Evet, bu malumun ilamı… Kürt yurttaşların kimlik taleplerinin karşılanmayışından kaynaklanan Kürt sorunu, 1990’larda yaklaşık 40 bin yurttaşın ölümüne yol açmıştı. Ne yazık ki tarihten ders alınmıyor. Yeniden askeri çözüm ve şiddet politikalarına dönülmesinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Bu bir yılda güvenlik kuvvetleri 500’den fazla şehit verdi, PKK’nın kayıplarının 7 bini geçtiği tahmin ediliyor. Hepsi Türkiye’nin yurttaşları… Hepsi analarının kuzusu… Ne elim! Ne acı! Bu şiddet son bulmalı!
Evet, askeri çözüm hayaldir. Ne PKK güvenlik kuvvetlerini dize getirebilir ne de PKK öldürmekle tükenir. Kürt sorunu, Türkiye ile sınırlı değildir. Aslına bakarsanız, aklı başında olan herkes bunları biliyor. Bunun için İsmail Beşikçi, “Kanımca görüşmeler yine olacaktır. Devlet/hükümet kendi elini güçlendirmek, Kürtleri güçsüzleştirmek için operasyonları daha da tırmandırabilir. Yeterli güce ulaştığını düşündüğü zaman, başka bir formatta… Görüşmeler gündeme gelebilir…” dediğinde herkesin aklında olanı ifade ediyor. (BBC Türkçe, 9 Haziran)
Müstafi başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bunun için “2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa her şey konuşulabilir…” dediği (4 Nisan), Sırrı Süreyya Önder’e bakılırsa, bunun için HDP aracılığıyla PKK’ya haber gönderdiği anlaşılıyor. Biraz da bu yüzden koltuğunu kaybettiği de… Kimilerine göre de “çözüm süreci”nin canlanması için “büyük devletler” devrede. (Rudaw, 13 Haziran)
Son bir yılda tırmanan şiddet ve siyasi sonuçları, aklı başında herkesi, nerede yanlış yapıldığı, şiddete nasıl son verilebileceği üzerine düşünmeye sevk ediyor. Bu bağlamda (Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürtlere yapılan haksızlıkların Türkler arasında uyandırdığı öfkenin timsali olan) İsmail Beşikçi’nin söyledikleri dikkate değer. Beşikçi, 7 Haziran’da HDP’nin 80 milletvekili kazanmasıyla siyasi mücadelenin daha büyük önem kazandığını, PKK’nın geri planda kalması gerektiğini, HDP’nin onu ikna edememesinin zaaf olduğunu belirttikten sonra, HDP’nin “Türkiyelileşme” anlayışını ve “Seni başkan yaptırmayacağız” politikasını eleştiriyor. Kürtlerin parlamentodan ziyade Başkan’ı ikna etmelerinin daha kolay olabileceğini; devletin tutsağı Öcalan’la görüşmelerden bir sonuç çıkmasının mümkün olmadığını, Öcalan’ın dahi muhatap olarak HDP’yi işaret etmesi gerektiğini sözlerine ekliyor.
HDP’DE KÜRT SORUNU TARTIŞMALARI
Bir süredir Kürt siyasi hareketi içindeki “kafa karışıklığı”ndan yakınan HDP milletvekili Altan Tan’ın çağrısı da üzerinde durulmaya değer. Beşikçi gibi demokratik mücadeleyi destekleyen, şiddete karşı çıkan Tan, ondan farklı olarak “Türkiyelileşme” politikasına destek veriyor. Ona göre hareket bir yol ayrımında: “Kürtler Türkiye ile birlikte bir gelecek mi inşa edecek? Yoksa Türkiye’den ayrılarak ayrı bir siyasi gelecek mi inşa edecek?” karar verilmeli. Mücadele demokratik çizgide devam etseydi HDP’nin 1 Kasım’da en az 100 milletvekili çıkarabileceğini, bir sonraki seçimde de anamuhalefet olabileceğini söylüyor.
PKK’yı “Cumhurbaşkanı’nın, AKP’nin, devletin işine geleceğini bile bile şiddet sarmalına girdi” sözleriyle eleştiriyor. “7 bin Kürt genci hayatını kaybetmişse sadece ‘pardon’ diyemezsiniz. Bunu görememiş, hesaplayamamışlarsa görevi bırakmaları lazım.” diyor. Şiddet sarmalının “Türkiye’deki derin yapılarla Kürt siyasetinin içindeki derin yapılar”ın ortak işi olduğu yorumunu yapıyor. HDP’yi de 1 Haziran sonrasında AKP ile koalisyona kapıları kapattığı için eleştiriyor. Muhafazakâr Kürtlerin HDP’nin AKP ile çözüm sürecini devam ettirebileceğini düşündüğünü söylüyor ve sosyalistlerin HDP’de güçlerinin çok üzerinde temsil bulduğundan yakınıyor. “Demokratik ve legal siyaset tercih edilir ve muhafazakâr kitle partide etkili olursa ayrıma gerek kalmaz. Fakat bu savaş stratejisi devam ederse ve ağırlıklı sol, sosyalist, seküler söylem devam ederse farklı oluşumlar olabilir. Siyaset boşluk kabul etmez…” diyor. Demirtaş’ın cevabı: “HDP yol ayrımındadır diyenler kusura bakmasın, kendileri yol ayrımındadır.”
Bu analizler hakkında ne söylenebilir? Tarihten niçin ders alınamıyor? Gözleri kör eden nedir? Niçin demokrasiyi yerleştirerek insan haklarını ve ülke bütünlüğünü güven altına alamıyoruz? Bu sorulara cevap verebilmek için Türkiye’de siyasete yön veren siyasi ideolojilere bakmak gerekir.
Türkiye’ye yön veren ideolojiler
Her topluma, karar vericiler tarafından temsil edilen siyasi ideolojiler yön verir. 19. yüzyıldan itibaren Batı toplumlarına yön veren ana ideolojiler muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm oldu. Muhafazakârlar liberalizmin ekonomik yönüne, sosyalistler siyasal yönüne sahip çıktılar; merkez sağ ve merkez sol böyle şekillendi. Şimdilerde merkezdeki mutabakatın çatırdamasına tanık olunuyor. Bizde Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren siyasete yön veren ana ideoloji laik, dinsel, etnik türleriyle milliyetçilik (milletin özgürlüğü) oldu. İslamcılık (ümmetçilik), liberalizm (yurttaş hakları) ve sosyalizm (işçi sınıfı davası) da ancak milliyetçi yorumlarıyla sahnede yer bulabildi.
Türkiye’de PKK’nın şiddetli, etnik Kürt milliyetçiliğini temsil ettiği muhakkak. Peki Türkiye’nin siyasetine yön veren partilerin ideolojisi nedir? Parlamento’da temsil edilen partileri ele alalım: AKP’nin ideolojisinin dini-Sünni milliyetçilik olduğu ortada. Batı aleyhtarlığı, İslam birliği iddiası ve İslam hukuku savunusu anlamında örtülü İslamcılık, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dilinde AKP fikriyatını süslüyor olabilir, ama AKP iktidara gelme sürecinde bütün bunları rafa kaldırmış; AB hedefini programın merkezine koyarak, yurttaşların hak ve özgürlüklerini savunarak, liberal-muhafazakâr bir portre çizmişti. Bugün ise bir yandan dindar, muhafazakâr Kürtlerin desteğini almak için ümmetçilik yapıyor, bir yandan da Kürt milliyetçiliğine karşı Kemalist, yani laik milliyetçilerle taktik ittifak yapmakta tereddüt etmiyor. Göründüğü kadarıyla AKP, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği dini milliyetçilik ve otoriter başkanlık rejimi yolunda ilerleyecek. Gidilen yolun çıkmaz yol olduğunu görüp, partinin muhafazakâr-liberal kuruluş rotasına dönmek isteyenlerin sahneye çıkması umudu zayıflıyor.
Bugün AKP’nin iktidarının esas rakibi, muhakkak ki HDP. HDP’nin liberalizmden ve sosyalizmden, çevre ve kadın hareketlerinden esinlenen yönleriyle birlikte esas olarak Kürt milliyetçiliğini temsil ettiği ortada. Söz konusu yönleri, HDP’yi Kürt sorununun çözümünü Türkiye’nin demokratikleşmesinde aramaya itmekte. Bunun için (Beşikçi’yi hayal kırıklığına uğratarak) “Seni başkan seçtirmeyeceğiz” dedi; bunun için (Altan Tan’ı hayal kırıklığına uğratarak) en azından Gezi Parkı protestolarından sonra AKP ile ittifak aramadı. Ne var ki HDP’nin özündeki etnik Kürt milliyetçiliği onu (Beşikçi’nin dediği gibi) PKK’yı Türkiye’ye karşı silah kullanmamaya ikna etmede başarısız kılmış; (Altan Tan’ın dediği gibi) bir yol ayrımına getirmiş olabilir.
Geleneksel olarak Türk milliyetçiliğinin ana damarı olan Kemalizm’in otoriter laiklik politikalarını temsil eden CHP’de uzun yıllardır umulan dönüşüm, sosyal demokrat yönde evrim gerçekleşemedi. Parti öngörülebilir bir gelecek için, askeri vesayet taraftarı laik milliyetçi “Ulusalcılar”ın hâkimiyeti altında olmaya devam ediyor. Özgürlük yanlısı sosyal demokratların giderek partiden ayıklandıkları, marjinal kaldıkları muhakkak.
Geleneksel olarak Kemalizm’in otoriter kimlik politikalarını (“Hepimiz Türk’üz, Türk kültürüne bağlıyız”) temsil eden MHP’de Devlet Bahçeli “Ülkücü” hareketle şiddet arasına sınır çekerek partiye bir canlılık kazandırmıştı. 7 Haziran seçimlerinden bu yana izlediği AKP ile işbirliği politikalarının partiyi erimeye götürdüğünü görenler hiç beklenmedik bir şekilde “kazan kaldırdı”. Ne var ki bu “kazan kaldırma”nın partiyi AKP ve CHP’den umudu kesen seçmenlerin sığınağı haline getirme arayışından öte bir anlamı olup olmadığı hayli belirsiz.
Milliyetçilikler arasındaki kavga, ne yazık ki, Türkiye’yi bölünmeye doğru götürüyor. Gerek Türkler gerekse Kürtler arasında milliyetçiliğin liberal, yani yurttaşların temel hak ve özgürlüklerine bağlı, diğerine saygılı yorumları hâkim olmadıkça içine girdiğimiz bu felaketli yoldan kurtulmamız mümkün olmayacak.