28 Haziran 2016 Salı

Türk istihbarat raporundan: Mısır yönetimi PKK'yla 3 kez buluştu

PKK'nın Türkiye’deki Mısırlı Müslüman Kardeşler üyelerine karşı eylem yapacağı iddia edildi

Mısır’da Sisi yönetiminin geçen yıl aralık ayında PKK ile temasa geçtiği ve son altı ay içinde başkent Kahire'de üç kez bir araya geldiği iddia edildi. İstihbarat birimlerinin raporunda, Mısır yönetiminin PKK’nın Suriye kolu olduğu belirtilen PYD’ye de Kahire’de temsilcilik izni için onay verdiği ifade edildi.
Türk istihbarat birimleri, Mısır’daki Abdülfettah Sisi yönetiminin PKK ile ilişkiye geçtiğini tespit edip rapor hazırladı. Hürriyet’ten Uğur Ergan'ın haberine göre, raporda, Mısır’ın PKK ile yakın ilişki kurduğu ve işbirliği içinde olduğu iddia edildi. Raporda yer alan bazı bilgiler şöyle:

Para ve silah transferi

“Mısır ile PKK arasındaki ilk temas Irak Merkezi Hükümeti aracılığıyla başladı. Geçen yıl aralık ortalarında PKK’lı alt düzey bir heyetin Bağdat’a gidişine izin verildi. PKK heyeti Bağdat’taki Mısır Büyükelçiliği’nden aldığı vizeyle Kahire’ye gitti.
"Aralık ayındaki ilk temasta, en kısa sürede Kahire’ye ikinci bir ziyaretin yapılması kararlaştırıldı. Ocak 2016’da daha yetkili bir PKK heyeti Kahire’ye giderek Mısır İstihbarat Servisi’nden bazı üst düzey yöneticilerle görüştü. Mısır, ilk kez bu görüşmede PKK’ya destek olabileceği mesajını verdi. Bu görüşmeden sonra Mısır, PKK’ya bir miktar silah ve para transfer etti.
"Mısır ile PKK arasındaki son görüşme Nisan 2016’da yapıldı. Bu görüşmede PKK heyeti, ‘KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, Fatma Adır kod adlı Gülüşan Eksen, KCK Dış İlişkiler Sorumlusu Demgat Agit kod adlı Seyithan Ayaz, Aldar kod adlı Velid Halil ile kod adı Azad olan ve isimleri tespit edilemeyen iki kişi’ olmak üzere toplam 7 kişiden oluştu.”
Raporda ayrıca, birçok Avrupa ülkesinden sonra Mısır yönetiminin de PYD’nin Kahire’de temsilcilik açmasına yeşil ışık yaktığı belirtildi.

İhvan'a karşı eylem

Rapordaki iddialara göre, son görüşmede PKK’nın Türkiye’de Mısırlı İhvan (Müslüman Kardeşler) örgütü mensupları hakkında istihbarat toplaması, gerektiğinde örgüt üyelerine karşı eylem yapılması, Kahire’de PYD ve KCK’nın temsilcilik açması, Mısır’ın terör örgütüne para ve silah yardımı yapmaya devam etmesi ve düzenli görüşmelerin sürdürülmesi konusunda mutabık kalındı. Nisan ayından bu yana yeni bir buluşma tespit edilemedi.

Bitlis'te 1 asker şehit oldu

Genelkurmay Başkanlığı açıklamasında saldırının, PKK tarafından yerleştirilen el yapımı patlayıcının patlatılması sonucu gerçekleştiğini belirtti

Bitlis kırsalındaki operasyon sırasında düzenlenen saldırı sonucu bir asker şehit oldu, iki asker yaralandı.
Genelkurmay Başkanlığı'nın bu sabah resmi internet sitesinden yaptığı açıklamada saldırının, PKK tarafından yerleştirilen el yapımı patlayıcının patlatılması sonucu gerçekleştiği belirtildi.
Yaralı askerler hastanede tedavi altına alındı.

Çatışmalar 'askeri dengeye' evrilirken provokatif sorular /// Metin Gürcan

Giriş
Temmuz ayı sonunda başlayan ve şu an neredeyse birinci yılını dolduracak olan çatışmalar halen devam etmekte. İlk dalgada Cizre-İdil-Sur-Silopi’de büyük oranda ilçe merkezlerinin sokaklarında hendek-barikatlar çevresinde yaşanan çatışmalar, 2’nci dalgada Nusaybin-Yüksekova-Şırnak merkezlerinde binaların içlerinde ve daha yıkıcı şekilde yaşanmaya başladı. Özellikle Nisan-Mayıs döneminde Nusaybin’de yaşananlar kent çatışmalarının yıkıcı etkisini net biçimde gözler önüne serdi. Nusaybin’de Mayıs ayı sonunda PKK’nın dağ kadrolarının Rojava’ya çekilmesi ve çoğu çocuk YPS militanlarının teslim olması ile Nusaybin’deki şiddet dalgası inişe geçse de diğer yerlerde çatışmalar hala devam ediyor. Özellikle Van merkezli Serhat bölgesinde (kuzey aksı) çatışmaların sıcaklığı artıyor. Yaz ayları yaklaştıkça çatışmalar kentlerden tekrar kırsala kayma eğiliminde. Kent çatışmalarında en ağır bedeli çatışma bölgelerindeki sivil halk ödemiş görünüyor. Çatışmalardan doğrudan etkilenen sivil sayısı 1.3 milyon, çatışmalar nedeniyle tam 1 yıl kaybeden ilk ve ortaöğretim öğrenci sayısı yaklaşık 300 bindir. Çatışmaların yarattığı sosyoekonomik yıkımın etkileri bölgede her yerde hala hissedilmekte.

Şu an çatışma bölgedeki vatandaşlar niçin başladığını tam olarak anlamlandıramadıkları çatışmaların bir an önce bitmesini istiyor. Çatışmalardan ve çatışmaların yarattığı sosyoekonomik yıkımdan en çok etkilenen ve en çok bedel ödeyen bölge halkının hem Ankara’ya hem de PKK’ya mesafeli duruşu Ankara tarafından da PKK tarafından da yanlış okunmakta. Ankara çatışmaların bir an önce bitmesini isteyen ancak çatışmaları devam ettirdiği için de kendisine için için kızan bu kitlenin PKK’ya olan mesafeli duruşunu otomatik bir tutumla ‘PKK’ya mesafeliler. O zaman demek ki beni destekliyorlar’  şeklinde okuyor. PKK da çatışmalar nedeni ile aynı zamanda Ankara’ya da mesafeli olan bu duruşu aynı şekilde otomatik bir tutumla ‘Ankara’ya mesafeliler. O zaman güçlü olduğumu göstererek onları kazanabilirim’ şeklinde okuyor. Aslında çatışmalardan etkilenen yüzbinlerce Kürdün asıl ötekisi ne Ankara ne de PKK. Çatışmanın bizatihi kendisi. İşte hem Ankara hem de PKK çatışmanın ilişkisel bir kavram olduğu ve aslında bölgedeki vatandaşların büyük çoğunluğunun hem Ankara’ya hem de PKK’ya kızdığını göremiyorlar. Ankara ve PKK çatışmayla öylesine meşgul ki asıl zaferin hasmı yok ettiğinde veya diz çöktürdüğünde değil de bölgedeki vatandaşın kalbini ve beynini kazandığında geleceğinin farkında bile değil. Bakalım çatışma bölgelerinde Ankara’nın ‘İtaat et!’ ile PKK’nın ‘İsyan et!’ kapanlarına sıkışmak istemeyen ve bu kapanları aşma çabasında olan yüzbinlerce Kürdün kalplerine ve beyinlerine siyaseten ilk önce kim konuşacak?

Mevcut halin askeri bir tanımlaması

Her ne kadar Ankara’daki siyasi karar alıcılar çatışmalardan kotaracakları bir başarı hikayesine yani bir ‘askeri zafere’ iç siyasi tüketim için ihtiyaç duysa da çatışmaların hızla ‘karşılıklı bir askeri denge’ haline doğru evrildiği görülüyor. Yani önümüzdeki dönemde çatışmalarda bizi bekleyen şey askeri anlamda bir YENİŞEMEME halidir. Ben zaten en başından beri çatışmaların ‘yenme/yenilme’, ‘zafer/mağlubiyet’ şeklinde kodlanmaması gerektiğini sürekli vurguluyorum. Yani ne PKK’nın mağlubiyeti Ankara’nın zaferi ne de Ankara’nın yıpratılması PKK’nın onu yenmesi anlamına geliyor. Ne güvenlik güçleri PKK’ya katılımların tavan yaptığı bu yeni dönemde Suriye kuzeyine müdahale imkanı olmadığı için PKK’yı bitirecekmiş, ne de PKK ulaştığı askeri teknoloji ve yeni kazandığı/kazanmakta olduğu yetenekler (silahlı İHA, keşif/gözlem uçakları, lazer güdümlü mühimmat vb.) nedeniyle güvenlik güçlerini, özellikle TSK’yı yenecekmiş gibi görünüyor.

Ben çatışmaların evrildiği bu yeni hali
‘UZUN SÜRELİ VE YIKICI BİR ASKERİ DENGE’ hali olarak tanımlıyorum. Bu yıkıcı askeri dengenin hem Ankara hem de PKK için mevcut şiddet düzeyinde ve tempoda sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. O halde ya çatışmalar uzun süreli ancak daha düşük yoğunluklu çatışma haline ya da siyasi bir sürece dönüşecektir. Bu şekliyle bu hal her iki taraf için de sürdürülebilir değil. PKK ile mücadelede başarı kriterinin ‘etkisiz hale getirilen terörist’ sayısı olmadığını, örgüte katılımların azaltılması olduğunu sürekli söylüyoruz. Hani o ortaokul yıllarında çözdüğümüz havuz problemleri misali havuzu dolduran muslukları kapatamadıktan sonra siz istediğiniz kadar aşağıdaki tahliye borusunu geniş tutun sonuç değişmez. Sadece suyu daha ‘teknolojik’ boşaltmış olursunuz. Şu an Ankara tam da bunu yapıyor: suyu daha teknolojik boşaltıyor. Ama bu teknolojik boşaltım mekanizmasının yukarıda havuzu dolduran musluklara gelen suyun da kaynağı olduğunu görmek gerekiyor. Paradoksal şekilde biz havuzu teknolojik boşalttıkça tahliye mekanizmamızın yarattığı yıkım yukarıda havuzu dolduran musluklara su kaynağı sağlıyor. Bu devri daim de daha uzun yıllar havuzu besler.

Tespitler
- Çatışma bölgelerindeki sivil Kürt halkının büyük çoğunluğunun kent çatışmalarını desteklemediği, PKK’nın kentlerde beklediği direnişi bulamadığı ortada. Halk, hendeklerin ve barikatların arkasında durmadı, silahlı özyönetim ilanlarına ilgi göstermedi. Bunun hem ekonomik (orta sınıflaşmanın ve bunun tüketim toplumu haline gelen Kürt toplumunda militanlaşmayı engellemesi), hem hukuki (Temmuz 2015’den bu yana uygulanan sert hukuki tedbirler), hem de askeri (Ankara’nın kent merkezlerinde PKK’nın beklemediği düzeyde askeri güç uygulaması) gibi nedenleri var. Ancak PKK’nın çatışmacı tutumda beklediği desteği bulamamasının asıl belirleyici nedeni siyasi. Çünkü çözüm sürecini gören ve nimetlerini yaşayan halkın  büyük çoğunluğu artık çatışmalardan başka bir yol da olabileceğini, çatışma ile sonuca ulaşmanın tek yol olmadığını gördü.
- Güneydoğuda sokağın ortalama aklı, kent çatışmaları sonrasında tekrar masaya dönüleceğini öngörüyor ve bu çerçevede meşru bir soru soruyor: “Madem yeniden masaya dönülmesinden başka yol yok, o halde bu kadar yıkım niye?” Çünkü halk ortada Parlamento, belediyeler, medya ağı, STK ağları gibi kurumsal yapılar ve araçlar varken bunca yıkıma ve gündelik hayatı askıya almaya yol açan tercihin (ki bu hem Ankara’nın hem de PKK’nın tercihi) halkın çoğunluğunun nezdinde kabul görmüyor. Halk çözüm sürecinde bu işlerin ‘çatışmasızlık’la da yapılabileceğini gördü ve haklı olarak çatışmayı ve silahlı şiddeti meşru bir irade dayatma ve hak arama aracı olarak görmemeye başladı. Çünkü bu çatışmanın yıkıcı etkisini bizzat yaşadığı mahallede, sokakta ve evinde gördü.

- Bölgeki vatandaşların genelinde ‘Çözüm sürecini Ankara’nın bitirdiğine’ ancak ‘ çatışmaların PKK tarafından başlatıldığına’ dair yaygın bir kanaat gözlenmekte.
- Bölgedeki vatandaşlar büyük oranda hendek-barikat stratejisinin yanlış olduğunu ifade etmekte. Çatışmalar esnasında HDP’nin tüm çağrılarına rağmen protestoların kitlesel eylemlere dönüşmemesi bunun bir göstergesi olarak ifade edilebilir. Hendek-Barikat’la yaşanan çatışmalı sürecin bölgedeki Kürtlerin siyasal tercihlerine nasıl yansıdığı ise henüz ortada güvenilir bir anket çalışması olmadığı için bilemiyoruz.
- Bölge halkının ezici çoğunluğu çatışmaların kentlere taşınmasını büyük bir hata olarak görmekte. Tam da bu nedenle halkın büyük çoğunluğunda çatışmalardan öncelikle sivillerin zarar gördüğüne yönelik kesin bir inanç olduğu gözleniyor.
- Yine çatışmaların önemli bir sonucu da ‘Öz yönetim’ başta olmak üzere Kürt siyasetinin önerdiği pek çok kavram ve siyasi modeli hendek-barikat ile kirletilmesi. Artık Kürt siyasetinin önereceği bütün kavram ve modeller hendek-barikat tartışmalarının gölgesi altında kalacak, bu nedenle de artık güvenlikleştirilen bu alandaki tartışmalar sağlık zeminde yürütülemeyecek. Yani hendek-barikatın yarattığı siyasi yıkım çatışmaları siyasetle aşma konusundaki istek ve inancı çok zayıflattı. Sivil siyasetin/sözün zayıflaması da benim ‘yıkıcı askeri dengeye doğru gidiyoruz’ tezimi doğrulayan bir gösterge.
- Çatışmalar nedeniyle yıkılan bölgelerdeki kentsel dönüşüm süreci hayati öneme haiz. Ankara çatışma sonrası yeniden inşada mağdur olan halkla karşı karşıyadır. Özellikle kentsel dönüşümde çatışma alanlarında yaşayan siviller mağdur edilir ve şayet aynen İstanbul’da Roman vatandaşların şehir dışına atıldığı Tarlabaşı/Sulukule tarzı bir toprağı ranta çevirme, lüks dönüşümle eski yaşayanları şehir dışındaki TOKİ konutlarına atma tarzı bir yöntem benimsenirse bu halk arasında büyük bir tepki ve öfkeye neden olur.
- Çatışmalar diğer yandan bölge halkında özellikle meclise duyulan güveni büyük oranda azaltmıştır. Halkın büyük çoğunluğu Ankara’da meclis çatısı altında çatışmaların durmasına yönelik gereğinden çok daha az çaba sarf edildiğini düşünmekte.

Siyasetin cevaplaması gereken zor sorular

Sahada 22 yaşındaki uzman çavuş Mehmet ile 23 yaşındaki polis özel harekât Mustafa bir tarafta, 14 yaşındaki Çekdar ile 15 yaşındaki Baran diğer tarafta silahlı mücadele olanca hızıyla sürüyor. Ama ben uzman Mehmet’in, polis Mustafa’nın, Çekdar’ın ve Baran’ın cevap veremeyeceği şu soruları onların adına muhataplarına yöneltmek isterim. Bu soruların cevaplarına kafa yormak istemeyen ‘kan bezirganlarına’ pek diyeceğim yok ama insaflı olan zihinlerde soruların anlam bulacağına inancım tam.

- Gelecekte bu coğrafyada etnik ve siyasi uyanmış Kürt ile Sünni-Hanefi Türk ORTAK mı yoksa HASIM mı olacaktır? Kürt siyaseti ortaklaşma (bir araya gelme-diyalog ve işbirliğinin kurumsal hale gelmesi) veya hasımlaşma (ötekileştirme-düşmanlaştırma-şeytanlaştırma) süreçlerinden hangisini uygulamaktan yana tercihini kullanacaktır?
-PKK’nın ‘etnik siyasi öfkeyi’ kendi varlığının devamı açısından zinde tutmak istemesi normaldir. Ancak PKK acaba niçin aynı anda Rojava’da silahlı, Türkiye’de silahsız ve siyasi bir mücadele kıvamını tutturamamıştır? Bu acaba Kürt siyaseti içinde bir sivil-asker ilişkileri sorununa işaret eder mi?

- PKK Rojava pratiğinin gençlere dayattığı ‘Kürt’ tipinin Öcalan’ın geleneksel Kürt tipinden daha cezbedici hale geldiğinin farkında mıdır?

- PKK’nın Temmuz ayından bu yana devam eden kent çatışmalarına girmeden önce halkın çoğunluğunun buna destek vermeyeceğini görmesi gerekiyordu. Acaba PKK’nın yaşadığı bu siyasal miyopinin ve stratejik renk körlüğünün nedenleri neler olabilir? Örneğin PKK Gezi sürecine baksa ‘Alevi Kürdün’ bu süreçte sokakta olduğunu, ancak muhafazakar Kürdün Gezi’yi ‘hükümete komplo’ olarak görüp evlerinde oturduğunu görürdü. PKK Gezi’nin sosyolojisini iyi analiz etse belki de hendek-barikat dayatması hatasına düşmezdi. Acaba o zaman PKK bir güç zehirlenmesi yaşadı da acaba insan faktörünü mü ıskaladı?
- Acaba Ankara’nın bir yandan etnik ve siyasal uyanmış Kürtleri güvenlik güçleri ile ‘dövme’, diğer yandan STK’lar ile camiye çağırma stratejisi ne kadar başarılı olur?

-PKK giderek güçlenmekte olan Rojava ilhamlı küresel Kürt milliyetçiliğinin önünde engel mi yoksa destekçisi mi? PKK bu yeni milliyetçilik ‘ruhunu’ daha ne kadar yönetebilir?

-Güneydoğu’da Kürt PKK’dan korkuyor ve PKK’sız bir dünya düşünemiyor. PKK’nın yarattığı bu sıkışmışlık hissi Kürdü ‘ezik’ yapmıyor mu? PKK bu tutumla Kürdün ‘onur ve haysiyetini’ kırmıyor mu? Ezik domatesten salça olur ama ezik insandan ne olur? PKK Kürt bireyle karşılıklı saygıya dayalı ve hiyerarşik olmayan bir ilişki modeline yönelebilir mi? Cevap ‘Evet’se nasıl?

- PKK’nın 2030’ların coğrafyasında halklara sunacağı ortak gelecek modeli nedir? Bu modelin temel karakteristikleri neler olabilir?

-Kürt hareketi içinde son dönemde ‘Kim- nereye gelecek?’ kavgası ‘Prensip-proje’ kavgasının önüne geçiyor. Kürt hareketi içindeki bu kişiselleşmiş siyaset anlayışı prensip-proje-kurum odaklı bir bakış açısı ile nasıl revize edilebilir?

-Siyaset özetle  a. Para   b. Güç  c. İnsan için yapılır.. Acaba Kürt hareketi içindeki siyasette bunlardan hangisi ön plana çıkıyor ve niçin?

- Son çatışmaların algı ve kanaatlere etkisi konusunda sahada bir memnuniyet anketi yapılıyor mu? Bu ankette özellikle acaba ‘korku’, ‘umut’, ‘öfke’ ve ‘huzur’ durumlarından hangisi baskın?

Sonuç
Çatışmaların yarattığı umutsuzluk zaten hayatı dikiz aynasından algılayan Kürt toplumunu ‘an’a daha da yapıştırmaktadır. ‘İtaat et-İsyan Et’ kapanına sıkışmadan çatışmaları aşmaya çalışan toplumun yüzünü döndüğü tek yer olan sivil toplumdaki ve STK’lardaki çürüme mevcut karamsar havayı daha da arttırmaktadır.

Çatışmadan, kutuplaşmadan ve gerginlikten beslenen toksik siyaset her açıdan toplumun ve isteklerini karşılayamamakta. Tam da bu nedenle çatışmaların devam ettiği ve güvenlikçi yaklaşımların öne çıktığı, eli silahlıların ağırlıklarının arttığı bu dönemlerde sivil inisiyatiflere olan ihtiyaç çok artmakta. Tam da burada Türkiye’de siyasi ve entelektüel bir seferberliğe ihtiyaç duyuluyor. Çünkü bu iş sahada 22 yaşındaki Mehmet’in, 22 yaşındaki Mustafa’nın, 14’lük Çekdar’ın ve 15’lik Baran’ın omuzlarına bırakılmayacak kadar önemli...Tabii aklı ve vicdanı hala memleket hayrına çalışanlar ve memleketin ‘mutlu ve huzurlu’ geleceğine kafa yoranlar için....

24 Haziran 2016 Cuma

Askere hukuki koruma ve yeni yetkiler getiren tasarı Meclis’ten geçti


‘Terörle mücadele’de Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının elini güçlendiren tasarı Meclis’te kabul edilerek yasalaştı.
Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
Meclis Genel Kurulu’nda dün gece kabul edilen ‘Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’ askeri personel için kıdem, rütbe, sicil gibi konularda değişiklikler getirirken hukuki koruma ve yeni yetkiler de sağlıyor.

Birlik komutanı operasyon yapabilecek

*  ‘Terörle mücadele’ için gerekli olması veya ‘terör eylemleri’nin kamu düzenini ciddi olarak bozması halinde, İçişleri Bakanlığı’nın teklifi üzerine bakanlar kurulu kararıyla TSK görevlendirilebilecek.
* Bakanlar kurulu, kararında, görevin kapsam ve süresini, alanını, istihbarat yetkisinin kapsamını, destek silahlarının kullanımına yönelik tahditleri, görevlendirilen birliklerin mülki amirler ve genel kolluk kuvvetleriyle ilişkileri ve ilgili kamu kurumlarınca alınması gereken önlemleri belirleyecek.
* Bunun ardından genelkurmay başkanlığı, görev yapacak TSK birliklerini belirleyecek, bu birlikler de kendi komutanının sorumluluğu altında, onun emir ve talimatlarına göre, sahip olduğu yetkileri kullanarak verilen görevleri yapabilecek.
* Yasanın en çok eleştirildiği noktalardan biri, operasyonlar sırasında ‘gecikmesinde sakınca bulunan haller’de yetkili birlik komutanının yazılı emriyle hareket edilebileceği yönündeki değişiklik. Buna göre güvenlik kuvvetlerinin elinden kaçmakta olan kişilerin izlenirken girdikleri konuta, iş yerine veya kamuya açık olmayan kapalı alanlara yetkili birlik komutanının yazılı emriyle girilebilecek.
* Birlik komutanının yazılı emriyle yapılan operasyon tam 24 saat sonra hakim onayına sunulacak.
* TSK personelinin faaliyetleri askerlik hizmet ve görevlerinden, bu faaliyetler nedeniyle işlendiği iddia edilen suçlar da askeri suçlardan sayılacak. Böylece askere, yargı kalkanı gelecek.

TSK’ya hukuki koruma

* Bu şartlar içinde yürütülen operasyonlar için de soruşturma izni verilene kadar TSK personeli için yakalama, gözaltı ve tutuklama tedbirlerine başvurulamayacak.
* Operasyonda suç işlenirse, görevli askerler hakkında ancak genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları için başbakanın, diğer personel için milli savunma bakanının, jandarma genel komutanı ve sahil güvenlik komutanı ile bu komutanlıklardaki diğer personel için içişleri bakanının izni olduğu sürece soruşturma açılabilecek. İzin verilmezse soruşturma da açılamayacak.
* Cumhuriyet savcılarınca memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında doğrudan soruşturma yapılması da makamına göre içişleri bakanlığı, vali ve kaymakamın iznine tabi olacak.
*Görevler yerine getirilirken verilen zararlar da devlet tarafından tazmin edilecek.
TSK personeli ile mülki idare amirleri, kolluk kuvvetleri ve diğer memurlar ve kamu görevlilerinin kararları, işlemleri ve faaliyetleri nedeniyle tazminat davaları devlet aleyhine açılabilecek. Olayda kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk halleri olsa da kişilere açılamayacak.

Geriye dönük de etkili olacak

* Bu yasa, şu zamana kadar güneydoğu illerinde sürdürülen operasyonları da kapsayacak. Bu çerçevede hukuki korumaya ilişkin düzenlemelerden, yasanın yürürlüğe girdiği tarihten önce ilgili kanuna göre operasyona katılan TSK personeli, memurlar, geçici köy korucuları ve gönüllü korucular dahil diğer kamu görevlileri de yararlanacak.

“İHA’lar iyi çalışsa Güneydoğu’da bu kadar şehit olmazdı”

Artan terör olayları gözleri savunma sanayi projelerine çevirdi. Son dönemde yapılan projelerden yeterince verim alınamadığına dikkat çeken 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı ve Emekli Tuğgeneral Haldun Solmaztürk, terörle mücadelede hayati projelerde ciddi gecikme ve aksaklıklar yaşandığını belirtti.
Savunma sanayi projelerinde beklenen verim alınamıyor. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Emekli Tuğgeneral Haldun Solmaztürk, yetkililerin savunma sanayi ile ilgili çizdiği toz pembe tabloya rağmen projelerde beklenen verimin alınamadığına işaret etti. Terörle mücadelede hayati değere sahip projelerde ciddi gecikme ve aksaklıklar yaşandığını belirtti. Solmaztürk’e göre, bu durum projelere yönelik siyasi müdahale ve kimi firmalara yönelik takınılan ayrımcılıktan kaynaklanıyor.
Atak  helikopter kullanılsaydı reklamı yapılırdı
Teslim alındığı söylenen, terörle mücadelede kullanılıyor denen 10 kadar Atak helikopterinin kullanılmadığının iddia eden Solmaztürk, “Bunlar kullanılmış olsaydı, zaten yüz defa siyasi maksatlı reklamını yaparlardı. Beni asıl rahatsız eden, terörle mücadelede birinci derecede ihtiyaç duyulan taarruz helikopterleri projesinin bugün hala başlangıç aşamasında olması. Bu helikopterlerin pilotları, atış kontrol sistem personeli ne zaman eğitilecek, ne zaman TSK’nın genel atış destek sistemine entegre olacak, hepsi belirsiz. Bunun da ana nedeni, bu projelere siyasi ve ekonomik bir rant kapısı olarak bakılması.” dedi.
İstihbarat zafiyeti
Şehirlerdeki operasyonlarda verilen zayiatın önemli bir kısmı istihbarat eksikliğinden kaynaklandığını iddia eden Emekli Tuğgeneral Haldun Solmaztürk, “İstihbaratı sağlayacak olan da esas olarak insansız hava araçlarıdır. Bu kadar zayiat verildiğine göre, bu konuda bir zafiyet olduğu görülüyor. Ya elde yeterli sayıda İHA yok, ya İHA’lar teknik olarak yetersiz, ya personel yetersiz ya da bunların hepsi söz konusu. TSK’nın ihale ettiği silahlı bir İHA şu an yok. Parası verilip hazır alınmaya çalışılıyor.” dedi ve ekledi; “Atak helikopterine şu ülke, bu ülke talip deniyor; sözleşme yapılmadan bunların hepsi spekülasyondur. Atak bizim envanterimize girip kullanılmadan hiç kimse onun siparişini vermez. Teslimatı yapıldığı belirtilen 10 kadar helikopterin ordunun envanterine girdiği söylenemez. Ne zaman silahlı kuvvetlerin envanterine girmiş sayılır? Mesela, Atak taarruz helikopter bölüğü kurulur ve bu bölük örneğin 2. Ordu’nun emrine verilir, o zaman muharebe harekatımıza fiili katkıda bulunmaya başlamıştır.”
Mini İHA’larla ilgili ciddi problemler var
İşin içinde olan asker arkadaşlarının verdiği bilgileri paylaşan Solmaztürk: “TSK’ya teslim edilen mini İHA’larla ilgili çok ciddi problemler yaşandı ve bunları teslim eden firma kırım halinde bunların onarımını yapmadı. İsim vermem uygun olmaz, ama mini İHA’ları kimlerin TSK’ya verdiği bellidir. Bendeki bilgi, ilk partide temin edilen mini İHA’larda sorunlar yaşandığı için ikinci ihalenin bir başka firmaya verilmeye çalışıldığı, fakat siyasi müdahaleler nedeniyle bunun gerçekleşmediği, ilk firmada ısrar edildiği ve acil ihtiyaç olan mini İHA’ların tedarikinin geciktiği yönündedir.” dedi.
Güneydoğu’da yine Heronlar mı kullanılıyor?
Bugün zaman zaman televizyonlarda geçmişte PKK’nın kamplarının BBG evi gibi izlendiğinin söylendiği dönemdekine benzer görüntüler izliyorum. Belli ki bu görüntüleri televizyonlara silahlı kuvvetler veriyor. Televizyonlardaki görüntüler oldukça net. Benim bildiğim, bizim envanterimizde bu görüntüleri çekebilecek taktik insansız hava araçları yok. Bu görüntülerin bir kısmı mini İHA’lardan alınıyor mu, kestiremiyorum. Acaba diyorum, bizim projeler geciktiği için bugün de mi yine Heronlar İsrail’den kiralandı veya satın alındı?
En büyük problem siyasî müdahale
Hemen bütün projelerde problem var. Ama en büyük problem siyasi müdahaleden kaynaklanıyor. Ama cihet-i askeriyede de eksiklik, hata ve ihmaller var. Genelkurmay başkanının bu projeler bu kadar gecikmesine ve birçok aksaklık olmasına rağmen niçin bunların üzerine gitmediğini anlamakta güçlük çekiyorum. Bunları üreten firmaların yönetim kurullarındaki personelin siyasi iktidarla çok içli dışlı olmalarının TSK’nın projelerinin gerçekleştirilmesini olumsuz etkilediğini düşünüyorum.

Hulusi Akar, Fikri Işık'la aynı masaya oturmadı!

Hulusi Akar, Fikri Işık'la aynı masaya oturmadı!
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, GATA'da düzenlenen iftarda Milli Savunma Bakanı Fikri Işık ile aynı masaya oturmadı.
Milli Savunma Bakanı Fikri Işık ve Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar, 21 Haziran'da, GATA'da tedavi gören gaziler, personel ve öğrencilerle birlikte iftar yaptı.  Fotoğraflarda, Org. Akar ile Bakan Işık'ın aynı kare içinde yer almadıkları dikkat çekti.

Hakkâri ve Mardin'de 6 asker şehit oldu!

Hakkâri'de PKK'lılarla güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmada 4 asker şehit oldu.
Hakkâri- Çukurca karayolunda PKK'lıların yola tuzakladığı el yapımı patlayıcı tespit edildi. Hakkari merkeze bağlı Çimenlik ve Oğul köyleri arasındaki yolda patlayıcının imha edilmesinin ardından bölgede operasyon başlatıldı. Pusu kuran PKK'lıların açtığı ilk ateşte 1 astsubay ve 3 uzman çavuş şehit oldu.
Mardin'in Derik İlçesi'nde de PKK'lıların jandarma karakoluna düzenlediği saldırının ardından bölgeye takviye giden timin bulunduğu askeri araca teröristlerin saldırısında 2 asker şehit oldu.
Derik İlçesi'ne bağlı Akçay Köyündeki Soğukkuyu Jandarma Karakolu'na bugün sabah saat 06.30'da bir grup PKK'lı tarafından uzun namlulu silahlarla saldırı düzenlendi. Güvenlik güçlerinin karşı ateşi üzerine çatışma çıktı. Çatışmanın haber verilmesi üzerine saldırıya uğrayan karakola Derik'ten takviye timler gönderildi. Ancak bölgeye takviye gönderilen askeri time PKK'lıların pusu kurup ateş açması sonucu ilk belirlemelere göre bir astsubay ve bir uzman çavuş şehit oldu.

Saldırıda 3 ton patlayıcı kullanıldı


Saldırıda 3 ton patlayıcı kullanıldı
 Mardin’in Ömerli İlçesinde dün akşam teröristler tarafından jandarma karakoluna düzenlenen bombalı saldırıda 3 ton patlayıcı kullanıldığı belirlendi.
Mardin’in Ömerli ilçesinde bulunan jandarma karakoluna teröristler tarafından bomba yüklü araçla düzenlenen saldırıda yoldan geçen kamyon şoförü ile bir vatandaş hayatını kaybetti, 3’ü asker 12 kişi yaralandı. Yaklaşık 3 ton patlayıcının kullanıldığı saldırıda karakol binası ile çevredeki vatandaşların evleri büyük ölçüde zarar gördü. Teröristler tarafından bomba yüklü araçla düzenlenen saldırının izleri gün ağırınca ortaya çıktı. Karakola yakın çevredeki evler patlamanın etkisiyle büyük hasar gördü.
SON BİR AYDA KARAKOLLARA 5 AYRI BOMBALI SALDIRI DÜZENLENDİ
Teröristlerin Midyat Emniyet binasına düzenledikleri bombalı saldırıda da 2’si kadın polis olmak üzere toplam 5 kişi şehit oldu. Son bir ayda teröristler tarafından Midyat, Ömerli, Derik ve Kızıltepe ilçesinde karakol ve emniyet binalarına beşinci kez bombalı saldırı düzenlendi. Bombalı saldırılarda şu ana kadar 5 güvenlik mensubu şahit olurken 10 sivil vatandaş da yaralandı. İstihbarat zafiyetinin yaşandığı Mardin’de polis ve jandarma istihbarat ekipleri yapılan saldırılarının önüne bir türlü geçemiyor.

Yargıtay'dan "12 Eylül darbesi mecburiyetti" savunmasına yanıt: Olaylar darbesiz de yatıştırılabilirdi

12 Eylül 1980 askeri darbesine ilişkin tarihi bir karara imza atan Yargıtay 16. Ceza Dairesi, “Anayasa silah zoruyla değiştirilmiştir. Olaylar darbesiz de yatıştırılabilirdi” dedi. Kararın, 28 Şubat gibi devam eden yargılamalar için de emsal teşkil edeceği belirtildi.


Yargıtay'dan
12 Eylül 1980 askeri darbesinin sorumlularının yargılanmasını engelleyen Anayasa’nın geçici 15. maddesinin 2010’daki Anayasa değişikliği referandumu ile kaldırılması sonrasında, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından darbenin darbenin mimarları dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya hakkında dava açılmıştı. Kenan Evren, hastanedeki odasından duruşmaya katılmış, telekonferans yöntemiyle ifade vermişti. Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’yı, “Devlet kuvvetleri aleyhine cürümler” başlıklı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 146. maddesi uyarınca önce “ağırlaştırılmış müebbet” hapis cezasına mahkûm etti. Ceza, daha sonra iyi halden indirimle “müebbet hapse” çevrildi. Mahkûmiyetin sonucu olarak Evren ve Şahinkaya’nın rütbelerinin de sökülmesi kararlaştırıldı.

YARGILAMA AŞAMASINDA ÖLDÜLER

Bu karar Evren ve Şahinkaya’nın avukatlarınca temyiz edildi. Dava, Yargıtay’a taşındı. Temyiz süreci devam ederken, Evren 9 Mayıs 2015’te Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde (GATA), Şahinkaya 9 Temmuz 2015’te İstanbul’da hayatını kaybetti. Şahinkaya’nın ölümünün ardından yasal zorunluluk gereği davanın düşürülmesine karar verilmesi gerekiyordu. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, 12 Eylül darbesine ilişkin kararını verdi.

"TAMAMLANMAMIŞ DARBE"

Yargıtay 16. Ceza Dairesi, davaya ilişkin temyiz incelemesini tamamladı. Daire, her 2 sanığın da ölmesi nedeniyle davanın düşürülmesine karar verdi. Habertürk'ten Fevzi Çakır'ın haberine göre, barbe suçunun değişik ülkelerden örneklerine yer verilen kararın gerekçesinde daire, adeta 12 Eylül darbesini mahkûm etti. 12 Eylül’de Evren ve arkadaşlarının Anayasa’yı demokratik olmayan yollarla ve silah zoruyla değiştirdiğine işaret edilen kararda, “12 Eylül tamamlanmış bir askeri darbedir ve darbe de yasalarımıza göre suçtur. Sanıkların eylemi Anayasa’yı silah zoruyla değiştirme suçu kapsamındadır” dendi.
Evren’in, “Ülkenin o tarihteki ve öncesindeki durumunu büyük Türk milleti bilmektedir. Büyük Türk milleti o olaylara layık değildi. Biz o gün doğru olanı yaptık. Bugün de olsa aynı şekilde ihtilal yapardık” yönündeki savunmasına işaret edilen gerekçede, “Olaylar darbe gerçekleştirilmeden de yatıştırılabilirdi. Bu savunma yerinde değil” ifadesi kullanıldı.

28 ŞUBAT İÇİN EMSAL OLACAK

Gerekçede, Şahinkaya’nın, “12 Eylül müdahalesi Türk ve dünya tarihinde yerini almış büyük bir olaydır. Tarihi olayları ancak tarih yargılar’’ savunmasının da yerinde olmadığı vurgulandı. Sanıkların “Kurucu iktidarız, eylemlerimizden dolayı yargılanamayız” yönündeki savunmalarına da dikkat çekilen kararda, “Anayasa demokratik olmayan yollarla değiştirildi. Bu eylemi kim gerçekleştirirse gerçekleştirsin cezai yaptırım ile karşı kaşıya kalacaktır” değerlendirmesine yer verildi. Bu karar, 28 Şubat gibi devam eden yargılamalar için de emsal teşkil edecek.

23 Haziran 2016 Perşembe

Bu acıya yürek dayanmaz! Üç ayda ikinci kez evlat acısı

Bu acıya yürek dayanmaz! Üç ayda ikinci kez evlat acısı
Uyuşturucu komasına girerek yaşamını yitirdiği ileri sürülen Şanay'ın kesin ölüm nedenini tespiti için otopsi yapılacağı bildirildi. Uzman Çavuş olan oğulları Hakan Şanay geçen 29 Mart'ta Mardin'deki birliğinde av tüfeğiyle intihar eden Şanay Ailesi, bu ikinci acı haberle iyice sarsıldı.

Ödemiş'teki bir fotoğraf stüdyosunda çalışan Ozan Şanay, dün akşam Anafartalar Mahallesi'ndeki bir arkadaşına gitti. İddiaya göre, burada arkadaşlarıyla eğlenip, ecstacy uyuşturu hap ve esrar içen Şanay, sabaha karşı fenalaştı. Arkadaşları tarafından saat 05.00 sıralarında Ödemiş Devlet Hastanesi'ne kaldırılan Şanay, doktorların müdahalelerine rağmen yaşamını yitirdi.
Ölümü şüpheli bulunan Şanay'ın cesedi, savcının talimatıyla kesin ölüm nedeninin tespiti için otopsi yapılmak üzere İzmir Adli Tıp Kurumu'na gönderildi. Polis, Şanay'ın gece birlikte olduğu dört arkadaşının ifadesine başvurdu. Polis, Ozan Şanay'ın ölümüyle ilgili soruşturmanın sürdüğünü bildirdi.

Şanay'ın acı haberi alan emekli itfaiyeci olan babası Recep Şanay ve annesi Semra Şanay ile diğer yakınları gözyaşlarına boğuldu. Geçen 29 Mart'ta uzman çavuş olarak görev yapan bir yıllık evli oğulları 26 yaşındaki Hakan Şanay'ın tüfeğiyle intihar etmesinin ardından ikinci kez evlat acısı yaşayan Şanay Çifti, yıkıldı. Bir de kızları olan Şanay Çifti'nin Zafer Mahallesi, İsmail Ata Caddesi'ndeki evleri taziye ziyaretine gelenlerin akınına uğradı.

Türkiye'nin konuştuğu yarbaya ihraç

Şırnak’ta kardeşi şehit düşünce tepkisini dile getiren Yarbay Mehmet Alkan, TSK’dan ihraç istemiyle Disiplin Kurulu’na sevk edildi. Alkan’a daha önce uyarı cezası verilmişti.


Yarbay Mehmet Alkan'ın kardeşi Yüzbaşı Ali Alkan, 23 Ağustos'ta Şırnak'ta şehit düştü. Alkan, cenaze töreninde çözüm sürecinde palazlanan PKK'ya dikkat çekerek siyasilere tepki gösterdi. TSK, soruşturma başlattı, Yarbay Alkan'a uyarı cezası verildi.

ŞİMDİ DE İHRAÇ

Alkan, 11 Mayıs'ta şehit yakınlarına konuştu. “23 yıldır şehit veriyoruz. Ülkeyi yönetenler ne yaptı?” dedi. Yarbay, bu kez ihraç talebiyle disipline sevk edildi. Change.org.'da Yarbay'a destek için imza kampanyası başlatıldı.

O YARBAYI ATACAKLAR

23 Ağustos 2015'te Şırnak'ın Beytüşşebap ilçesinde PKK terör örgütü mensuplarının düzenlediği karakol saldırısında şehit olan Jandarma Yüzbaşı Ali Alkan'ın ağabeyi Jandarma Yarbay Mehmet Alkan'ın, ihraç istemiyle Jandarma Genel Komutanlığı Yüksek Disiplin Kurulu'na çıkartılacağı öğrenildi. Yarbay Alkan, kardeşinin cenazesinde siyasilere gösterdiği tepki nedeniyle gündeme gelmişti. Alkan hakkında siyasi iktidarın baskısı üzerine soruşturma açılmış ve uyarı cezası almıştı. Alkan, 11 Mayıs'ta Osmaniye Şehit Yakınları ve Gaziler Derneği'ndeki konuşmasından dolayı da “siyasi faaliyette bulunmak” suçlamasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nden ihraç istemiyle disipline sevk edildi.

29 HAZİRAN'DA GÖRÜŞÜLECEK

Yarbay Alkan'ın meslekten ihraç istemi 29 Haziran günü disiplin kurulunda görüşülecek. Yarbay Alkan için dün Change.org sitesinde imza kampanyası başlatıldı. İhraç isteminin geri çekilmesi için başlatılan imza kampanyasına 175 bin kişi destek verdi.

SİYASİLER BEDEL ÖDEMEDİKÇE BU İŞ BİTMEYECEK

İzinli olarak memleketi Osmaniye'ye gelen Yarbay Mehmet Alkan, kardeşleri ile birlikte şehit Yüzbaşı Ali Alkan'ın mezarını ziyaret etmişti. Ziyaret sonrası Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Osmaniye Şubesi'nde konuşma yapan Yarbay Alkan, “Hani diyorlar ya, ‘Askersin kardeşim öleceksin', eyvallah. Bakın bu kadar şehidimiz var. Bunların hepsi öldü, kanını canını verdi. 32 yıldır böyle. Peki bu ülkeyi yönetenler ne yaptı? Biz canımızla, kanımızla bedel ödedik. Ülkeyi yönetenler hangi bedeli ödedi, bunu gösterin bana. Onlar bedel ödemediği sürece bu iş de bitmeyecektir. Dağdaki terörü şehre indirenler, bu akan kanların sorumlusudur” şeklinde tepki göstermişti.

‘ALİ'MM' FERYATLARI ZİHİNLERE KAZINMIŞTI

Şehit Yüzbaşı Ali Alkan'ın, cenaze töreninde vatandaşların siyasi iktidar partisi temsilcilerine tepki göstermesi üzerine kısa süreliğine bir arbede yaşanmıştı. Şehit Yüzbaşı Alkan'ın ağabeyi Yarbay Mehmet Alkan'ın, üniformasıyla katıldığı cenaze törenindeki "Ali'mm" feryatları zihinlere kazınmıştı. Alkan törende, "Buranın vatan evladı, 32 yaşında, daha vatanına, sevdiklerine doymadı, dünyaya doymadı, bunun katili kim? Bunun sebebi kim? Şu güne kadar 'çözüm' diyenler neden şimdi 'sonuna kadar savaş' diyor? Sırça saraylarda 30 tane korumayla gezip zırhlı arabalara binip de 'şehit olmak istiyorum' diye bir şey yok. PKK'ya yardım edenler de kahrolsun, Öcalan'a yardım edenler de kahrolsun" diye siyasilere tepki göstermişti. Alkan hakkında cenaze töreninde gösterdiği tepki nedeniyle soruşturma açılmış ve uyarı cezası verilmişti.

Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanan askerler için düzenleme yolda

Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanan askerler için düzenleme yolda

Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, Ergenekon ve Balyoz davalarında hak kaybına uğramış askerlerin kayıplarının giderilmesine yönelik çalışma kapsamında kurumlardan görüş istendiğini ve gelen görüşlere göre konunun değerlendirmesini yapacaklarını belirtti.

Meclis Genel Kurulu’nda “Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın birinci bölümü üzerinde görüşmeler yapıldı. 8 maddelik birinci bölüm kabul edildi. Daha sonra kanun tasarısının ikinci bölümü üzerinde görüşmelere geçildi ve konuşmalar tamamlandı.

Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili yapılan yorumlara katılmadığını belirterek, “Bu noktada hak kaybına uğramış askerlerimizin hak kayıplarının giderilmesine yönelik benden önceki bakan arkadaşımızın başlattığı bir çalışma var. Bu çalışma şu anda diğer kamu kurumlarının görüşlerine sunulmuş durumda. Bu görüşler geldikten sonra değerlendirmelerimizi yapacağız ve bu noktada mağdur olan her bir insanımızın haklarının iadesi için gerekli adımları atacağız. Şu anda bu konu Bakanlığımızın üzerinde çalıştığı bir konudur.” dedi.

Şu anda Türkiye’nin bir bütün olarak terörle mücadele ettiğini dile getiren Işık, mücadele ettiği terör örgütleri, hiçbir ahlaki sınır tanımayan, insanlıktan, Müslümanlıktan, hiçbir kutsal değerden nasibini almamış örgüt ve örgütler olduğuna dikkat çekti.

“Bunlar için her şey meşru. Bunlar, hedeflerine ulaşmak için her vasıtayı mübah gören terör örgütleri ve Türkiye Cumhuriyeti bir bütün olarak bu mücadeleyi bu örgütlere karşı yürütüyor.” diyen Işık, bu kanunun temel amacının bu kahramanca yürütülen mücadelede etkin koordinasyonu sağlayacak hukuki zemini oluşturmak; belirsizlikleri ortadan kaldırmak, net bir hukuki çerçeve çizmek olduğunu söyledi.

İkinci temel amacın ise her sabah şehit olacağını, o ihtimali göze alarak bu mücadeleyi yürüten Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımızın yarın herhangi bir haksız, yersiz ve mesnetsiz ithamla karşı karşıya kalmamaları için bunlara hukuki güvence getirmek olduğunu belirten Işık,  şöyle devam etti:

“Eğer siz bu kadar kanlı bir terör örgütüne karşı askerinizin, polisinizin, güvenlik güçlerinizin, geçici köy korucularınızın, jandarmanızın mücadele etmesini istiyorsanız elbette ki onların arkasında duracaksınız, onların istediği hukuki güvenceyi vereceksiniz. Hukuki güvence layüsel olmak anlamına gelmiyor. Hiç kimsenin hukukun dışına çıkma hakkı ve yetkisi yoktur. Bu durumda da nelerin yapılacağı bu kanun metninde açıkça yazılıdır. Bu kanun vesilesiyle bir algı operasyonu yürütüldüğünü de özellikle vurgulamak isterim. Bu nedir? EMASYA Protokolü ile bu kanun arasındaki ilinti veya kurulmak istenen bağlantı. Bu tasarının EMASYA’yla uzaktan yakından alakası yoktur. EMASYA diye bu kanunla ilişki kurmaya çalışan insanlar eğer gerçekten konuyu bilmiyorlarsa art niyetlidir. Bakınız, bir kere EMASYA’nın en temel özelliği, her türlü toplumsal olaylarda askere müdahale yetki veren bir düzenleme olması. Bu kanunsa sadece ve sadece terörle mücadelede askerin icrai görevi yapmasına yetki veren bir düzenleme. Her şeyden önce, bu kanunda, askerin göreve gelmesi için, operasyona gitmesi için öncelikle İçişleri Bakanlığının Bakanlar Kuruluna talepte bulunması gerekiyor. Bakanlar Kurulu karar alıyor ve bu kararda -özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum- görevin kapsamı ve süresi, görev alanı, istihbarat yetkisinin kapsamı, topçu atışı veya hava kuvvetleri unsurları gibi destek silahlarının kullanımına yönelik tahditler yani sınırlamalar, görevlendirilen birliklerin mülki amirler ve genel kolluk kuvvetleriyle ilişkileri, ilgili kamu kurum ve kuruluşları tarafından alınması gereken tedbirler, icra edilecek görevlerin planlanması ve izlenmesiyle gerek görülen diğer hususlar Bakanlar Kurulu kararına bırakılmıştır. Yani, tüm inisiyatif, tüm yetki siyasi iradededir. EMASYA gibi muğlak ifadeler taşıyan bir protokol değil. Bu kanun tasarımızın temel mantığı siyasi iradenin tam olarak hâkim olduğu, askerî operasyonlarda sadece askerin yetkili kılındığı ama her türlü izleme ve değerlendirme görevinin de valiler tarafından olduğu bir düzenlemedir. Bu noktada sayılan hiçbir gerekçe, EMASYA’yla ilgili hiçbir gerekçe yerinde değildir. Bakınız, EMASYA’yla ilgili daha önceden kurulmuş EMASYA komutanlıkları ortadan kaldırılmıştır ve bu tasarıyla da böyle herhangi bir komutanlık kurma, birlik kurma, bölük kurma gibi bir düzenleme yapılmamaktadır. Biz, bu kanunu Güneydoğuda bu hain terör örgütüne karşı kahramanca mücadele eden askerimiz için, geçici köy korucumuz için, polisimiz için, jandarmamız için getiriyoruz.”

21 Haziran 2016 Salı

MKEK müdürünün maaşı yetmiyormuş


MİLLİ Piyade Tüfeği MPT 76 ve MP 5 silahlarına ilişkin bilgileri satttığı iddiasıyla tutuklanan eski Makine ve Kimya Endüstrisi (MKEK) Kırıkkale Silah Fabrikası Genel Müdürü Mustafa Tanrıverdi hakkında sürdürülen soruşturma tamamlandı.

İddianamede, Tanrıverdi’nin silah tüccarına sadece iki silahın değil toplam 16 silaha ait bilgileri satmaya çalıştığı öne sürüldü. Tanrıverdi ifadesinde, evinde bulunan paraların ise eşiyle hacca gitmek için biriktirdiği paralar olduğunu iddia etti. 
MKEK müdürünün maaşı yetmiyormuş
Ankara Cumhuriyet Savcısı Ali Alper Saylan’ın hazırladığı iddianamede MKEK, Milli Savunma Bakanlığı Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Maliye Bakanlığı Başhukuk Müşavirliği ve Muhakemat Genel Müdürlüğü müşteki sıfatıyla yer aldı. İddianamede, sanık Tanrıverdi hakkında, “Rüşvet almak, devlete ait gizli kalması gereken fenni keşif, buluş ve sınai yeniliklerden yararlanma” iddiasıyla 29 yıla kadar hapsi istendi.


HAC PARASIYMIŞ
İddianamede, ABD Virginia Eyaletinin Afton Şehrinde Zenith Fire Arms isimli silah firmasının sahibi, aynı zamanda MKEK’nin ABD temsilciğini üstlenen Kutlay Kaya’nın ihbarı üzerine soruşturmanın başladığı belirtildi.
MKEK müdürünün maaşı yetmiyormuş
Kutlay Kaya’nın ifadesinde, “2016 Ocak ayının ortalarında fabrikada şüpheliyle görüştüğünde kendisine MP 5’in tüm çizimlerini verebileceğini, maaşının yetmediğini söylediği; yardım talebinde bulunduğu, şüphelinin istediği tüm çizimleri 200 bin TL karşılığında verebileceğini bildirdiği, son görüşmelerini mart ayı içerisinde yaptığı, MPT 76 model yeni üretilen silahın çizim ve tüm dökümanları karşılığında şüphelinin 300 bin dolar karşılığında anlaştıkları”nı belirttiği kaydedildi.
MKEK müdürünün maaşı yetmiyormuş

İddianamede Tanrıverdi’nin savunmasına da yer verildi. Tanrıverdi ifadesinde, “evinde ele geçirilen paralar ilk kez gideceği hac ziyareti için biriktirmiş olduğu paralar olduğunu, herhangi bir belge karşılığında alınan paralar olmadığını” söylediği belirtildi. İddianamenin ekinde Tanrıverdi’yi ihbar ederek yakalanmasını sağlayan işadamı Kaya hakkında ise etkin pişmanlık hükümleri uygulanarak, rüşvet verme suçunun yasal unsurları oluşmadığı gerekçesiyle takipsizlik kararı verildiği kaydedildi.

"TÜRKİYE'NİN MENFAATLERİNE AYKIRI OLDUĞU İÇİN..."
İddianameye göre, Kaya, ifadesinde, "ABD'deki Zenith Fire Arms isimli firmanın sahibi olduğunu, uluslararası silah ticareti yaptığını, hem Türk hem de ABD vatandaşı olduğunu" belirterek, MKEK'ye iş nedeniyle gidip geldiği için Tanrıverdi'yi tanıdığını anlattı.
Kaya, "Tanrıverdi'nin teklif ettiği çizimlerin, kendisi için milyon dolarlar değerinde olmasına rağmen Türkiye'nin menfaatlerine aykırı olduğu için ona sinirlenerek, onu yakalatmaya karar verdiğini" söyledi

Bölgeye özel harekat timleri indirildi!



Diyarbakır'dan son dakika haberleri gelmeye devam ediyor... Diyarbakır’ın Lice, Hani, Silvan ile Hazro İlçeleri’ne bağlı 25 köyde bugün saat 05.00’den itibaren sokağa çıkma yasağının getirilmesinin ardından, PKK’lı teröristleri etkisiz hale getirmek için geniş çaplı operasyon başlatıldı. Bölgeye karayoluyla asker ve polis özel harekat timleri ile araçlar sevk edildi.

Diyarbakır’da PKK’lıları etkisiz hale getirmek, örgütün kullanıldığı değerlendirilen sığınak, barınak, depo alanlarını tespit etmek ve malzemeleri ortaya çıkarmak için son dönemlerin en büyük operasyonlarından biri Lice, Hani, Silvan ve Hazro ilçelerinin kırsal kesimlerinde dün gece başladı.

İlçelere bağlı 25 köyde bugün saat 05.00’den itibaren sokağa çıkma yasağı getirilmesinin ardından bölgeye helikopterlerle Jandarma Özel Harekat Timleri indirildi, karadan da sivil minibüslerle asker ve zırhlı araçlar sevk edildi. Operasyonlara polis özel harekat timleri de destek verdi.

Son dakika haberi: Bölgeye özel harekat timleri indirildi!
Konvoyların geçişi sırasında sıkı güvenlik önlemleri alınırken, frekans karıştırıcı Jammer’li araçların da eşlik ettiği görüldü. Havadan uçak ve helikopterlerin de destek verdiği operasyon kapsamlı bir şekilde devam ediyor.
Diyarbakır-Bingöl karayolu üzerinde güvenlik güçleri her 5 kilometreye kontrol noktaları kurdu. Kurulan kontrol noktalarından geçiş yapan araçlarda sıkı bir şekilde arama gerçekleştiriliyor. Güvenlik güçleri operasyon bölgelerine giriş ve çıkışları da tutarken, gazetecilerin de bölgeye girmelerine izin vermedi.
Son dakika haberi: Bölgeye özel harekat timleri indirildi!

17 Haziran 2016 Cuma


Göründüğü kadarıyla AKP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği dini milliyetçilik ve otoriter başkanlık rejimi yolunda ilerleyecek. Gidilen yolun çıkmaz yol olduğunu görüp, partinin muhafazakâr-liberal kuruluş rotasına dönmek isteyenlerin sahneye çıkması umudu zayıflıyor.

Evet, bu malumun ilamı… Kürt yurttaşların kimlik taleplerinin karşılanmayışından kaynaklanan Kürt sorunu, 1990’larda yaklaşık 40 bin yurttaşın ölümüne yol açmıştı. Ne yazık ki tarihten ders alınmıyor. Yeniden askeri çözüm ve şiddet politikalarına dönülmesinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Bu bir yılda güvenlik kuvvetleri 500’den fazla şehit verdi, PKK’nın kayıplarının 7 bini geçtiği tahmin ediliyor. Hepsi Türkiye’nin yurttaşları… Hepsi analarının kuzusu… Ne elim! Ne acı! Bu şiddet son bulmalı!
Evet, askeri çözüm hayaldir. Ne PKK güvenlik kuvvetlerini dize getirebilir ne de PKK öldürmekle tükenir. Kürt sorunu, Türkiye ile sınırlı değildir. Aslına bakarsanız, aklı başında olan herkes bunları biliyor. Bunun için İsmail Beşikçi, “Kanımca görüşmeler yine olacaktır. Devlet/hükümet kendi elini güçlendirmek, Kürtleri güçsüzleştirmek için operasyonları daha da tırmandırabilir. Yeterli güce ulaştığını düşündüğü zaman, başka bir formatta… Görüşmeler gündeme gelebilir…” dediğinde herkesin aklında olanı ifade ediyor. (BBC Türkçe, 9 Haziran)

Müstafi başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bunun için “2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa her şey konuşulabilir…” dediği (4 Nisan), Sırrı Süreyya Önder’e bakılırsa, bunun için HDP aracılığıyla PKK’ya haber gönderdiği anlaşılıyor. Biraz da bu yüzden koltuğunu kaybettiği de… Kimilerine göre de “çözüm süreci”nin canlanması için “büyük devletler” devrede. (Rudaw, 13 Haziran)

Son bir yılda tırmanan şiddet ve siyasi sonuçları, aklı başında herkesi, nerede yanlış yapıldığı, şiddete nasıl son verilebileceği üzerine düşünmeye sevk ediyor. Bu bağlamda (Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürtlere yapılan haksızlıkların Türkler arasında uyandırdığı öfkenin timsali olan) İsmail Beşikçi’nin söyledikleri dikkate değer. Beşikçi, 7 Haziran’da HDP’nin 80 milletvekili kazanmasıyla siyasi mücadelenin daha büyük önem kazandığını, PKK’nın geri planda kalması gerektiğini, HDP’nin onu ikna edememesinin zaaf olduğunu belirttikten sonra, HDP’nin “Türkiyelileşme” anlayışını ve “Seni başkan yaptırmayacağız” politikasını eleştiriyor. Kürtlerin parlamentodan ziyade Başkan’ı ikna etmelerinin daha kolay olabileceğini; devletin tutsağı Öcalan’la görüşmelerden bir sonuç çıkmasının mümkün olmadığını, Öcalan’ın dahi muhatap olarak HDP’yi işaret etmesi gerektiğini sözlerine ekliyor.

HDP’DE KÜRT SORUNU TARTIŞMALARI

Bir süredir Kürt siyasi hareketi içindeki “kafa karışıklığı”ndan yakınan HDP milletvekili Altan Tan’ın çağrısı da üzerinde durulmaya değer. Beşikçi gibi demokratik mücadeleyi destekleyen, şiddete karşı çıkan Tan, ondan farklı olarak “Türkiyelileşme” politikasına destek veriyor. Ona göre hareket bir yol ayrımında: “Kürtler Türkiye ile birlikte bir gelecek mi inşa edecek? Yoksa Türkiye’den ayrılarak ayrı bir siyasi gelecek mi inşa edecek?” karar verilmeli. Mücadele demokratik çizgide devam etseydi HDP’nin 1 Kasım’da en az 100 milletvekili çıkarabileceğini, bir sonraki seçimde de anamuhalefet olabileceğini söylüyor.
PKK’yı “Cumhurbaşkanı’nın, AKP’nin, devletin işine geleceğini bile bile şiddet sarmalına girdi” sözleriyle eleştiriyor. “7 bin Kürt genci hayatını kaybetmişse sadece ‘pardon’ diyemezsiniz. Bunu görememiş, hesaplayamamışlarsa görevi bırakmaları lazım.” diyor. Şiddet sarmalının “Türkiye’deki derin yapılarla Kürt siyasetinin içindeki derin yapılar”ın ortak işi olduğu yorumunu yapıyor. HDP’yi de 1 Haziran sonrasında AKP ile koalisyona kapıları kapattığı için eleştiriyor. Muhafazakâr Kürtlerin HDP’nin AKP ile çözüm sürecini devam ettirebileceğini düşündüğünü söylüyor ve sosyalistlerin HDP’de güçlerinin çok üzerinde temsil bulduğundan yakınıyor. “Demokratik ve legal siyaset tercih edilir ve muhafazakâr kitle partide etkili olursa ayrıma gerek kalmaz. Fakat bu savaş stratejisi devam ederse ve ağırlıklı sol, sosyalist, seküler söylem devam ederse farklı oluşumlar olabilir. Siyaset boşluk kabul etmez…” diyor. Demirtaş’ın cevabı: “HDP yol ayrımındadır diyenler kusura bakmasın, kendileri yol ayrımındadır.”
Bu analizler hakkında ne söylenebilir? Tarihten niçin ders alınamıyor? Gözleri kör eden nedir? Niçin demokrasiyi yerleştirerek insan haklarını ve ülke bütünlüğünü güven altına alamıyoruz? Bu sorulara cevap verebilmek için Türkiye’de siyasete yön veren siyasi ideolojilere bakmak gerekir.
161004
Türkiye’ye yön veren ideolojiler
Her topluma, karar vericiler tarafından temsil edilen siyasi ideolojiler yön verir. 19. yüzyıldan itibaren Batı toplumlarına yön veren ana ideolojiler muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm oldu. Muhafazakârlar liberalizmin ekonomik yönüne, sosyalistler siyasal yönüne sahip çıktılar; merkez sağ ve merkez sol böyle şekillendi. Şimdilerde merkezdeki mutabakatın çatırdamasına tanık olunuyor. Bizde Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren siyasete yön veren ana ideoloji laik, dinsel, etnik türleriyle milliyetçilik (milletin özgürlüğü) oldu. İslamcılık (ümmetçilik), liberalizm (yurttaş hakları) ve sosyalizm (işçi sınıfı davası) da ancak milliyetçi yorumlarıyla sahnede yer bulabildi.
Türkiye’de PKK’nın şiddetli, etnik Kürt milliyetçiliğini temsil ettiği muhakkak. Peki Türkiye’nin siyasetine yön veren partilerin ideolojisi nedir? Parlamento’da temsil edilen partileri ele alalım: AKP’nin ideolojisinin dini-Sünni milliyetçilik olduğu ortada. Batı aleyhtarlığı, İslam birliği iddiası ve İslam hukuku savunusu anlamında örtülü İslamcılık, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dilinde AKP fikriyatını süslüyor olabilir, ama AKP iktidara gelme sürecinde bütün bunları rafa kaldırmış; AB hedefini programın merkezine koyarak, yurttaşların hak ve özgürlüklerini savunarak, liberal-muhafazakâr bir portre çizmişti. Bugün ise bir yandan dindar, muhafazakâr Kürtlerin desteğini almak için ümmetçilik yapıyor, bir yandan da Kürt milliyetçiliğine karşı Kemalist, yani laik milliyetçilerle taktik ittifak yapmakta tereddüt etmiyor. Göründüğü kadarıyla AKP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği dini milliyetçilik ve otoriter başkanlık rejimi yolunda ilerleyecek. Gidilen yolun çıkmaz yol olduğunu görüp, partinin muhafazakâr-liberal kuruluş rotasına dönmek isteyenlerin sahneye çıkması umudu zayıflıyor.

Bugün AKP’nin iktidarının esas rakibi, muhakkak ki HDP. HDP’nin liberalizmden ve sosyalizmden, çevre ve kadın hareketlerinden esinlenen yönleriyle birlikte esas olarak Kürt milliyetçiliğini temsil ettiği ortada. Söz konusu yönleri, HDP’yi Kürt sorununun çözümünü Türkiye’nin demokratikleşmesinde aramaya itmekte. Bunun için (Beşikçi’yi hayal kırıklığına uğratarak) “Seni başkan seçtirmeyeceğiz” dedi; bunun için (Altan Tan’ı hayal kırıklığına uğratarak) en azından Gezi Parkı protestolarından sonra AKP ile ittifak aramadı. Ne var ki HDP’nin özündeki etnik Kürt milliyetçiliği onu (Beşikçi’nin dediği gibi) PKK’yı Türkiye’ye karşı silah kullanmamaya ikna etmede başarısız kılmış; (Altan Tan’ın dediği gibi) bir yol ayrımına getirmiş olabilir.
Geleneksel olarak Türk milliyetçiliğinin ana damarı olan Kemalizm’in otoriter laiklik politikalarını temsil eden CHP’de uzun yıllardır umulan dönüşüm, sosyal demokrat yönde evrim gerçekleşemedi. Parti öngörülebilir bir gelecek için, askeri vesayet taraftarı laik milliyetçi “Ulusalcılar”ın hâkimiyeti altında olmaya devam ediyor. Özgürlük yanlısı sosyal demokratların giderek partiden ayıklandıkları, marjinal kaldıkları muhakkak.
Geleneksel olarak Kemalizm’in otoriter kimlik politikalarını (“Hepimiz Türk’üz, Türk kültürüne bağlıyız”) temsil eden MHP’de Devlet Bahçeli “Ülkücü” hareketle şiddet arasına sınır çekerek partiye bir canlılık kazandırmıştı. 7 Haziran seçimlerinden bu yana izlediği AKP ile işbirliği politikalarının partiyi erimeye götürdüğünü görenler hiç beklenmedik bir şekilde “kazan kaldırdı”. Ne var ki bu “kazan kaldırma”nın partiyi AKP ve CHP’den umudu kesen seçmenlerin sığınağı haline getirme arayışından öte bir anlamı olup olmadığı hayli belirsiz.

Milliyetçilikler arasındaki kavga, ne yazık ki, Türkiye’yi bölünmeye doğru götürüyor. Gerek Türkler gerekse Kürtler arasında milliyetçiliğin liberal, yani yurttaşların temel hak ve özgürlüklerine bağlı, diğerine saygılı yorumları hâkim olmadıkça içine girdiğimiz bu felaketli yoldan kurtulmamız mümkün olmayacak.

Almanya ile Türkiye arasında İncirlik mutabakatı

Almanya’nın İncirlik Üssü'nde kurmak istediği askeri tesisler konusunda esasa ilişkin konularda mutabakat sağlandı. ‘Teknik Düzenleme’ olarak adlandırılan anlaşmanın yakında imzalanması bekleniyor.

Almanya’nın, İncirlik hava üssünde kurmak istediği askeri tesisler konusunda Türkiye ile süren görüşmelerde esasa ilişkin ilkesel mutabakatın sağlandığı öğrenildi.
Konuyla ilgili DW Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Almanya Savunma Bakanlığı Sözcüsü bu gelişmeyi doğruladı. Sözcü, görüşme sürecinin devam ettiğini belirtirken, “Ancak esasa ilişkin temel konularda uzlaşma sağlandı” açıklamasını yaptı.
Teknik Düzenleme Anlaşması
Savunma Bakanlığı Sözcüsü, Adana’daki İncirlik Hava Üssü’nde konuşlu bulunan Alman uçakları ve görev yapan personel için inşa edilmesi planlanan tesisler ve ilave altyapı çalışmalarının, Türk-Alman Teknik Düzenleme anlaşması (Technical Arrangement) ile düzenleneceğini söyledi.
Almanya’nın talepleri, Suriye’de IŞİD’le mücadele kapsamında bir süredir İncirlik’te konuşlu bulunan Alman birliğinin görevini daha etkin bir şekilde yerine getirebilmesini, bu amaçla üste Almanya için ayrılan alanda gerekli tesislerin inşa edilmesini, altyapının geliştirilmesini amaçlıyor.
Edinilen bilgilere göre, Almanya’nın talepleriyle ilgili yapılan müzakerelerde mutabakata varılan konular, her iki ülkenin yetkili mercileri tarafından halen inceleniyor.
Müsteşarlar imza atacak
Nihai inceleme ve değerlendirmelerin yapılması ve ilgili onayların alınması sonrasında, “Teknik Düzenleme” olarak adlandırılan yazılı anlaşmanın, iki ülkenin savunma bakanlığı müsteşarları tarafından imzalanması öngörülüyor.
İmza sürecindeki mutabakatın Türkiye ile Almanya arasında son haftalarda yaşanan soykırım gerginliğinden etkilenip etkilenmeyeceği merak konusu.
Berlin’deki siyasi kulislerde Federal Meclis’in 1915 yılında Ermenilere yönelik tehcir ve katliamları 'soykırım' olarak tanımasının, Türk siyasetçilerde olduğu kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üst kademesinde kızgınlığa yol açtığı konuşuluyor. Ancak siyasi gözlemciler uluslararası nitelik taşıyan ve IŞİD’e karşı kilit öneme sahip işbirliğinin bu gerilim nedeniyle sekteye uğramayacağı görüşünü ifade ediyor.
Uzmanlar, Türk tarafının imza sürecini “yavaşlatabileceğine” ancak Almanya’nın ortak bir tehdit olan IŞİD’e karşı operasyonun etkin yürütülmesine dönük teknik taleplerini reddetmesine ihtimal vermiyor.
Sözcü “yakın işbirliğine” vurgu yaptı
Türk-Alman askeri işbirliğine ilişkin sorularımızı yanıtlayan Savunma Bakanlığı Sözcüsü, güvenlik politikaları ve askeri işbirliği alanlarında Almanya ile Türkiye arasında, geleneksel ve tarihi köklere dayalı iyi ve yakın bir işbirliğinin olduğunu vurguladı.
Sözcü, iki ülke savunma bakanları ve genelkurmay başkanlarının düzenli görüşmeleri ile kurumsallaşan askeri diyaloğun bunu gözler önüne serdiğine dikkat çekti.
İki ordu arasındaki yüksek nitelikli eğitim ve değişim programları bulunduğuna işaret eden Alman Sözcü, her iki ordu mensuplarının iştirak ettiği tatbikatların da önemine vurgu yaptı. Savunma Bakanlığı Sözcüsü, “İşbirliğimiz ortak tatbikatları da kapsıyor. Mayıs ayında gerçekleştirilen Efes 2016 tatbikatına Federal Alman Ordusu paraşüt piyade bölüğünden 31 asker katıldı” diye konuştu.
“Türk Ordusu’nun desteği çok iyi”
Sözcü, Ocak 2013’ten Aralık 2015’e kadar Türkiye’ye yönelebilecek tehditlere karşı “Active Fence Turkey” adlı NATO operasyonu kapsamında Patriot hava savunma sistemiyle birlikte, 400’e yakın Alman askerinin Türkiye’de görev yaptığını da hatırlattı.
Alman birliklerinin, 2015 yılı Aralık ayından bu yana IŞİD’e karşı mücadele kapsamında İncirlik’te görev yaptığını söyleyen Savunma Bakanlığı Sözcüsü, her iki operasyonla ilgili “Türk Ordusu ile işbirliğimiz ve onların sağladığı destek çok iyi” şeklinde konuştu.
Almanya İncirlik’te ne istiyor?
Almanya’nın İncirlik’te konuşlandırdığı Tornado savaş uçakları ‘Recce' adı verilen yüksek çözünürlüklü kameraları ile Suriye ve Irak'ta IŞİD hedefleri üzerinde keşif uçuşları yapıyor. Bu uçuşlarda elde edilen istihbarat, koalisyon güçlerinin hava operasyonlarında kullanılıyor.
Alman Hava Kuvvetleri'ne ait Airbus A310 tipi askeri uçak ise koalisyon güçlerinin jetlerine havada yakıt ikmali yapıyor.
Tornadoların bugüne kadar 1000 saati aşkın keşif uçuşu gerçekleştirildiği belirtiliyor.
Alman Ordusu, İncirlik’ten yürüttüğü faaliyetleri daha etkin bir şekilde sürdürebilmek için üste kendisine geçici nitelikte bir alan tahsis edilmesini istiyor. Bu alanda Alman birlikleri için karargâh, operasyonların koordine edileceği merkez, uçakların bakımının yapılacağı hangarların inşa edilmesi düşünülüyor. Geçici çözüm amaçlı olarak İncirlik’te, tenteden iki Tornado hangarı inşa edildi. Böylelikle uçakları teknik bakım ve onarım çalışmaları gölgede gerçekleştirilebiliyor.
Ayrıca askerlerin kalacakları yerlerle ilgili kapasite darlığı çeken Alman birliği yatakhane inşası ile çözüm yaratmak istiyor.
Federal Alman Meclisi’nde geçen yıl Aralık ayında kabul edilen tezkerede, Almanya’nın IŞİD’le mücadele kapsamındaki operasyonlarda görevlendirebileceği asker sayısı 1200 ile sınırlı bulunuyor. İncirlik’te halen yaklaşık 300 Alman askeri görev yapıyor.

Veli Küçük, Bilecik'te Jandarma'nın resmi töreninde


Ergenekon davası sanığı emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün, Bilecik'te Jandarma Teşkilatının Kuruluşunun 177'inci yıl dönümü nedeniyle düzenlenen bir törende protokolde yer alması dikkat çekti.



Cumhuriyet Meydanı’nda Atatürk anıtına çelenk sunulması, saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunması ile başlarken, Bilecik İl Jandarma Komutanlığında bahçesinde devam etti.


Buradaki törene,  Vali Ahmet Hamdi Nayir, Söğüt İlçe Kaymakamı Berkan Sönmezay, Bilecik Belediye Başkanı Selim Yağcı, 2. Jandarma Eğitim Tugay ve Garnizon Komutanı Tuğgeneral Halis Zafer Koç, Osmaneli Belediye Başkanı Münür Şahin, Söğüt Belediye Başkanı Halil Aydoğdu, Bilecik Başsavcısı Bekir Şahiner, Bilecik Barosu Başkanı Avukat Halime Aynur, Bilecik İl Jandarma Komutanı Albay Alper Sır, Bilecik İl Emniyet Müdürü Vekili Hicri Görgülü, emekli Tuğgenerel Veli Küçük, kurum müdürleri ve çok jandarma personeli katıldı.


16 Haziran 2016 Perşembe

Genelkurmay Başkanı: Yenemeyeceğimiz terör örgütü ve terörist yok

hulusi akar.jpg

Genelkurmay Başkanı Akar, "Yenemeyeceğimiz terör örgütü ve terörist yok" dedi.

Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'dan terörle mücadeleye ilişkin bir açıklama geldi.
TSK'nın üzerine düşen görevi yaptığını söyleyen Akar, şunları kaydetti:
"Türk Silahlı Kuvvetleri dün de bugün de kendisine verilen görevleri yasalar çerçevesinde büyük bir dikkatle, büyük bir itina ile yerine getirmektedir, getirmeye devam edecektir.
Subayımızla, astsubayımızla, uzmanlarımızla, korucumuzla ve polisimizle ben inanıyorum ki yenemeyeceğimiz, alt edemeyeceğimiz, üstesinden gelemeyeceğimiz terör ve terörist yoktur."

13 Haziran 2016 Pazartesi

Türkiye’ye roket fırlatacak araçlar imha edildi



Suriye kuzeyinden Türkiye’ye yönelik atış hazırlığında olduğu tespit edilen IŞİD terör örgütüne ait üzerinde Katyuşa roketleri bulunan araç, TSK unsurları tarafından imha edildi. Fırtına obüsleriyle yapılan atışlarda, örgüte ait havan mevzileri de vuruldu.
Ayrıca Koalisyon uçakları tarafından Tughali  bölgesine hava harekâtı gerçekleştirildi.
İlk tespitlere göre beş örgüt mensubu etkisiz hale getirildi. Üzerinde Katyuşa roketlerinin bulunduğu bir araç vuruldu. Örgütün kontrolünde bulunan Kafrah’ın güneyindeki Hamzat yerleşim yeri, muhalifler tarafından ele geçirildi.

Damat, İHA’lardan 50 milyon dolar kazandı



Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar, TSK’ya sattığı 12 insansız hava aracından (İHA) 50 milyon dolar kazandı. Kabul testlerini tamamlayan ve envantere giren TB2 isimli taktik İHA’lar, terörle mücadele bölgesinde keşif ve gözetleme amaçlı kullanılıyor. Öte yandan Emniyet Genel Müdürlüğü de aynı İHA’dan 6 adet sipariş verdi. Bayraktar’ların kasasına bu projeden de yaklaşık 25 milyon dolar girecek.
Bayraktar ailesine ait Baykar Makina tarafından üretilen ilk 6 adet TB2, 2014’ün Kasım ayında, diğer 6 uçak ise geçtiğimiz Haziran ayında TSK’ya teslim edildi. Edinilen bilgilere göre, tüm teslimatların tamamlanmasının ardından şirkete, Savunma Sanayi Müsteşarlığı tarafından toplamda 50 milyon dolar ödeme yapıldı. Orta irtifa ve uzun menzil (MALE) sınıfı İHA konseptine uygun olarak geliştirilen TB2, tam otomatik uçuş kontrol özelliklerine sahip. Yaklaşık 8 km yüksekliğe tırmanabilen TB2, 24 saat havada kalıyor. Veri iletim menzili ise 150 km. TB2 ayrıca Aralık ayında, Roketsan üretimi UMTAS tanksavar füzesi ile test atışı gerçekleştirdi. Baykar’ın bundan sonra elektronik harp görevi yapabilecek İHA’lara yoğunlaşacağı belirtiliyor. Şirketin ürettiği mini İHA’lar da TSK tarafından kullanılmaya devam ediliyor.

Askere ‘dokunulmazlık’ 1990’lı yılları aratacak


Terör operasyonlarında askere olağanüstü yetkiler ve ‘dokunulmazlık’ veren yasa tartışmaları da beraberinde getirdi. Akademisyenler ve konunun uzmanları, hukuksuz olarak niteledikleri teklifin yasalaşması halinde Türkiye’nin 1990’lı yılları arayacağı uyarısında bulunuyor.

Hükümetin askere olağanüstü yetki ve ‘sorumsuzluklar’ veren düzenlemesi Milli Savunma Komisyonu’ndan geçti. Tasarı ile asker, hakim izni olmadan istediği her yere girebilecek. Soruşturmalar izne bağlanacak. Daha önce vali kararıyla yapılabilen ve bir ille sınırlı olan operasyonlar merkezi bir kararla aynı anda çok sayıda ilde yapılabilecek. Düzenlemeye tepki gösteren uzmanlar, askeri vesayetin yeniden güçlendirildiği, askere OHAL seviyesinde EMASYA yetkilerinin verildiğine dikkat çekiyor. TESEV’in ‘Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim Raporu’nu hazırlayan isimlerden Gazeteci Lale Kemal, askeri koruma zırhına alan son yasal düzenlemeyle ilgili kritik uyarılar yapıyor. Türkiye’de vesayet dönemlerini aratacak bir geriye gidiş olduğunu aktaran Kemal, yıllarca askeri yargı reformu denilirken, şimdi askerin korumaya alındığını, ordunun siyaseten daha güçlendirildiğini söylüyor. Prof. Dr. Mehmet Altan, yasa tasarısının askere dokunulmazlıklar veren, hukuk devletinde akla dahi gelmeyecek uygulamalar olduğuna işaret ediyor. HDP Mardin Milletvekili Prof. Dr. Mithat Sancar, Türkiye’de hukuk devletinin askıya alındığını, askere EMASYA’dan daha geniş yetkiler tanındığını söylüyor.

Toplumsal barışa darbe vuruluyor

HDP Mardin Milletvekili Prof. Dr. Mithat Sancar: “Bu tasarının anlamı açık aslında; Türkiye’de hukuk devleti askıya alınıyor. AKP’nin övündüğü iki şey vardı. Birincisi AKP, kurduğu hükümetler zamanında OHAL’i kaldırdığını söylüyordu. İkincisi AKP’nin ülkeyi yönettiği dönemlerde askeri vesayete son verdiğini söylüyordu. Bu tasarıyla askere OHAL’den daha geniş yetkiler veriliyor. Şartlar (faili meçhullerin yoğun olarak yaşandığı, toplu katliamların yapıldığı, köylerin yakıldığı) 1990’lı yıllardan daha ağır olacak. Şu an askere EMASYA’dan daha geniş yetkiler veriliyor. Bununda Türkiye’de hukuğa, demokrasiye ve toplumsal barışa darbe vuracağını düşünüyorum.”

İktidar-TSK ittifakı

Lale Kemal: Artık, asker-sivil ilişkilerinin seçimle işbaşına gelen hükümetler lehine düzenlenmesi diye bir düşünce ortadan kalktı, askeri vesayetin yerini sivil vesayet aldı. Dolayısıyla askerin demokratik kontrolü diye bir anlayış çoktan terk edildi. Demokratik hukuk devleti, ifade özgürlüğü gibi bir dizi kazanımlardan bile çok geriye gidildi. 2013 yolsuzluk operasyonlarından sonra iktidarın TSK ile girdiği fiili ittifakın bir parçası olarak askere daha önce yan çizilen bu yetkiler şimdi verilmeye başlandı. MİT’e olduğu gibi askere de, sorumluluktan kaçması anlamına gelen yasal zırh getirilmesi konusu daha önce de gündeme gelmiş ancak hükumet sürüncemede bırakmıştı. Vesayet dönemindeki yetkileri de aşan bu yetkilerin askere verilmesi TSK’yı siyaseten daha da güçlendiriyor. İleride suç isnadı yüklendiğinde sorumluluktan kaçmak isteniyor sanki. Türkiye’nin vesayet döneminden daha da geriye giden, parlamentoyu, yasama meclisini bile by-pass eden bir durumla karşı karşıyayız. Bugün geldiğimiz noktada, yasama, yargı, yürütmenin kontrolünde. Asker daha fazla koruma altına alınıyor, hesap sorma mekanizmalarının önü tıkanıyor . Sivil bir vesayetten bahsediyorsak, bunun askeri ayağının daha da güçlendirildiği görülüyor.”

Asker iktidarını geri istiyor

Prof.Dr. Mehmet Altan: “Meclise sunulan yasa tasarısı tamamen hukuk devletiyle çelişen ve askere dokunulmazlıklar veren bir tasarı. Suç işlediği iddia edilen askeri personelin yargılanmasının izne tabi tutulmasından tutun da, mahkeme kararı olmadan askerî komutan tarafından evlerin aranabilmesine kadar gerçek bir hukuk devletinde akla gelmesi mümkün olmayan uygulamalar yasalaşıyor. Tarihsel egemenliğini geçici bir süre yitirmiş gibi görünen askeriye, demokrasiden vazgeçilince eski iktidarını geri istiyor gibi gözüküyor. Bu tasarıyı cami-kışla ittifakı olarak görüyorum, pekte hayırlı bir iş olacağını düşünmüyorum.”

10 Haziran 2016 Cuma

“İran’ın Altın TIR’ları Türkiye’de kayboldu”

ROPORTAJ / DOĞAN ERTUĞRUL 
“Amerika ve herkes Türkiye’nin İran ambargosunu deldiğini biliyordu. O dönemde büyük rakamlar döndü. Altın ve döviz dolu tırlar kayboluyordu. Ahmedinajad’ın kaybetmesi ve Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle yolun sonu göründü ve balayı bitti.”
Roy Mottahadeh, Peygamberin Hırkası kitabında “Türkler, İslâm’ı İranlılardan öğrendiler ve sonra yüzyıllar boyu çeşitli hanedanlarla İran’ı yönettiler.” der. Belki de bu yüzden tarih boyu çok girift ve gelgitli ilişkileri olmuştur Türklerle, Farsların; Türkiye ile İran’ın. Bugün de öyle değil mi? Bölgesel rekabetten, ‘ikinci ev’e, ambargo döneminde yakın işbirliğinden kara para aklama suçlamasıyla yürütülen Zencani ve Zarrab dosyalarına kadar. İran’ın en önemli Türkiye uzmanlarından, eski Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti’nin yakın çalışma arkadaşı Dr. Asgar Ferdi ile güncel dış politikadan Kürt meselesine, devrimci İslam anlayışlarına kadar İran ve Türkiye’yi konuştuk.
Türk-İran ilişkilerinin son 30 yılına çok vakıf bir isim olan Ferdi Türkiye’nin petrol ambargosunu ABD’nin rızasıyla deldiğini ileri sürüyor. Dr. Ferdi’ye göre İran petrol paralarıyla dolu TIR’ların Türkiye’de ‘kaybolduğu’ bu dönemde suçlu İran değil söz konusu paraları ‘hesaba kaydetmeyenler.’ Yeni Hayat’a konuşan Dr. Asgar Ferdi’nin iki ülke ilişkilerine dair tespitleri şöyle:
AK Parti dış politikada hiç stabil olmadı

AK Parti özellikle dış siyasetinde stabil mevkiye sahip olmadı. Bölge ve yakın muhit konusunda değişken bir siyaset yürüttü. Genelde saatini yabancı payitahtların saati ile tanzim edenlerin durumu böyle olur. Türkiye’yi dış siyasetini ekonomik çıkar ekseni etrafında kuran bir ülkedir.
İran, Türk ekonomisine para enjekte etti

Türkiye, ABD’den İran’la iş yapmasına göz yummasını istedi. Amerika ve herkes biliyordu ki Türkiye İran ambargosunu deliyor. O dönemde hem İran nefes aldı hem Türkiye kazandı. Bunlar ABD’nin rızasıyla oldu. O dönemde büyük rakamlar döndü. Altın ve döviz dolu tırlar kayboluyordu. İran bankalar satın alıyordu. Üstelik ülkenin bankalarının tam da hortumlandığı dönemde. Ama İran’daki seçimler ile yani Ahmedinajad’ın kaybetmesi ve Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesiyle yolun sonu göründü ve balayı bitti. En son Reza Zarrab başımıza çıktı. Arkadaş onlar İran’ın ana sütü gibi helal parasını Türkiye’ye soktular ve Türk bankalarında işletiyorlardı. Yani para Türkiye ekonomisinin damarlarına enjekte edilmişti. Şimdi burada suçlu olan varsa bu İran değil. Bu parayı hesaba kaydetmeyen her kimse odur. Mesul odur.
Ortadoğu’da liderlik iddiası hükümetin boyunu aştı
Türkiye soyunduğu İslam dünyasının liderliği rolününün gereklerini yerine getirmek için masraf etmek zorundaydı. Ortadoğu’da boy göstermelerin masrafları olacaktı tabii. Ama işler hükümetinin gücünü aştığı için kendini kısıtlamak zorunda kaldı. Mesela ‘One minute” daha fazla körüklenmedi. Diğer yandan iç kamuoyunu ikna için de işler yapıldı. Saray dikerek, 16 eski devletin askerini giyindirip kuşandırarak, Sultan Selim köprüsü inşa ederek ve pilotsuz uçaklarının ismini “Çaldıran” koyarak. Biliyorsunuz, Türkiye’deki iktidarın şahsi ahval-ı ruhiyesi meydan okumaya fazla müsait.
AKP’de yöneticilerin çoğu Humeyni’nin takipçisiydi
AK Parti Milli Görüş’ün devamı değildir bence. Sadece bu kadarını söylemiş olayım ki merhum Erbakan ne son zamanlar Türkiye’de İran İslam Cumhuriyeti’nin lideri hakında sarf edilen sözleri telaffuz ederdi, ne de İran’a karşı ortak düşmanla ittifakta bulunurdu. Devrimin ilk yıllarında rahmetli Erbakan’ın rikabında İran’a gelen bugünkü AK Parti liderlerinin çoğu İmam Humeyni’nin yolunun devamcılarıydılar.
Erdoğan’a Tahran’da randevu vermediler…

İran’da her zaman Ak Parti ve Türkiye taraftarı olarak tanınırım. Yıllarca İran ve Türkiye arasındaki sorunların büyümeden çözülmesi için ciddi çaba gösterdim. Haysiyyetimi sarf etmişim, itibarımı, hürmetimi ve nüfuzumu kullanmışım. Babamın cenazesi toprağa verilirken Erdoğan’ın Tahran’da Ahmedinejad ile randevusunun iptal edildiğini öğrenince daha üst bir kabül için temaslara geçmişliğim olmuştur. Ama sağlam müşaviri olmayan veya müşavire ihtiyacı olmadığını sanan siyaset adamlarının hataları telafi edilmez olur.
Nükleer anlaşma, Ankara’da kaygıya neden oldu

Maalesef Türkiye diplomasisi, “Nükleer anlaşma, Türkiye’nin bölgesel ve stratejik önemini azaltır.” kaygısına kapıldı. Benzer endişe S. Arabistan’da var.
Oysa her ülke kendi önemini yaşamakta ve taşımaktadır. İran, Türkiye olamaz ve Türkiye de İran olamaz. Türkiye kendi önemini kendi artırır ve ya kendi eliyle düşürebilir. Ambargoların en uç noktasında bile İran’ın bölgedeki ehemmiyeti mahfuzdu. Irak konusunda Amerika müzakereye davet ediyordu ve bir defa da masaya oturdular. Bu, İran’ın bölgede söz sahibi olup olmadığının göstergesidir. Türkiye asla böyle pusulara düşmemeli.
AK Parti, aşırı Sünni mezhepçiliğe kaydı

AK Parti kendi antitezine, olmayan bir tez oluşturmaya çalışıyor. Aksiyonunu reaksiyon gösterme siyasetini uygulamak istiyor. Yani katı ve aşırı Sünni mezhepçiliğe kaymış AK Parti bu eksen değişmesinin sebebini İran’ın mezhepçi tavrına karşılık olduğunu göstermek istiyor. Sünni Hilal yaratıyorlar ve Şii Hilali’nin önünde yaratıyoruz diyorlar. Hangi Şii Hilali’nden bahsediyorsunuz? Nerdeymiş bu hilalin coğrafyası? AK Parti’nin önceki kongresinde Mursi’yi, Kral Abdullah’ı, Tarık El Haşimi’yi yan yana getirip ‘Sünni Hilali’ diyenlerin aklı mezhepçiliğe takılı kalmış. Türkiye’de her zaman Şii Hilali’nden bir korku halesi yaratılmaya çalışılıyor.
İran gizli servisi o kadar cinayet işlese savaş çıkardı

İstihbarat teşkilatları da dışişleri gibi kendi işlerini yapar. Türkiye istihbaratı da İran’da bilgi toplar. Bu böyledir. Böyle olmuş ve böyle olacaktır. Ama terör, katliam… Bunlar başka şeyler. Oysa Türkiye’de JİTEM filan kimi öldürdüyse ilk İran’ın adı dile getirildi. Yıllarca Uğur Mumcu’nun kardeşi ve kızı bas bas bağırdılar ki “Arkadaşlar Uğur’un katlinde İran parmağı filan yok.” diye. Ama halkın kafasını darmadağın ettik bir komşuyu onca yıl karaladık, özür dileriz diyen olmadı. Hizbullah vahşiliğini de İran’ın başına yıkmadılar mı? Uğur Mumcu, Taner Kışlalı, Abdi İpekci… İran’ın adını faili meçhullerin katiline çıkarmadılar mı? Arkadaş elinde böyle facialı belgeler varsa neden evrensel mahkemelere şikayet etmiyorsun? İran yüzlerce vatandaşını poşetlemiş öldürmüşse neden gereğini yapmıyor da sadece medyayı kullanarak kamuoyunu zehirliyorsun? Bir ülkenin yüzlerce vatandaşını yabancı servisler katlederse bunun ucundan savaş çıkar.
Kürdistan isimli eyaleti öğrenince Özal çok şaşırdı

İran’da Kürdistan isminde bir eyalet olduğunu rahmetli Turgut Özal öğrenince çok şaşırmıştı. Tahran’da birlikte gezerken en büyük otobanın adının Kürdistan olduğunu da gösterdim. Döndü bana “Çok iyi yapmışsınız. Biz bunca yıl inkâr ettik de ne oldu?” dedi. Döndükten sonra bana bir paket gönderdi. İçinde Nevbahar isimli Kürtçe dergi, Zazaca-Türkçe sözlük ve bir musiki kaseti vardı. Bir de not yazmıştı “Kardeşim, ben de Türkiye’de aynı işleri uygulamaya başladım ve bundan kazançlı çıkacağımıza şüphem yok.” diye…
Osmanlı gözünü açtı ki Yeniçeri bile Alevi olmuş
Osmanlı 16 sefer düzenledi ve Tebriz’in kaymağını toplayıp esir aldı ve İstanbul’a tehcir etti. Bizim bulduğumuza göre kubbelerde halifelerin ismini iri hatlarla yazdıktan sonra küçücük gizli ve gözlerden uzak noktalarda Şii remzi olan ‘penc teni al-i aba’ (Muhammed (AS), Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin) isimlerini yazmışlar. Bu kitabelerden çok vardır. Safeviler göçebe aşiretlerin arasına ozanlar göndererek Aleviliği tebliğ ettiler. Osmanlı gözünü açınca gördü ki Yeniçeri bile Alevi olmuş.
Devlet, tüm imkanlarıyla Gülen hareketi’nin yaptıklarını yapamaz
Fethullah Gülen hakkındaki kitabımı hâlâ yazmaya devam ediyorum. Gülen Efendi ismi kolaylıkla yanından geçip geçilecek bir isim değildir. Son olaylar ve siyasi maceralar bir yana, kendisinin bütün dünyada öğretim ve eğitim alanında yaptıkları öyle kolayca değerlendirilemez. Bu yapılanların ne İslam dünyasında ne diğer temeddün havzalarında yapıldığının sabıkası -örneği- yoktur. İnsanlar ve çok bilgin adamlar bir şirketi veya bir okulu ve hatta bir evi ve aileyi idare edemezken binlerce insanı bunca modern yapı ve dokuyla aynı zamanda dini erkana ve usule dayalı bir araya getirmek ve bu kadar fedai ruhiyle çalıştırmak sıradan iş değildir. Bunun için çok üstün bir zekadan ilave başka kabiliyetlerin de karışımı gerekiyor. Kendisine karşı her türlü şüphe ve şaibeye inanıp kabul etsek, yani güç ve karar odakları tarafından geniş çapta desteklendiğini farz etsek bile meselenin sıra dışılığı değişmez. Bir devlet bile tüm diplomatik ve maddi ve bürokratik kaynaklarıyla bu gibi geniş kapsamlı bir işi yapamaz. Ben Sovyetler mekanında nereye gittim ise Sibirya’da uç noktalarda, mesela Saha Cumhuriyetlerinde bile iki gencin o ülkeyi yüzük gibi parmağına taktığına şahit oldum. Bu tabii ki incelenmesi ve öğrenilmesi gereken bir fenomen.

Röportajın soru-cevap tam metni aşağıdadır:

Ambargo döneminde çok gelişen Türkiye-İran ilişkileri neden bu denli gerildi?

AK Parti özellikle dış siyasetinde hiçbir zaman stabil bir mevkie sahip olmadı. Bölge ve yakın muhit konusunda hep değişken bir siyaset yürüttü. Genelde saatini yabancı payitahtların saati ile tanzim edenlerin durumu böyle olur. İran’la ilişkilere bu açıdan bakmak lazım… Biz bu hali İran’da uzun yıllar yaşadık. Muhammed Rıza Pehlevi, hükümeti babasından değil, İngilizlerden teslim aldı. 1953’te ABD İran’ı İngilizlerden devraldı, yani kazandı. Sonra İran’da kısmen kanlı bir devrim yaşandı ve eski nizam silindi. Türkiye, ekonomik şartları yüzünden kendi emeğiyle ekmeğini kazanmak zorunda olan bir ülke… Arap ülkeleri ve İran gibi Allah ona ‘yavrum dememiştir. Bu şartlar Türkiye’yi dış siyasetini ekonomik çıkar ekseni etrafında kuran bir ülke haline getirmiştir.
Ahmedinejad dönemindeki sıcak ilişkilerin tek nedeni petrol ticareti miydi?
Evet, ambargo döneminde İran’la sıcak ilişkiler vardı. Türkiye, ABD’den İran’la iş yapmasına göz yummasını istedi. Amerika ve herkes biliyordu ki Türkiye İran ambargosunu deliyor. O dönemde hem İran nefes aldı hem Türkiye kazandı. Bunlar ABD’nin rızasıyla oldu. O dönemde büyük rakamlar döndü. Altın ve keş döviz dolu tırlar kayboluyordu. İran bankalar satın alıyordu. Üstelik ülkenin bankalarının tam da hortumlandığı dönemde… Ama İran’daki seçimler ile yolun sonu göründü ve balayı bitti. En son Reza Zarrab başımıza çıktı. Arkadaş onlar İran’ın ana sütü gibi helal parasını Türkiye’ye soktular ve Türk bankalarında işletiyorlardı. Yani para Türkiye ekonomisinin damarlarına enjekte edilmişti. Şimdi burada suçlu olan varsa bu İran değil. Bu parayı hesaba kaydetmeyen her kimse odur. Mesul odur.
O dönemde sisteme çok fazla kayıt dışı para girdiği ileri sürüldü. Sizce, ‘Kaybolan altın ve keş döviz dolu tırlar’ neyi finansa etmek kullanıldı?
Bilemem, ama Türkiye soyunduğu İslam dünyasının liderliği rolünün gereklerini yerine getirmek için masraf etmek zorundaydı. Ortadoğu’da eş başkanlık yapmanın ve boy göstermelerin masrafları olacaktı tabii. Ama işler hükümetin gücünü aştığı için kendini kısıtlamak zorunda kaldı. Mesela ‘One minut” daha fazla körüklenmedi. Diğer yandan iç kamuoyunu ikna için de işler yapıldı. Saray dikerek, 16 eski devletin askerini giyindirip kuşandırarak, Sultan Selim köprüsü inşa ederek ve pilotsuz uçaklarının ismini “Çaldıran” koyarak. Biliyorsunuz, Türkiye’deki iktidarın şahsi ahval-ı ruhiyesi meydan okumaya çok müsait…
Rahmetli Erbakan’ın İran devrimine büyük sempatisi vardı. Siz AKP kadrolarını yakından tanıyorsunuz. Onlar da bu çizgiyi sürdürdü mü?
Devrimin ilk yıllarında rahmetli Erbakan`ın rikabında İran’a gelen bugünkü AK Parti liderlerinin çoğu İmam Humeyni’nin yolunun devamcılarıydılar. Ama ta o zaman bazı Türk kardeşlerimizde mezhepçi temayülü hissetmiştik. Afganistan mücahitleri arasında bile bir kısım Burhaneddin Rabbani’yi bir kısım da Hikmetyar`ı kendisine yakın buldu. Afgan cihadında bile mezhepçiliğe üstünlük verdiler ve özellikle bir Sünni lideri tercih ettiler.
Bugünkü AKP kadroları Milli Görüş mirasına devam ettiriyor mu sizce?
Rahmetli Erbakan`ı Seyyid Cemal-üd din Esedabadi, İkbal, Lahuri ve Mehmed Akif zincirinin çağdaş halkası olarak değerlendirmişimdir. Gerçi şahsi hayat tarzı ve üslubu onlar gibi değildi. Nisbeten aristokrasi ve eşrafiyyete mütemayil bir şahıstı ama İslami dünya görüşü açısından bütün İslam dünyasının kaygısını çeken bir şahıstı. Hayır, AK Parti Milli Görüş’ün devamı değildir bence. AK Parti kurucularının Hoca’dan ayrıldıktan sonra durumdan muzdarip ve endişeli olduğum için kendilerini ziyaret ettim. O gün şu inşiab (ayrılma) meselesini bana mahremane izah ettiler ve fikirlerini bana karşı son derece güvenle uzun uzun anlattılar. O konuşmaların muhtevasını anlatmakta bugün maslahat görmüyorum. Sadece bu kadarını söylemiş olayım ki merhum Erbakan ne son zamanlar Türkiye’de İran İslam Cumhuriyeti lideri hakkında sarf edilen sözleri –Böyle dini liderlik mi olur- telaffuz ederdi, ne de İran’a karşı ortak düşmanla ittifakta bulunurdu.
Siz Türkiye’yi ve Erdoğan’ı seven ve iyi tanıyan bir isim olarak gergin dönemlerde önemli görevler yaptınız. Şimdi kenara mı çekildiniz?
Evet, ben İran’da her zaman AK Parti ve Türkiye taraftarı olarak tanınırım. Yıllarca İran ve Türkiye arasındaki sorunların büyümeden çözülmesi için ciddi çaba gösterdim. Haysiyetimi sarf etmişim, itibarımı, hürmetimi ve nüfuzumu kullanmışım. Türkiye tarafından telaffuz edilen kah soğuk ve kah ağır sözler nedeniyle ittiham bile edildim, suçlandım. Uzun süre Suriye politikasına özürler ve bahaneler üreterek beraat kazandırmaya çalıştım. Nevruz bayramında babamın cenazesi toprağa verilirken Erdoğan’ın Tahran’da Ahmedinejad tarafından karşılanmadığı ve randevusunun iptal edildiğini öğrenince yasta olmama rağmen daha üst düzey bir kabul için temaslara geçmişliğim olmuştur. Ama sağlam müşaviri olmayan veya kendisini müşavire ihtiyaçsız sanan siyaset adamlarının hataları telafi edilmez olur.
AKP iktidarı döneminde Türkiye ile İran arasında Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta güç mücadelesi yaşandığı öne sürülüyor. Sizce doğru mu?
Hayır efendim! Ben bölgede güç mücadelesi olduğuna dair bir belirti ve gösterge bulamıyorum. Mesela Suriye’de ne olup bittiğini tahlil edelim. Arap Baharı denen sürecin Batı planı olduğunda artık kimsenin kuşkusunun olduğunu düşünmüyorum. Yani domino gibi bütün eskimiş kralları bertaraf etmek ve modern uşaklar görevlendirmekten başka bir şey olmadığı ortada. Şimdi bu domino etkisi Suriye’de tıkandı. Kendimize soralım: Hangi devlet ve rejim kolaylıkla yıkılmasına ve ülkenin parçalanmasına izin verir. Tacı tahtını ve ülkenin mukadderatını tepsiye koyup saldırganlara sunar? Hükümet gezi parkı olaylarında neden teslim olmadı? Ayrıca dış güçler filan, en azından meydanda değildiler. Bir kaç sanatçı, solcu, ana muhalefet mensupları ve hülasa iç kesimlerdi, ama başbakan onlara çapulcu adını vererek şiddetle bastırdı. Eğer bu hak size mahfuz ise, gazetecileri ceza evlerine doldurmak hakkı ülkeyi ve hükümeti korumak namına size mahfuzsa, başka hükümetlere neden olmasın? Ellerinde hesap makinesi tutup ölenlerin rakamlarını verenler bir defa şunu demeli, ‘ölen iki taraftan olur’.
Nükleer anlaşma sizce Türkiye’nin bölgesel ve stratejik önemini azalttı mı?
Maalesef Türkiye diplomasisi böyle bir kaygıya kapıldı. Davutoğlu İran’da açıkça ‘Kötü gününüzde yanınızda biz vardık, şimdi Avrupa gelince kapı dışarı mı edileceğiz’ gibi kaygılar dile getirdi. Benzer endişe S. Arabistan da var. Oysa her ülke kendi önemini yaşamakta ve taşımaktadır. İran Türkiye olamaz ve Türkiye de İran olamaz. Türkiye kendi önemini kendi artırır ve ya kendi eliyle düşüre bilir. Ambargoların en uç noktasında bile İran’ın bölgedeki ehemmiyeti mahfuzdu. Hatırlarsanız Irak konusunda Amerika müzakereye davet ediyordu ve bir defa da masaya oturdular. Bunun ambargoyla ilgisi yoktu. Bu İran’ın bölge de söz sahibi olup olmadığının göstergesidir. Türkiye asla böyle pusulara düşmemeli.
Arap Baharı sonrası siyasal İslamcılığın Sünni versiyonları daha da radikalleşti. İslamcı hareketlerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Radikalleştiği maalesef doğru… Bunun bir tarihi var. İslam dünyasında geçen asırda yaşanan uyanış sehven Afgani olarak tanınan, ancak İran’ın Hemedan şehrinden olan Seyid Cemaleddin Esedabadi ile başladı ve Mısır`da gelişti. Mevdudi, Seyid Kutub ve Muhammed Kutub ile devam etti. Bu yüzden İslami uyanışın merkezi bir süreliğine Mısır`a taşındı ve İhvan-ı Müslimin’e yapılan baskılar ona şöhret ve İslami devrimci nitelik sağladı. O dönemde sadece Sünni dünyada değil, İran`da bile İslami uyanış İhvan odaklı bir cereyana tabiydi. İran’da Dr. Şeriati’nin eserlerinin yanında «Fi zilal-il Kur`an» okunurdu. Muhammed Kutub`un cezaevinde çektirdiği resimler duvarlarımızda asılıydı. Ama bugün o eski İhvandan iz kalmadığını biliyoruz. İhvan içinde muhtelif gizli servislerin uzun yıllar boyunca nüfuzları neticesinde artık Daiş ve Taliban meşrebine yakın tekfirci bir kafa oluşmaya başladı ve asıl İhvan efsane oldu. Şimdi devrimci İslam’ın taraftarı olanlar mezhebe tenezzül etmeden İmam Humeyni’nin davasını takip ediyorlar.
AKP, İran’ın bölgesel politikalarını mezhepçi olmakla eleştiriyor. İlişkilerin gerilmesinde İran’ın Şii Hilali oluşturmasının etkisi yok mu?
AK Parti kendi antitezine, olmayan bir tez oluşturmaya çalışıyor. Aksiyonunu reaksion gösterme siyasetini uygulamak istiyor. Yani katı ve aşırı Sünni mezhepçiliğe kaymış AK Parti bu eksen değişmesinin sebebini İran’ın mezhepçi tavrına karşılık olduğunu göstermek istiyor. Ben size bir cümlede büyük bir teori başlığını vereceğim. Osmanlı Türkiye’si uzun asırlar boyunca ‘İsna-yı Aşere Sünni’si’ (On iki İmam Sünni’si) olmuştur. Yani İmami Sünni. Türkiye ya Osmanlı Sünni’sinin bütün Ehli Sünnet dünyasında eşi benzeri yoktur. Osmanlı fetva makamı durumu anlayıp Şiiliği dışlamaya niyetlendi. O zaman Anadolu’da yenilen Şiilik ‘Madem burada olmuyor, ben de gidip İran’da Şii hükümet kurarım’ dedi ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Kızılbaşlar Anadolu’dan hatta Şam’dan İran’a geçip burada Şii hükümeti kurdu. Sünni dünyasında, Taziye merkezi ve İmam Hüseyin’in yasını tutmak için resmi konumu olan ikinci bir saray ve ülke gösterin. Osmanlı sarayında resmi saray taziyecisi vardı en sonu da rahmetli Sebilci isimli bir mersiyeciydi. Osmanlı divan edebiyatında bir kol ve özel saha şeklinde İmam Hüseyin mersiyesi bölümünün benzerini bütün Sünni edebiyatında gösteremezsiniz. Biz böyle bir birlikteliğin devamının bu duruma gelip çıkmasına şahidiz. Sünni Hilal yaratıyorlar ve Şii hilalin önünde yaratıyoruz diyorlar. Hangi Şii Hilal’den bahsediyorsunuz? Neredeymiş bu hilalin coğrafyası? AK Parti’nin önceki kongresinde Mursi`yi, Kral Abdullah’ı, Tarık El Haşimi`yi yan yana getirip ‘Sünni Hilali’ diyenlerin aklı mezhepçiliğe takılı kalmış. Türkiye’de her zaman Şii Hilali’nden bir korku halesi yaratılmaya çalışıyorlar.
Ama İran istihbaratı ve Kudüs Gücü bölgede her yerde son derece aktif değil mi? Özellikle Kasım Süleymani?
Vallahi bunu A. Öcalan`ın “İmralı Notları” kitabında HDP’lilere İmralı’da eşlik eden Türkiye istihbarat görevlisi iddia ediyor. ‘Kasım Süleymani Apo’yu gizlice İmralı’dan bile götürebilir’ diye. Ona sorun. Şimdi bakın, istihbarat teşkilatları da hariciye gibi işlerini yapar. Türkiye istihbaratı da İran’da bilgi toplar. Mesele İran’da sufi bir Anadolu halk şairinin adına kurulmuş vakıf örtüsü altında mı, büyükelçilikte filanca ateşe adıyla mı, Tebriz ve Urumiye konsolosluklarında mı, özel firmalar maskesi altında mı kendi faaliyetlerini sürdürür, bilemem. Ve mütekabiliyet gayet doğaldır. Ta Osmanlı döneminde harbiye matbaasında basılmış “İran Azerbaycan raporu” adlı gizli istihbarat kitaplarını araştırın bakın. İran ordusu hakkında ‘İran’da yangın var’ isimli gizli basılmış kitaplar hala elde mevcuttur. Bu böyledir olmuş ve olacaktır ama terör, katliam bunlar başka şeyler. Oysa Türkiye’de JİTEM filan kimi öldürdüyse ilk İran’ın adı dile getirildi. Yıllarca Uğur Mumcu’nun kardeşi ve kızı bas bas bağırdılar ki ‘Arkadaşlar Uğur’un katlinde İran parmağı filan yok’ diye. Ama halkın kafasını darmadağın ettik bir komşuyu onca yıl boyunca karaladık, özür dileriz diyen olmadı. Hizbullah vahşiliğini de İran’ın başına yıkmadılar mı? Uğur Mumcu, Taner Kışlalı, Abdi İpekçi… Faili meçhul katilleri İran’ın adına çıkarmadılar mı? Arkadaş elinde böyle facia belgeler varsa neden uluslararası mahkemelere şikayet etmiyorsun? İran yüzlerce vatandaşını poşetlemiş öldürmüşse neden gereğini yapmıyor da sadece medyayı kullanarak kamuoyunu zehirliyorsun? Bir ülkenin yüzlerce vatandaşını yabancı servisler katlederse bunun ucundan savaş çıkar.
İran Kürt Meselesinde nerede duruyor? PKK’nın Irak ve Suriye’den sonra Türkiye ve İran’da da bölgesel özerklik kurma ihtimali var mı?
İran’da, Türkiye’deki kadar olmasa da milyonlarca Kürt var. İran yıllarca Kürt sorunu yaşamış ve yavrularını kurban vermiştir. Tek başına mücadele etmiş ve sonunda bu kuyruğu uzun olan isyanı kontrol edebilmiştir. Bu yüzden Kürt meselesi üzere her türlü tecrübeye sahiptir. İran, Türkiye’nin başına Kürt konusunda çorap örerse o çorabın bir gün dolaşıp kendi başına geçeceğini biliyor. Bu gün Türkiye’nin başına bela olan Kürt sorunu aslında seleflerin bu güne bıraktıkları mirasıdır. Bir halkı uzun yıllar boyunca inkar edersen, ona ‘Dağ Türk’ü’ der, kart kurt gibi saçma sapan (İhtimaloji) etimoloji hikayeleri uydurursan sonu bu olur. Bugün bela Suriye’ye de ulaştığında sorunun bir ülkeyle sınırlı olmadığının farkına vardı. Bu sorun bölgenin ortak sorunudur ve çözümü de ortaklıkta ve birliktedir. İran biliyor ki bölgede her hangi bir harita değişikliği sonunda İran’ın harita değişikliği demektir. Bizim Suriye meselesinde dertlerimizden biri de tam budur ama maalesef bölgenin müptela ülkeleri bu sorunları ortak çözmek uğrunda düşünmektense okyanusun ötesinden uzanan elleri tutuyorlar. Evet, Türkiye’de ve ya Suriye’de özerk bölge kurulursa bu fırtınanın dalgası er geç İran’ın da yakasında esecektir. Bu ihtimal değil, belki hükümdür.
İran’da da yıllarca kanlı çatışmalar yaşandı ve isyanlar güç kullanarak bastırıldı?
İran sadece güç kullanmadı. Kürtler İran’da her zaman kendi kılık kıyafetinde kendi dilinde, kendi ismi ve cismiyle yaşadı. İran’da Kürdistan isminde bir eyalet olduğunu rahmetli Özal öğrenince çok şaşırmıştı. Ben Tahran’da birlikte gezerken en büyük otobanın adının Kürdistan olduğunu da gösterdim. Döndü bana ‘Çok iyi yapmışsınız. Biz bunca yıl inkar ettik de ne oldu’ dedi. Döndükten sonra bana bir paket gönderdi. İçinde Nevbahar isimli Kürtçe dergi, Zazaca Türkçe sözlük ve bir musiki kaseti vardı. Bir de not yazmıştı ‘Kardeşim ben de Türkiye’de aynı işleri uygulamaya başladım ve Türkiye’nin bundan kazançlı çıkacağından şüphem yoktur’ diye… Maalesef sonra Demirel cumhurbaşkanıyken Tansu Çiller, İran’ın sınırlarını bombaladı. 12 sivil insanımız öldü. Yine büyük bir tehlikenin eşiğinden döndük. Yoksa büyük belalar yaşayacaktık.
Türkiye ve İran’ın, Osmanlı ve Safevi mirasları arasında ne gibi farklılıklar ve benzerlikler var?
Efendim, benzerlik istediğiniz kadar. Hatta aynılık. Ama farklılıkları düşünüp bulmamız gerek. Türkiye’nin önemli bir kısmı İran’da yaşamış ve oradan Anadolu’ya akmış kabileler. Ayrışma Osmanlılar saltanata doymayıp Müslümanların halifesi olmaya kafayı takmasıyla başladı. Bölgedeki Müslüman imparatorluklar bunu kabullenemedi. O zaman İran da Sünni cemaatlerden ibaretti. Osmanlıların siyaseti yüzünden İran Şii olmaya karar verdi. Kardeşim, siyaset her zaman halkları birbirinden ayırmaya görevlidir. Sonrasını da biliyoruz ki ‘kedi aksırdı’ Osmanlı İran’a ordu yürüttü. Oysa ikisi de Türk’tü. Safevi sarayında mektuplar Türkçe yazılırken Osmanlı sarayında Farsça yazılırdı. Şairler de Farsça şiirler yazarlardı. Farsça bilmek entelektüellik alametiydi. Padişahların bile Farsça divanları vardı.
Öyleyse neden Osmanlı sizin tabirinizle ‘kedi aksırdı’ İran’a sefer düzenledi?
Kanaatime göre sebebi şuydu. Osmanlılar ihtiyarlamış Bizans temeddününü çökertti. Bu büyük kültürün üzerine kendi temedününü oturmak zorundaydılar. Kiliselerde namaz kılacak halleri yoktu. Ama bunun için bin çeşit sanatkar gerekiyordu. Mimar ister, kaşi (mozaik) ustası, tezhipçi, dülger ister, hattat ister, misger-bakırcı-, zerger,-kuyumcu- mücevher, ressam, terzi vs. Ama Türkler at üstünde koşturmuşlar. Meskunlaşmamışlar, yerleşik hayata geçmemişler. O yüzden yazılı edebiyatı, sanatı yok, ama folklorları zengindi. Şimdi bütün bunları nasıl ve nereden bulacak? Her tarafını Hristiyanlar sarmış. Sadece bu medeniyete sahip olan Müslüman komşu İran’dı. Ama İran kolay kolay sanatkarlarını ve ustalarını verir mi? Verse bile büyük masraflara mal olur. Bu Hindistan Türk hakimleri için de geçerliydi ama onlar başka yol buldular. Hindistan’ın altın ve mücevher hazineleri vardı. Safevi devletinden sanatçı cezb etmekte yarıştılar ve bütün İsfahan’ın sanat adamlarını kendi saraylarına gönüllü olarak topladılar. Osmanlı militaristik yolu tercih etti ve 16 kez Tebriz’e ordu gönderdi.
İnalcık Hoca da özellikle ‘Has Bağçede ayş u tarab’ kitabında buna vurgu yapıyor. Neden özellikle Tebriz? Türk olduğu için mi?
Çünkü Tebriz İran kültür ve sanatının merkezi ve aynı zamanda payitahtıydı. Ayrıca Osmanlı topraklarının sınırındaydı. Diyar-i bekri geçip hemen Tebriz’e ulaşılıyordu. Osmanlı bu 16 seferin hepsinde Tebriz’in kaymağını toplayıp esir aldı ve İstanbul’a tehcir etti. Bu mimarların yaptığı binalara kendi isimlerini vermek hakkı yoktu, ama bakıyoruz ki gizli saklı bir köşede (eser-i üstad… Tebrizi) küçücük birer kitabe bırakmışlar. Malatya ulu cami, Bursa cami gibi binalarda bu gibi kitabelere rastlamak mümkün. Sonra şimdi bizim bulduğumuza göre kubbelerde halifelerin ismini iri hatlarla yazdıktan sonra küçücük gizli ve gözlerden uzak noktalarda Şii remzi olan ‘pence-i al-i aba’ (Muhammed (AS), Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin) isimlerini yazmışlar. Bu kitabelerden çok vardır. Sonra Tebriz’den Nevşehir’e hattatları göçürdüler. Tüm hat sanatının merkezi Nevşehir oldu. ‘Tuhfe-i Hattatin’ kitaplarına baktığımız zaman bütün Osmanlı hattatların köklerinin ya da hocalarının Tebrizli olduğu yazılmaktadır. Sarayda Nakkaşhane-i Hümayun vardı. Hatta tezhip sanatında son zamanlar Yahudi sanat uzmanların tahriflerinden önceki kitaplarda güllerin ve birçok nakışların isimlerinde ek olarak Acem sözü vardır. Lale-i acemi, islimi-i acemi gibi. Düşmanlıklar halkı sökmez o yüzden halk her zaman birbiriyle hatta bu esir kitleyle barışık yaşamışlar. Divan edebiyatında İmam Hüseyin ve Kerbela mersiyesi olmayan divana çok ender rastlarsınız. Bu İran ve Fars edebiyatının geleneğiydi ve Türk edebiyatında da herhangi bir kin ve nefret beslenmeden korundu.
Bu denli iç içe geçen iki miras nasıl çatışma doğurdu?
Çünkü bu duruma hasta müftüler ve mollalar tahammül edemezlerdi. Onlar da kendi fitnelerini sürdürüyorlardı. Mesela Beni Ümeyye adabı ve geleneği olarak Aşura Kıyamını ve musibetini sulandırsınlar diye insanlık tarihinde baş vermiş her ne kutlu olay varsa aşura gününe yüklediler. Hz. Adem’in toprağa hübutundan tutun, Nuh’un gemisinin karaya çıktığı güne ve Yunus’un balık karnında kurtuluş gününe… O yüzden halkın doğal ve geleneksel olarak aşura gününde nezir ve ihsan olarak aş yapıp dağıtmaları merasimini kutlama merasimine tahrif ettiler. Bu arada Safeviler’in de kurnazlığı oluyordu. Kızılbaşlar göçebe aşiretlerinden teşkil olmuştu. Safeviler onların arasına ozanlar ve hak aşıkları göndererek Aleviliği tebliğ ettiler. Osmanlı gözünü açınca gördü ki yeniçeri bile Alevi olmuş. ‘Bismi şah’ ile töreyi ve selamı başlatıyor. Kul Ahmet, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan vs gibi ozanlar aynı kökten geliyorlar. Bu aslında bir nüfuz ve Sünni dünyasına sızma niyetiyle başlasa da sonunda Türk halkına mal oldu.
Meşrutiyet döneminde İran aydınları İstanbul’da çok faaldi değil mi?
Evet, meşrutiyet sürecinde İran’da yaşanalar Türkiye’de de yaşandı. İran’dan kaçan devrimciler ve aydınlar İstanbul’a yerleşti. Valide Han Farsçası adlı bir ekol ortaya çıktı. Fars ve Türk dilinde gazeteler İstanbul’da yayınlandı. Tanzimat ve Servet-i Fünun İran edebiyatında yeni bir çığır açtı ve İran şiirinde modernleşme süreci Türkiye’de okumuş şairleri tarafından başlatıldı. Birçok ilk Türkiye’den alınmıştır ki bunları saymak bir kitap konusu olur. Abdülhamid, Filistin topraklarını vermeyi reddettikten sonra İran’da İslam kahramanı ilan edildi. Resimleri Özgürlük Kahramanı başlığıyla bastırılıp dağıtıldı. Aynı lakap Enver Paşa için de yazıldı.
Safevi ve Kaçar mirası ile Osmanlı mirası zorunlu bir çatışma içinde midir? Mesela İran için Çaldıran ve Yavuz ne ifade eder?
İran’da, kötü yenilgi olduğu için mi, yoksa komşu halkına karşı halkı tarihi bir kin ve nefret tohumunu ekmemek için mi, bilemeyeceğim Çaldıran’dan ve diğer 15 hücumdan iz bulamazsınız. Ne tarih kitaplarında ne derslerde ne belgelerde hiç bahsedilmez. Sadece orada bir savaşın ve yenilginin baş verdiğini aydınlar bilir. Ama savaşın inceliklerini, zarburek toplarının kullanılmayacağına dair sözleşmeye rağmen 1500 zarburekten ateş açıldığı, savaşın sabah namazından sonra devam etmesi anlaşmasına rağmen İran ordusu gece yarısı uykudayken ateşe tutulduğu, Osmanlı askerinin kaç kişi olduğu ve İran ordusunun kaç kişi olduğu, şahın karısının esir alındığı ve bu esiri geri almak için sefir olarak gönderilen İranlı bir alimin esir alındığını, 30 yıl hapiste yaşayıp öldüğünü ve diğer incelikleri kimse bilmez. Hatta benim kanaatimce 34 yaşında vefat eden Şah İsmail bu ağır yenilgiye katlanamayıp üzüntüsünden intihar etmiştir. Yazılı değil ama elimde olan emareler ve karinelere göre bu sonuç çıkıyor. Rahmetli Demirel ile her görüşmemizde bileğine kronometre bağlamış gibi yıl ve rakam söyler, ‘Efendim 432 yıldır savaşmamışız’ falan derdi. Bakan müşaviri olarak bulunduğum bir müzakerede yine rakam söyleyince biraz sinirli bir tavırla ‘Sayın Demirel neden her görüşmede ayları sayarak bu rakamı gözümüze sokuyorsunuz? Acaba İran’ı bugün Şah İsmail dönemi gibi görmenizden mi? Kendinizi 4. Murat sanmanızdan mı? diye itiraz etim. Son derece kurnaz ve müdrik bir siyasetçi tavrıyla ‘Azizim benim asla öyle bir niyetim olmamıştır ve bu sizin tarihçi yanınızın verdiği hassasiyetten dolayı alınganlıktır. Bende Sultan Murad’ın akılsızlığı var mı? Ben sadece o olayların değil Timur’la da savaşın da ahmakça bir tedbirsizlik olduğu kanısındayım’ dedi.
F. Gülen hakkında bir kitap çalışmanız olduğunu biliyorum. Neden?
Evet, hala yazmaya devam ediyorum. Gülen Efendi ismi kolaylıkla yanından geçip geçilecek bir isim değildir. Son olaylar ve siyasi maceralar bir yana, kendisinin bütün dünyada öğretim ve eğitim alanında yaptıkları öyle kolayca değerlendirilemez. Bu yapılanların ne İslam dünyasında ne diğer temeddün havzalarında yapıldığının sabıkası -örneği- yoktur. İnsanlar ve çok bilgin adamlar bir şirketi ve ya bir okulu ve hatta bir evi ve aileyi idare edemezken binlerce insanı bunca modern yapı ve dokuyla aynı zamanda dini erkana ve usule dayalı bir araya getirmek ve bu kadar fedai ruhiyle çalıştırmak sıradan iş değildir. Bunun için çok üstün bir zekadan ilave başka kabiliyetlerin de karışımı gerekiyor. Kendisine karşı her türlü şüphe ve şaibeye inanıp kabul etsek, yani güç ve karar odakları tarafından geniş çapta desteklendiğini farz etsek bile meselenin mürekkepliği ve gayri adi olduğu değişmez. Birçok tarihi olay yaratan veya durumu değiştire bilen ve sayfayı çevirmiş şahısların seveni ve sevmeyeni olur. Bunlar uç noktalara bile varabiliyor, yani o kimselere iman getirmiş ve nefret beslemiş sınıflar olur, ama o nefret eden kitlenin oluşu haklı olsalar bile o şahsın mahiyetini küçültmeye ve yenmeye yetmiyor. Şanslar ve hadiseler yüzeyleri ve görüntüleri mugalip yapabilir. Sözünü ettiğimiz zatın da evet devlet yaptığı söyleniyor çünkü bir devlet bile tüm diplomatik ve maddi ve bürokratik kaynaklarıyla bu gibi geniş kapsamlı bir işi yapamaz. Ben Sovyetler mekanında nereye gittim ise Sibirya’da uç noktalarda, mesela saha cumhuriyetlerinde bile iki gencin o ülkeyi yüzük gibi parmağına taktığına şahit oldum. Bu tabi ki incelenmeli ve öğrenilmeli bir fenomen.