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesi, Sağlar ve Birgün gazetesinin, Büyükanıt çiftine toplam 17 bin TL manevi tazminat ödemesine hükmetmiş, ancak karar Yargıtay tarafından "eksik inceleme" gerekçesiyle bozulmuştu.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Tümamiral'in Skandal Tavsiyeleri


Tümamiral Cem Gürdeniz'e ait olduğu iddia edilen ve internet sitelerine düşen ses kayıtlarının ardından, Gürdeniz'e ait olduğu iddia edilen bir ses kaydı daha Dailymotion internet sitesinde yayınlandı.

Tümamiral Ramazan Cem Gürdeniz’in skandalları bitmek bilmiyor. Dailymotion internet sitesine düşen yeni ses kaydında Cem Gürdeniz’in, çocuklarına inanılmaz tavsiyelerde bulunduğu iddia ediliyor.


İŞTE CEM GÜRDENİZ’E AİT OLDUĞU İDDİA EDİLEN O SES KAYDI…

Amerika’ya yerleşmek üzere hayatını kuracaksın tamam mı? Çünkü Türkiye Araplaşıyor, İslamlaşıyor, çok feci bir ülke oluyor.

Amerika şart değil yani Kanada’da olabilir, Japonya’da olabilir, Çin’de olabilir ama sen dışarıda kuracaksın hayatını başka çaremiz yok.

Hepimizi sen kurtaracaksın. Ülkemin pasaportu ve senin aklın ona göre. Ülkemin tabii ülkemin de aklı var. Amerika – Londra bacağını sağlam tut dedim. Can’a da söyle planlarınızı ona göre yapın. Çünkü sizin yaşayacağınız ülke, her metrekaresine bir cami düşecek ve ezandan uyuyamayacaksınız zaten. Çok problemli. Sizin nesil kurtarsın kendini siz kurtarın tamam mı. Sen dediğimi yap, hedefini ona göre çiz.

Daha önce de Tümamiral Cem Gürdeniz’e ait olduğu iddia edilen ses kayıtladı gündeme bomba gibi düşmüştü. Daha önceki ses kayıtlarında ise Gürdeniz’in AKP’ye oy veren kesime ağır hakaretler ettiği ortaya çıkmıştı.

İŞTE GÜRDENİZ’İN DAHA ÖNCEKİ O SES KAYITLARI

C: Dün Ege'yle konuştuk gidiyor New York'a, dört gün New York’ta kalacak. Çok seviyor Newyork'u ya herif.
E: Lan Newyork Amerika 'nın en iyi yeridir lan !
C: Ne tuhaf değil mi? Engin ya hayata bak, sen orda yaşadın, İrem orda yaşadı. Şimdi bu herif yaşıyor çok ilginç lan yani var ya..
E: Yanlız sen bu i...(küfür ediyor) sevmiyorsun!
C: Yoo, ben Amerikalıları seviyorum. Benim o kadar iyi arkadaşlarım var ki Türk'ten daha iyi arkadaşlarım var ya onların içinde.

YUNANLILARI AKP'LİLERDEN DAHA ÇOK SEVİYORUM, YEMİN EDİYORUM.
E: Benim de öyle de bu i...(küfür ediyor) sevmiyorum
C: O i...(küfür ediyor) her zaman ben de mesela AKP'lileri, Yunanlıları AKP'lilerden daha çok seviyorum, yemin ediyorum.
C: O... ç...(Küfür ediyor)
E: Rantiye partisi olum herifler
C: Gazeteleri okudukça sinirlerim tepeme çıkıyor ya vallahi,billahi..

AKP TAMAMEN POPÜLİST YA, P...(Küfür ediyor)
C: AKP tamamen popülist ya, p...(küfür ediyor) bak İlhan Selçuk geçen gün şahane makale yazdı neden herşeyi kadının türbanına indirgiyorlar dedi.
E: Çünkü en kolayı o da onun için

YANİ FİKİR SAVAŞIYLA FALAN OLMAZ BU
C: En kolayı o tabii, şaklabanlık o işte. Yani fikir savaşıyla falan olmaz bu.
E: Şu an dünyada fikir savaşı olmuyor ki şu an fikir savaşı diye bir şey yok.

ABDULLAH GÜL EFENDİ, BU MUDUR LAN DEMOKRASİ?
C: Ama onlara sorarsan öyle bak ne diyor
Abdullah Gül efendi, demokrasiyle her şeyi hallederiz diyor  BU MUDUR LAN DEMOKRASİ?


ADIYAMAN'DA SİLAHLA VURULARAK ÖLEN ER

Adıyaman'da görev yaptığı Atatürk Barajı'nda silahla vurularak ölen komando er Cüneyt Kızılarslan (20) için Adana'da tören düzenlendi.

Adıyaman İl Jandarma Komutanlığına bağlı Baraj Komando Birliğinde görev yaparken Atatürk Barajında silahla vurularak yaralandıktan sonra kaldırıldığı hastanede kurtarılamayan Kızılarslan'ın Türk bayrağına sarılı cenazesi Sabancı Merkez Camisine getirildi. Bu sırada baba Halil, anne Kadem ile kız kardeşleri Fatma ile Cennet Kızılarslan, gözyaşlarına hakim olamadı. Adana Valisi İlhan Atış, CHP Adana Milletvekili Hulusi Güvel, 6. Kolordu Komutanı Korgeneral Mehmet Eröz, Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni Aldırmaz ve diğer ilgililer, aileye başsağlığı dileğinde bulundu.Korgeneral Eröz'ün bir süre sohbet ettiği baba Halil Kızılarslan, oğlunun ölümüyle ilgili tam olarak bilgilendirilmediklerini belirterek, ''Şehidimizin cenazesini bile bize göstermiyorlar'' dedi. Adana Müftüsü İsmail Canbolat'ın kıldırdığı namazının ardından cenaze geniş güvenlik önlemleri altında top arabasına konuldu.
Kızılarslan'ın yakınları, tabutun etrafında el ele tutuşan çevik kuvvet ekipleri tarafından güvenlik koridoru oluşturulmasına da tepki gösterdi. Öte yandan, basın mensuplarının Kızılarslan'ın ölüm nedeniyle ilgili soru sorması üzerine, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Ali Lapanta, ''Ölümüyle ilgili kafasında çelişki olanların, kendilerinde çelişkiler var'' dedi. Vali Atış ise, ''Askerimiz şehit olmuştur. Ölüm nedenini bilemiyoruz'' diye konuştu. Cenaze, daha sonra toprağa verilmek üzere Kozan ilçesine gönderildi. Bu arada, cenaze törenine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun da çelenk gönderdiği görüldü.

Teskere almasına 5 ay kaldığı öğrenilen komando er Cüneyt Kızılarslan, görev yaptığı Atatürk Barajı'nda silahla vurulmuş, Bozova Devlet Hastanesi'ne kaldırılan Kızılarslan, kurtarılamamıştı. Cüneyt Kızılarslan'ın cenazesi, otopsi için Malatya Adli Tıp Kurumu'na gönderilmişti.

PARAŞÜTÇÜLER YERDE UÇUYOR

Askeri paraşütçüler, çok az ülkede bulunan dikey rüzgar tüneliyle modern şartlarda eğitim alıyor. Ankara'daki Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesinde bulunan dikey rüzgar tüneli, paraşütçülere 3-5 yılda verilebilen eğitimi 6 haftada verme imkanı sağlıyor. Eğitimi yerinde göstermek amacıyla Genelkurmay Başkanlığınca Özel Kuvvetler Komutanlığı bünyesindeki dikey rüzgar tüneline basın turu düzenlendi.
Gazeteciler, dikey rüzgar tüneline gelişlerinde Özel Kuvvetler Komutanlığı Seferberlik Tetkik Daire Başkanı Tuğgeneral Lokman Ekinci ve Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Tayyar Süngü tarafından karşılandı. Basın mensuplarına dikey rüzgar tüneli ve paraşüt eğitimi konusunda brifing veren Özel Kuvvetler Komutanlığı Askeri Serbest Atlayış Paraşüt Kurulu Başkanı Albay Oğuz Tozak, Türk Silahlı Kuvvetlerinde paraşüt eğitiminin statik ve serbest olmak üzere iki bölümde yapıldığını söyledi.

Statik atlayışın yaklaşık 400 metre irtifadan yapıldığını ve paraşütün otomatik olarak personelin atlamasıyla açıldığını belirten Albay Tozak, bu atlayışlarda paraşütün kumanda ile açılabildiğini bildirdi. Serbest paraşüt atlayışının ise bin ile 10 bin metre yüksek irtifadan yapıldığını anlatan Albay Tozak, serbest atlayışlarda paraşütlerin atlayan personel tarafından açıldığı bilgisini aktardı.

Özel Kuvvetler Komutanlığınca paraşütçü yetiştirmek için statik ve serbest atlayış paraşüt kursları düzenlendiğini ifade eden Albay Tozak, atlayış sınavlarını geçen, tam teçhizatlı yüksek irtifadan gece atlayışını yapanların serbest paraşüt brövesi alabildiğini kaydetti. Albay Tozak, paraşütçüler için verilen yer eğitiminin bir bölümünün de dikey rüzgar tünelinde yapıldığını anlattı.

Milli Savunma Bakanlığının projesi olan dikey rüzgar tünelinin Türk mühendisler tarafından yapılarak 31 Ekim 2008'de Özel Kuvvetler Komutanlığına teslim edildiğini de ifade eden Albay Tozak, dikey rüzgar tüneli ile uçaktan çıkıştan paraşüt açılana kadar olan serbest düşüş bölümünün yapay ortamda gerçekleştirildiğini dile getirdi.

-EĞİTİM MALİYETİ DÜŞTÜ-
Dikey rüzgar tünelinde havanın kapalı kanallardan geçerek uçuş odasında istenen hız ile verilmesinin sağlandığını söyleyen Albay Tozak, şunları söyledi:

''Dikey rüzgar tünelinin kullanım amacı, serbest paraşütçülerin serbest düşüş eğitim ihtiyaçlarını emniyetli, kısa süre içinde ve ekonomik olarak karşılamaktır. Serbest paraşüt eğitimleri riskli, uzun süreli ve yüksek maliyetlidir. Dikey rüzgar tüneli sayesinde riskli bir eğitim olan serbest paraşüt eğitiminin serbest düşüş safhası, tamamen kontrollü ve emniyetli bir ortamda yapılmaktadır.

Uçaktan yapılan atlayışta serbest düşüş süresi 30 saniyedir. Dikey rüzgar tünelinde bir personel eğitim boyunca 60-90 dakika uçuş yapabilmektedir. Daha önce 3 ile 5 yılda ortalama 150 atlayış yaparak kazandığı yeteneğe artık 6 hafta gibi kısa bir sürede ulaşabilmektedir. Uçuş maliyetleri karşılaştırıldığında ise, uçaktan yapılan 30 saniyelik atlayışın maliyeti ortalama 60 dolar iken tünelde aynı sürede yapılan eğitim maliyeti ortalama 2 dolardır.''

Tam teçhizatlı bir paraşütçünün de görev aldığı sunumda Albay Tozak, gazetecilerin sorularını da yanıtladı. Serbest atlayış paraşütlerinin 160 kiloya kadar ağırlığı taşıyabildiğini belirten Albay Tozak, eğitimler kapsamında ilk defa atlayacaklara yükseklik korkularını yenmeleri için psikolog eşliğinde eğitim verildiğini de söyledi.

-PARAŞÜTÇÜLERDEN GÖSTERİ-
Brifingin ardından Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli paraşütçüler tarafından dikey rüzgar tünelinde gösteri yapıldı. İlk olarak paraşüt eğitimine yeni başlayan kursiyerlere verilen eğitimin canlandırıldığı gösteri sonrası tam teçhizatlı 4 paraşütçü önce bireysel ardından toplu gösteri yaptı. Daha sonra uçuş odasına giren iki paraşütçünün gösterisi de ilgiyle izlendi.

Öte yandan dikey rüzgar tünelindeki eğitime katılanlar 8 metre yüksekliğe kadar çıkabiliyor. Uçuş alanının çapı 4 metre olan tünelin yükseliği ise 24 metre. Komuta kontrol odası, bekleme odası ve uçuş alanının da bulunduğu dikey rüzgar tünelinde rüzgarın hızı saatte 260 kilometreye kadar çıkabiliyor.

2010'un son MGK'sı

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında MGK son kez toplanıyor
Milli Güvenlik Kurumu 2010 yılının son toplantısını yapacak.
Milli Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başkanlığında Çankaya Köşkü'nde toplanacak. MGK'ya, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ile kurul üyesi bakanlar ve kuvvet komutanları katılacak.
Kurul toplantısında, iç ve dış gelişmeler değerlendirilecek.

Başkent sokaklarında koşmakla rejim güçlenmez / A.Yavuz Arslan

Kriz çıkarma konusunda çok mahir olduğumuzun bir örneğini daha yaşadık.

Malum olduğu üzere 27 Aralık, Atatürk'ün Ankara'ya geldiği gün. Bugünün anısına da 78 yıldır çeşitli törenler yapılıyor. Seğmenler Yürüyüşü ve Harbiyeliler'in katıldığı Garnizon Koşusu ise en bilinenleri.
Garnizon Koşusu bu yıl yapıl(a)madı. Doğrusu biz de Genelkurmay'ın açıklaması sonrası 'sahi ya bugün Garnizon Koşusu yok muydu' dedik. Önceki yıllarda unutma ihtimalimiz yoktu çünkü saatlerce yolda kalınca mecburen hatırlıyorduk.

Garnizon Koşusu'nun bu yıl yapılmaması tartışma başlattı. Hatta muhalefet buradan bir rejim tartışması bile çıkardı. Medyada geniş yer tuttu. Yapılan düzenlemeyi Atatürk'ün mirasına saygısızlık görenler bile çıktı.
Bence Ankara Valisi çok doğru bir şey yaptı. Hatta mümkünse bu kararı genişletmek lazım.

Bunu söylerken kentlerin tarihine, benliğine damga vurmuş törenler iptal edilsin anlamı çıkarılmamalı. Artık 1920'lerde yaşamıyoruz. Soğuk savaş dönemi de çoktan kapandı. Artık şehir meydanlarında, ana caddelerde binlerce askerin koşturduğu, asfaltta tankların yürüdüğü görüntüler çoktan demode oldu.
Buna rağmen Türkiye yıllardır şehir meydanlarındaki eski moda törenlere devam ediyor.

Zaten İstanbul ve Ankara'nın trafiği felç. Bir de bu törenler gelince tamamen iptal oluyor. Üstelik sadece törenler için kapatılmıyor caddeler. Her önemli törenin iki de provası olunca neredeyse hafta boyu trafikte saç baş yoluyor yüz binlerce insan.

Defalarca yolda kalmış bir Ankaralı olarak 'tankları kışlalarda görmek isteriz' diye yazılar da yazmıştım.
Törenler sebebiyle saatlerce yollarda kalan insanların ne düşündüğünü merak ediyorsanız bir gün deneyin. Hiç şık şeyler duymayacağınıza garanti verebilirim. Ambulansların acı sirenleri, uzun saatler çalan kornalar, kızgın sürücüler, birbirine bağırıp çağıran insanlar, çaresiz polisler...

Türkiye olarak şehirleşmeyi beceremedik. Bir tane bile düzgün şehrimiz yok. Hepsi birbirinden kötü. Ne doğru dürüst meydanları var ne de geniş parkları. Böyle olunca miting, yürüyüş, gösteri yapacak yer de yok. Maşallah milli bayramlarımız, yıl dönümlerimiz de çok. Her töreni şehir merkezinde yapınca bayramlar zehir oluyor.

Madem bu tartışma çıktı. Fırsattan istifade meydan ve kutlama politikalarımızı gözden geçirsek.
Şehirlerde büyük meydanlar yapıp tüm törenleri de orada yapsak. Hem trafik felç olmaz hem de tarihi önemi olan törenleri gerçekten bayram gibi yapabiliriz.

Edirne’de lastikleri kesen teğmen çıktı

Edirne merkezde önceki gece park halindeki 10 aracın lastikleri bıçakla kesildi. İhbar üzerine emniyet güçleri harekete geçerken, zanlının teğmen olduğu belirlendi.
Emniyette ifadesi alınan 24 yaşındaki A.G. isimli teğmenin, Karaağaç Mahallesi’nde bulunan General Celalettin Alkoç Kışlası’nda görevli olduğu öğrenildi. Psikolojik sorunları olduğu öğrenilen teğmen, askeriyeye teslim edildi.

PKK’nın Gazze planı / Şamil Tayyar

Abdullah Öcalan’ın Demokratik Toplum Kongresi Çalıştayı’nda tartışmaya açılan “Özerk Kürdistan”, “Öz Savunma Güçleri” ve “İki Bayrak” gibi önerileri, sadece günümüzün değil seçim sürecinin en önemli gündem başlıkları arasında yer alacak gibi gözüküyor. Seçim takvimi yaklaştıkça tartışmanın dozu daha da artabilir.

Çünkü bu önerilere dair tartışmanın dozu ve seyri, 12 Haziran’da yapılacak seçimlerin akıbetini kayda değer ölçüde belirleyecek güce sahiptir. Terör ortamında en fazla siyasi rant devşiren MHP ve BDP’nin, terörün kısmen durduğu, ancak “bölücülük” tartışmalarının alevlendiği süreçten siyaseten daha kazançlı çıkma ihtimali yüksektir. Kaldı ki BDP, siyasi tansiyonu arttırırken MHP’nin değirmenine su taşıdığının farkındadır.

BDP, özerklik ve iki bayrak esasına dayalı gelecek projeksiyonunda, MHP’li iktidar seçeneklerini daha uygun bulabilir. Zira, çatışma hali, bulunmaz fırsattır. Sözgelimi, bir askeri darbeyi en ideal yaşam alanı olarak görürler.

Böyle bir iklimde; halkı kalkışmaya zorlarlar, kan gövdeyi götürür, binlerce insan hayatını kaybeder, Irak’ta olduğu gibi BM bölgeye müdahale eder, Kuzey Irak’taki gibi yeni sınırlar belirlenir, önce özerk sonra bağımsız devlet projesi hayata geçirilir!

Basit hesap bu...
KCK yapılanması, bu hesabın ete kemiğe bürünmüş halidir. Yasama, yürütme ve yargısıyla alternatif devlet projesidir. Çalıştaydaki öneriler de planın kamuoyuna örtülü deklarasyonudur. Çoğunluğu ikinci cumhuriyetçi liberal aydınların çalıştaya daveti ise göstermeliktir, figüran olarak kullanılmak istenmiştir. Bunu fark ettikleri için aydınların bir kısmı toplantıyı erken terk etmiş veya tepki koymuştur.

Pilot bölge seçildi

Her ne kadar Selahattin Demirtaş “sadece tartışmayı amaçladık” dese de hadisenin arka planı bu basitlikte değildir. Bir süredir art arda toplanan güvenlik zirvelerinde bu tezi teyit eden çok önemli istihbarat bilgileri var.

Devletin zirvesinde masaya yatırılan bu raporlara göre; “Özerk Kürdistan” projesini çalıştaydan çok daha önce hayata geçirmek için Cizre ve Yüksekova arasındaki 40 kilometrelik hattın “pilot bölge” olarak seçildiğini anlıyoruz.

Kendi mahkemelerini kurdular, vergi topluyorlar. Bakırköy Adliyesi gibi, İstanbul Defterdarlığı gibi çalışıyorlar. Organizasyonun başında ise “Serdar Serhat” kod adlı bir şahıs var. Nitekim Hakkari Hacı Said Cami İmamı Aziz Tan, buradaki PKK mahkemesi kararıyla infaz edildi.

Organizasyonun yapıldığı iki ayrı karargah mevcut. Biri Hakkari’ye 35 kilometre mesafedeki Çeltik bölgesi, diğeri Durankaya-Üzümcü mevkii...

Başarırlarsa, bu bölgeyi devlet otoritesinin sıfırlandığı küçük bir “devlet parçacığı” haline getirecekler. Onların ifadesiyle bu pilot bölge, zamanla “Gazze” statüsüne kavuşacak ve dış dünyanın ilgi odağı olacak!

Burada altı çizilmesi gereken bir önemli nokta, “Gazze” tanımlamasıdır. Bu sürecin dış politikaya yansıması da olacak, hükümetin İsrail karşıtı Filistin politikası darbe yiyecek!

Bu durumda akla gelen soru şudur: Böylesine ayrıntılı bilgiler devletin elindeyse neden müdahale edilmiyor?
İşte, Yüksekova ve Cizre’nin il yapılması düşüncesi, bu bölgeye yönelik kaygılardan kaynaklanıyor. İl projesi, sadece bir öneri...

Bu önerinin ciddi olarak ele alınması, Yüksekova ve Cizre arasındaki hatta oynanmak istenen oyunun fark edildiğini gösteriyor.

İhanet çemberi
Neden şimdiye kadar fark etmediler?
Kulislere yansıyan, hatta kimi komutanlara gönderildiği iddia edilen ihbar mektuplarında, devletin kimi güvenlik kurumlarına iletilen istihbarat bilgilerinde Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı’ndaki bazı komutanlarla ile ilgili vahim iddialar dile getiriliyor.

PKK Yöneticisi Nizamettin Taş’ın AK Parti iktidarına karşı savaş açtırmak için 2004 yılında Öcalan’ın avukatlarının askeri helikopterle Kandil’e taşındığı iddiasında olduğu gibi; bazı komutanların “silahlı kuvvetler deli gibi terörle mücadele edeceğine biraz geri çekilse bakalım hükümet o zaman ne yapar?” dedikleri konuşuluyor.

Çok vahim iddia, yani, terör bilerek azdırılıyor!
Bu iddia, hala TSK içinde PKK terörünü siyaseti yeniden biçimlendirmeye yönelik enstrüman olarak kullanmak isteyenlerin varlığına işaret ediyor. Seçime doğru bu kozlarını oynamaya devam edecekler. Maalesef, bu kokuşmuşluk siyasi otoritenin en büyük handikabı...

Bu konuda gösterilecek zaaf, siyasi iktidarı güç durumda bırakabilir. Krizi fırsata çevirmek de mümkündür.
İstedim ki, meseleye bir de bu gözle bakalım. Aydınlara saygım sonsuz, ama hayatın gerçekleri her zaman kitapta yazdığı gibi yaşanmıyor.

Askerin cephe savaşı / Lale Kemal

Bir askerî savcıya göre, Genelkurmay askerî yargıyı kaptırmamak için adeta cephe savaşı veriyor.

Bir askerî mahkeme, siyasi otoritenin açığa almasına karşın Balyoz'dan sanık üç general hakkında geçen hafta terfi ettirilmeleri yönünde karar verdi. Akabinde, komutanlara, ilk kez Yüce Divan yolunu açan uyum yasasında, askerin siyasi otoriteyi by-pass eden taslak metni basına yansıdı. Bu gelişmeler, hükümetin, normalleşme adına, şu aşamada Anayasa'da gerekli düzenlemeleri yapamayacaksa eğer bazı mevzuat değişikliklerine gitmesini gerekli kılıyor.

Henüz, kısa adı AYİM olan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'nin, iki general ve bir amiralin terfisi yönünde aldığı kararın gerekçesi açıklanmadı. Ancak aldığım bilgiler, generallerin terfi ettirilmeme işlemini AYİM'de dava konusu yapmalarında, YAŞ kararının iptalinin değil, üçlü kararname düzenlenmemesinin iptali olduğu söyleniyor. Diğer bir deyişle, AYİM, Anayasa'da yer alan, "terfilere yargı yolu kapalı," hükmüne rağmen karar almıyor.

Diğer yandan, AYİM'in YAŞ konusunda vermiş olduğu kararlarını incelediğimizde bu mahkemenin içtihatların dışına çıktığı açıkça görülüyor. Bire bir, yukarıdaki davaya uyan bir karar bulunmamakla beraber, yer darlığım nedeniyle, AYİM'in YAŞ konusunda içtihatların dışına çıktığı aşağıdaki bir örneği vermekle yetiniyorum;

"Davacının 31 hizmet yılı üzerinden Yüksek Askerî Şûra kararı uyarınca kadrosuzluktan emekli edilmesi işlemi, zincir işlem niteliğinde olup; bu zincirin ilk halkasını Yüksek Askerî Şûra kararı oluşturduğundan; dava konusu sonuç işlem de Anayasa'nın 125. maddesi gereğince yargı denetimi dışındadır.

Dergi No: 9
Karar Dairesi: AYIM Drl. Krl.
Karar Tarihi: 26.05.1994
Karar No: E. 1993/10
Karar No: K. 1994/175."

İlgilenenler, aşağıdaki internet sitesinden, içtihatların dışına çıkılan diğer bazı kararları görebilirler; "http://www.msb.gov.tr/ayim/Ayim_kararlar.asp?ctg=&Count=o"ooooo200003iooooo2&Dir= ASC&Order=DERGI_IDNO

Hükümetin ürkekliğinden mi kaynaklandı desem bilemiyorum, iki general ve bir amiral ile ilgili izlediği yasal süreç, geç kalınmış bir yöntem olduğu ve sormamda siyasi otoriteyi gereksiz yere bir açmazın içine soktuğu için sıkıntılı bir durum oluşturdu. Zira, Başbakan ve Bakanlar, hukuken sahip oldukları yetkileri ya da siyasi olarak milletin kendilerine verdiği yasal düzenleme yapma yetkisini zamanında kullanmadılar ve Balyoz iddianamesinin mahkemece kabulünden hemen sonra bu davada sanık olan iki general ve amirali açığa almadılar, Siyasi otorite bu yasal hakkını sonradan kullandı ama gecikmeli olduğu için karmaşık bir durum yarattı.

Bir diğer önemli konu da milli savunma bakanının emrinde çalışan bakanlık teşkilatının süratle sivilleştirilmesine olan ihtiyacın bir kez daha tescillenmiş olmasıdır. Çünkü, müsteşarın korgeneral, tüm daire başkanlarının general, amiral, şube müdürlerinin ise çoğunlukla general olmayı bekleyen albaylardan oluştuğu bir bakanlık teşkilatının, başlarında bulunan seçilmiş iradenin temsilcisi bakanı dikkate almak yerine, Yüksek Askerî Şûra'da başbakan ve bakan'ın karşısında 15 oyla duran genelkurmay başkanının beklentilerine uygun hareket edecekleri ortada.

TSK Personel Kanunu ve Subay Sicil Yönetmelikleri ile 1971 müdahalecinden sonra çıkarılan 1612 sayılı Yüksek Askerî Şûra'nın kuruluş ve görevleri hakkın kanun incelendiğinde, generallik terfileri konusundaki tek söz sahibinin pratik olarak genelkurmay başkanı olduğu görülür.

1612 sayılı Kanun'un 2. maddesine göre, YAŞ üyeleri, başbakan, milli savunma bakanı ve TSK'daki orgeneral ve oramirallerden oluşuyor. Aynı maddenin son fıkrasında da terfi işlemleri ile ilgili konularda, üyelerin oy hakkı ve değerlendirme notunun eşdeğerde olduğu belirtiliyor. Yani YAŞ'a başkanlık eden başbakanın ile, başbakana bağlı olan genelkurmay başkanının astı durumundaki kara kuvvetleri komutanının da astı bir ordu komutanının oyu eşit değerde. Yani başbakan ile kendisinden 3 derece alttaki (üniformalı da olsa bir bürokratın oyu eşdeğerde.

Bir askerî savcıya göre, Genelkurmay askerî yargıyı kaptırmamak için adeta cephe savaşı veriyor. AYİM'in iki general ve bir amiral hakkında aldığı tartışmalı kararın ardından, yine yakınlarda komutanların Yüce Divan'da yargılanmalarında siyasi otoriteyi by-pass eden bir taslak metnin Başbakanlıktan döndüğünü öğrendik.

Aldığım bilgilere göre, Başbakanlık Kanunlar Genel Müdürlüğü, bu taslağı, nihai kararın sivil otoritelerce verileceği, bir başka deyişle komutanların, suç işlediklerinden şüphelenildiği hallerde Yüce Divan'da yargılanmalarına TSK'dan izin almaya gerek bıraktırmayacak şekilde yeniden düzenliyor. Bu düzenleme Bakanlar Kurulu'ndan geçtikten sonra Meclis'e sevk edilecek. Bu, demokratikleşme adına iyi bir haber.

Seçim dönemi gözönüne alınarak, şu aşamada hükümet, Genelkurmayı MSB'ye bağlamak gibi fazla spekülasyona yol açabilecek adımlar yerine 1612 sayılı YAŞ Kanunu, AYİM Kanunu, TSK Personel Kanunu, Subay, Astsubay Sicil Yönetmelikleri gibi mevzuatta birkaç ufak tefek değişiklik yaparak üniformalı bürokrasiye yerini bildirir, onları olma gereken yere çeker.

Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyefte "egemeni kayıtsız şartsız milletin," diyorsak eğer, siyasi iradeyi sivil bürokrasi üzerindeki gibi askerî bürokrasi üzerinde de tam hâkim hale getirecek bu adımlara hiçbir siyasi parti karşı çıkamaz, değil mi?