27 Şubat 2009 Cuma

Ortadoğu'da katkıya devam

Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK), 2009 yılı ilk toplantısında, "Türkiye'nin Ortadoğu'da kalıcı barış ve istikrarın sağlanması çabalarına katkıda bulunmaya devam edeceği" belirtildi. "Türkiye'nin asayiş ve güvenliğini etkileyen iç ve dış gelişmelerin kapsamlı bir değerlendirilmesinin yapıldığı" toplantının ardından yayımlanan bildiride Filistin ve Ortadoğu barışıyla ilgili şöyle denildi: "Bölgede barış ve istikrarın tesis edilmesi ve Filistin meselesinin bir an önce çözüme kavuşturulması için bölge ülkeleri başta olmak üzere uluslararası topluma büyük sorumluluklar düştüğü vurgulanmış, Türkiye'nin Ortadoğu'da kalıcı barış ve istikrarın sağlanması çabalarına katkıda bulunmaya devam edeceği belirtilmiştir. Irak'ta son dönemde vuku bulan gelişmeler ve Irak ile işbirliğinin güvenlik, enerji ve ekonomi boyutları başta olmak üzere güçlendirilmesi amacıyla yürütülen temaslar ele alınmıştır."
Yeni Salonda İlk Toplantı
Cumhurbaşkanlığı Çankaya Yerleşkesi'ndeki "Yeni Hizmet Binası''nda bulunan "MGK Toplantı Salonu'' yaklaşık 2 ay süren tadilat sonucu yenilendi. Salonun dekorasyonu, elektronik alt yapısı ve güvenlik cihazlarında yenilikler yapıldı. "Neo klasik'' özellikler taşıyan salon, özel olarak tasarlanmış halıyla kaplandı.

Savunmasında kendisiyle çelişti

Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli Kurmay Albay Mehmet Fikri Karadağ, savunmasını dün tamamladı. Karadağ, beklendiği gibi hakkındaki iddiaları reddetti. Ancak, mahkemede "Ben yalan bilmem, dosdoğru konuşurum." diyen Karadağ'ın açıklamaları, daha önceki söylemleriyle çelişti.

Mersin'de silah ve bayrak üzerine yaptırdığı yemin töreniyle ilgili savunmasında silahların gerçek olduğunu, olayın bir anda geliştiğini savundu. Ancak, Karadağ, söz konusu görüntülerin ortaya çıkmasının ardından düzenlediği basın toplantısında silahların 'oyuncak' olduğunu söylemişti. Ergenekon soruşturması kapsamında kurucusu olduğu Kuvayı Milliye 1919 Derneği'nde ele geçirilen 13 bin 500 kişilik vatan hainleri listesiyle ilgili açıklamalarda da bulundu. Mahkemede, söz konusu listeden haberinin olmadığını savundu. Ancak Karadağ, yine daha önce yaptığı basın toplantısında 'listenin ellerinde olduğunu ve zamanı gelince açıklayacaklarını' aktarmıştı.
Savunmasında, dağdaki teröristlere af çıkarma teşebbüsünde bulunulduğunu savundu, "Siz hangi şehit anasının, babasının onayını aldınız ki Türk çocuklarının kanlarını dökenleri affediyorsunuz?" dedi. Aynı Karadağ, bir telefon konuşmasında şehit aileleri için "...O oğulları şehit olan şerefsiz köpekler..." ifadesini kullanıyordu. Veli Küçük'le herhangi bir bağının olmadığını, askerî darbenin aklının ucundan geçmediğini iddia etti. İddianamede bazı gazetecileri takip ettirdiği ifadelerinin yer aldığını hatırlattı, savcıya beddua etti: "Senin soyun kurusun inşallah. Ben niye takip ettireceğim? Aklına, hayaline gelen her şeyi iddianameye yazıyor." Karadağ'ın beddua ettiği isimler arasında Danıştay saldırısı hükümlüsü ve Ergenekon davasının tanıklarından Osman Yıldırım da vardı. Yıldırım'ı tanımadığını ve hakkındaki beyanlarını kabul etmediğini anlattı: "Osman Yıldırım cehennemde şeytanla arkadaş olsun. Ona inanan insan yeryüzünde nasıl dolaşır?''

Bir Numara yolu açıldı

Başbakanlık, Ergenekon davasını gören mahkemeye, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın (MİT) "istihbarat amaçlı Ergenekon" şemasını delil olarak kullanabilmesi için onay yazısını gönderdi. Böylelikle, örgütün başkanı olarak bilinen, "1 Numara"nın de yer aldığı örgüt şemasındaki isimler dava dosyasına dahil edilebilecek. Başbakanlık, şema üzerinde yaptığı bir aylık titiz inceleme sonucunda, mahkemenin bu talebine olumlu karşılık verdi ve delil olarak sayılabilecek belgeyi dün özel kuryeyle 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. Mahkeme, şimdi örgütün başkanı olarak bilinen, "1 Numara"nın ve üst düzey isimlerin de yer aldığı ve daha önce üzerleri bantla kapatılarak sanık avukatlarına dağıtılan şemadaki isimleri dava dosyasına dahil edebilecek. Yetkililer, MİT tarafından düzenlenen şemadaki isimlerin dosyaya dahil edilmesiyle davanın seyrinin değişebileceğini söyledi. Ergenekon davasını gören İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, 25 Aralık 2008'de aldığı kararla, MİT tarafından 19 Kasım 2003 ve 19 Ocak 2006'da Başbakan'a, 10 Temmuz 2003'te Genelkurmay Başkanlığı'na ve 26 Mayıs 2006'da Genelkurmay İstihbarat Başkanı'na gönderilen örgüt şemasının yer aldığı bilgi notlarının onaylı suretlerinin mahkemeye gönderilmesini istemişti. Başbakanlık da bu belgelerin, 2937 sayılı MİT Teşkilat Kanunu kapsamında istihbari bilgi niteliğinde değerlendirildiği yanıtını verdi.

GATA'ya sevk, davayı sabote etmektir


Ergenekon davası sanığı emekli generallerin İstanbul Haydarpaşa Gülhane Askeri Tıp Akademisi'ne (GATA) sevk edilmelerinden sonra başlayan tartışmalar sürüyor. GATA'dan emekli tabip kıdemli albay Nevzat Tarhan, emekli generallerin sevkiyle ilgili SABAH'a yaptığı açıklamada, "Ergenekon sanığı emekli generallerin GATA'ya sevk edilmesinin davayı sabote etmek anlamına geldiğini" öne sürdü. Tarhan, GATA'nın, generallerin özel VIP hastanesi görünümünden çıkarılması gerektiğini söyledi. Nevzat Tarhan, "GATA emekli generallerin özel hastanesi olmamalı. Oraya sevk edilen generallerin tutuklu muamelesi görmesi mümkün değil, tahliye gibi bir şey" diye konuştu. GATA'nın Adli Tıp Kurumu gibi bilimsel özerkliği bulunan bir kurum olmadığını belirten Tarhan, sivil denetime açık olmayan bu kuruluşa yapılan sevklerin kamu vicdanında şüphelere neden olduğunu ileri sürdü. Tarhan şunları söyledi: "Bütün dünyada askeri hastanelerin, askeri yargı gibi emir-komuta zinciri dışında olması gerektiği bilinir. Bu, hastaneden verilen raporların tarafsız olması için zorunludur. 12 Eylül'den sonra generaller dış kapıdan karşılanıp uğurlanır oldu. GATA, generallerin ve emekli generallerin özel hastanesi gibi kullanılmaya başlandı. Bu yüzden GATA'ya general sevk etmek Ergenekon davasını sabote etmek demektir. Oraya sevk edilen generallerin tutuklu muamelesi görmesi mümkün değil. O zaman bütün sanıkları tahliye etsinler ya da GATA'yı denetime açsınlar."

28 Şubat'ın biteceği tarih... / Hüseyin Gülerce

Yarın 28 Şubat. 12 yıl önce, Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin kurduğu Erbakan-Çiller hükümetini devirmek için düğmeye basılmıştı. Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararlarla silahsız darbe yapılmıştı. Demokrasinin utanç günleriydi. DYP'den istifa ettirilenlerle birlikte Mesut Yılmaz'a hükümet kurduruldu. Demirel'in cumhurbaşkanı olduğu Türkiye'de, bir derin el müdahalesi yapılmıştı.
Darbelerle giden adam, senfoni dinlemeyi, "İşte çağdaş Türkiye" diye alkışlayacak ve bir postmodern darbeye önayak olacaktı...
Ergenekon, 28 Şubat'ta da vardı. Görevi, daha öncekilerde olduğu gibi, demokrasiye müdahale zemini hazırlamaktı. "Laiklik elden gidiyor, Cumhuriyet'in kazanımları tehlikede" çağrısıyla; yargı, üniversiteler, iş dünyası, sendikalar ve medya devreye girmişti. Mahşerin beş atlısından söz ediliyordu. Karanlık mahfillerde fabrikatörler, meyhane müdavimi Kalkancı'lardan şeyh, Aczimendilerden irtica bölükleri imal ediyordu. Encümen-i Daniş'te alınan kararlar, MGK toplantısında resmiyet kazanıyordu.
28 Şubat'ı, imam hatiplilerin önünü kesmek, Kur'an kurslarını yasaklamak olarak anlayanlar yanılıyor ve yanıltıyorlar. 28 Şubat'lar; milletin istedikleri iktidar oluyor diye, demokrasiyi bir türlü hazmedemeyenlerin hukuksuzluğudur. Asıl düşmanlıkları da, milletin dinini yaşama arzusudur. Çok partili sisteme geçtiği, yani demokrasinin önünü açtığı için bunlar İsmet İnönü'ye de sırf bundan dolayı düşmandır. Çünkü demokrasi, hukukun üstünlüğü demektir ki, bunların egemenliği tehlikeye girer... Çünkü demokrasi, fikir ve ifade hürriyeti, din ve vicdan özgürlüğüdür ki; bunların saltanatı biter.
İşin aslı böyle olduğu için Ergenekon'a hayat veren Encümen-i Daniş zihniyeti, AB'ci görünür ama Türkiye'nin AB üyeliğini asla istemez.
28 Şubat bin yıl mı yaşar, yoksa biter mi? Bu sorunun cevabı şudur: Türkiye'nin AB üyesi olduğu gün, 28 Şubat biter... Ergenekon da biter, Encümen-i Daniş de bir mütekaitler topluluğu olur... Yani ancak demokrasi, millete tepeden bakan, ona vasilik yapmak isteyen bir zihniyeti ortadan kaldırır...
Demokrasinin, dolayısıyla Avrupa Birliği üyeliğinin önündeki en büyük engel, Ergenekon Terör Örgütü'nün varlığıdır. Çünkü bu örgüt, bir cinayet, provokasyon ve terör karargâhıdır. Sorgulanan, tutuklanan herkesin, öğrendikleri karşısında tüylerinin diken diken olması boşuna değildir. Demokrasiyi istemeyenler, boşuna Ergenekon'a da kol kanat germiyor, boşuna cansiperane direnmiyorlar.
29 Mart seçimlerinin sonucu, işte bunun için yerel seçim sonucu olmaktan çok öte bir anlam taşıyor. Ergenekon davasının sonucu bile, 29 Mart'ın sonucuna bağlıdır. AK Parti iktidarı tökezlerse, birileri için "keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner" devri başlayacaktır. Ergenekon sanığı İlhan Selçuk'un, davanın savcısına yönelik şu sözlerini okuyalım bakınız:
"Bay Zekeriya'nın geleceği pek parlak görünmüyor. İddianamede, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hukuku değil, AKP iktidarının guguku geçerli... Oysa Savcı Öz, oturup kendisini gün geçtikçe daha çok sarıp sarmalayan koşulları düşünmeli... Her bugünün bir yarını var..."
Acaba İlhan Selçuk'u cesaretlendiren nedir? Bizim, GATA'nın itibarını sarsan ve adaletten adam kaçırma teşebbüsü olarak şüphelendiğimiz gelişmeler midir?
28 Şubat, Ergenekon, 29 Mart seçimleri, demokrasi... Meselenin ciddiyetini en iyi anlayan, Sayın Başbakan görünüyor. Sayın Erdoğan'ın Diyarbakır meydanında söyledikleri boşuna değil. "Çetelerin birbirinin değirmenine su taşıdıklarını, perde gerisinde birbirlerini nasıl beslediklerini biliyoruz artık." diyor. "Bu ülkenin demokrasisi artık sabote edilemeyecek kadar güçlenmiştir." diyor. Ve benim çok önemsediğim bir hususun altını çiziyor. Bölge halkını en çok memnun eden icraatların başında, Ergenekon operasyonunun geldiğini söylüyor. Binlerce faili meçhul cinayetten birkaçının aydınlanması bile Türkiye'yi, Ergenekon davasında geri dönülmez noktaya getirecektir.
Acaba DTP bu konuyu neden hiç ele almıyor? Acaba Meclis'teki grup konuşmasında Kürtçe konuşmak, Erdoğan'ın Diyarbakır'da Ergenekon'dan bahsetmesinden midir?
29 Mart, 28 Şubat'tan çok önemli...

Yeni 28 Şubatlar mümkün mü? / Mustafa Ünal

Yarın 'Postmodern darbenin' yıldönümü. Eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu '1000 yıl sürecek' demişti. Buna inananlar vardı. Kısa sürede aktörleri sahneden çekildi. Kiminin isimleri bile unutuldu, gitti. Çevik Bir, Erol Özkasnak tarih oldu.
Neredeyse sürecin savunanı bile kalmadı. Siyasî uzantıları, partileri ile beraber halk tarafından tasfiye edildi. Mesut Yılmaz sadece kendisini değil, Türkiye'ye çağ atlatan Anavatan Partisi'ni de batırdı.
Bugün merkez sağ buharlaştıysa, bir ay sonra yapılacak seçimlerde hiç dikkate alınmıyorsa sebebi 28 Şubat'a arka çıkmalarındandır. 6 kez gidip 7 kez gelmesiyle övünen Süleyman Demirel bugün 'kurtarıcı' rolüne soyunamıyorsa yaşının ileri olmasından değil, 28 Şubat'a 'babalık' etmesindendir. Dün darbe mağduru iken peşine düşen kitleler 28 Şubat'ta 'darbeci' kimliğine büründüğünde yüz çevirdi. Türk insanı hiçbir darbeciyi hayırla anmadı.
28 Şubat, aksini savunanlar çıksa da siyasete bir müdahaleydi. Tarihe ibret gözüyle bakanlar için 28 Şubat çok verimli bir süreç, zengin örneklerle dolu. Özellikle siyasetçiler ve askerler için... 13. yılında 28 Şubat gösterdi ki siyasete dışarıdan müdahale etmek kolay, kısa vadeli sonuç almak da mümkün; ama kontrolü orta ve uzun vadeye yaymak imkânsız. Zıt sonuçlarla karşılaşmak ise mukadder... Bütün darbelerin siyasî neticeleri arzu edilenin aksi yönde cereyan etti. 27 Mayıs AP'yi doğurdu, 12 Eylül Turgut Özal'ın ANAP'ını, 28 Şubat ise AK Parti'yi... Hepsi de darbecilerin istemedikleri siyasal oluşumlardı. Halk, darbecilere yakın duran partilere hiç prim vermedi, tek örneği yok. CHP bugün iktidarı unuttuysa, sebebi 'ordu eşittir CHP' formülünü toplumun hafızasından silememesindendir.
Amacım aslında başlığa koyduğum 'Yeni 28 Şubatlar mümkün mü?' sorusuna cevap aramak... Giriş bölümünü uzun tutmamın nedeni tarihten ders çıkarmayanlara, geçmişin olaylarına ibret gözüyle bakmayanlara kısa hatırlatmalarda bulunmak. Peşinen söyleyeyim, ben bu topraklarda darbe heveslilerinin hiç eksik olmadığına inananlardanım. Ankara'nın havasına bakarak birilerinin '28 Şubat'ın 2009 versiyonu ne olabilir?' diye kafa yorduğunu bilgi olarak bilmesem bile tahmin edebiliyorum.
Bir proje olarak 28 Şubat bugüne kopyalanamaz. Darbeciler bir darbeyi ikinci defa tekrarlamadı. Her defasında yeni yol ve yöntem denediler. Bütün darbelerin ilk hedefi hükümete vücut veren siyasî partiyi oyun dışına itmek olmuştur. Eğer birileri gerçekten 28 Şubat'ın 2009 versiyonunu sahneye sürmeyi düşünüyorsa harıl harıl AK Parti'den kurtulmanın yollarını arıyorlardır. 'Bir ay sonra sandık var ya' demeyin. Hiçbir darbeci halkla iş tutmaz. 'Ankara oyunlarından' medet umarlar.
Bir süredir cevabını aradığım soru: 'Acaba AK Parti'yi iktidar oyunundan düşürecek operasyon ne olabilir?' Yeni bir kapatma mı? Bu yol denense de majestelerinin pes edeceğini sanmıyorum. 2008'de yaşadıklarımız bu senaryonun hiç de yabana atılmaması gerektiğini ortaya koyuyor.
28 Şubat'ın 2009 versiyonunda ilk hedef siyasetse ikinci hedef tıpkı 1997'de olduğu gibi toplumu fişleyerek kamplara bölmek olmalı. Fişleme önce devletten bürokrasiden başlanır. Yüksek düzeyli bürokratlar siyasi düşüncelerinden özel yaşamlarına kadar fişlenir, sonra en altlara kadar yansır. Bundan toplum da nasibini alır. Sıradan esnaflar bile 'şucu bucu' diye kayıtlara geçirilir. Fişlemek darbecilerin vazgeçilmezidir.
Aman içiniz kararmasın, 2009 Türkiye'sinde yeni bir 28 Şubat sürecinin yaşanacağını söylemek istemiyorum. Anlatmak istediğim darbe heveslilerinin olabileceği, bazı girişimlerde de bulunabileceği... Onca deneyimden sonra adı ve şekli ne olursa olsun kısa, orta ve uzun vadede başarılı bir darbe beklemiyorum ben. 28 Şubat'ın 2009 senaryosu kesinlikle bir eylem planına dönüşmez. Bakarsınız ileride birilerinin ajandasında günlük olarak karşımıza çıkıverir.
28 Şubat 1997 müdahalesi gerçekten derslerle dolu. Benim çıkardığım en önemli ders, girişimi olsa bile hiçbir darbenin bundan sonra başarılı olamayacağı, darbecilerin kaybetmesinin mukadder olduğu...

PAŞALAR ÇIKTI MAŞALAR KALDI

Cezaevinde dün itibariyle hiç General kalmadı, lüks hastane odalarına sevkler rütbe sırasına göre
Ergenekon terör örgütü davasının tutuklu sanıklarından emekli Tuğgeneral Veli Küçük hastaneye kaldırıldı. Dün sabah Silivri Cezaevi'nden Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne gönderilen Küçük, mide kanaması şüphesiyle Gastroenteroloji bölümüne yatırıldı. Emekli generalin rahatsızlığının tespiti için bugün tetkikler yapılacak. Veli Küçük'ün hastaneye yatırılmasıyla birlikte, cezaevinde Ergenekon'dan tutuklu general kalmadı. Daha önce de eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, cezaevinde düşüp kafasını çarpmış ve ardından GATA'ya sevk edilmişti. Eruygur, 'sağlık gerekçesiyle' tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilirken, ardından emekli Orgeneral Hurşit Tolon aynı hastaneye sevkini sağlamıştı. Daha sonra Tolon da kaldırıldığı askerî hastaneden tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi. Emekli orgeneralin tahliyesiyle birlikte Silivri'de Ergenekon'dan tutuklu en yüksek rütbeli asker olarak Levent Ersöz ve Veli Küçük kaldı. Emekli Tuğg. Ersöz, rahatsızlığı sebebiyle iki hafta önce GATA'ya sevk edildi. Dün de Veli Küçük hastaneye kaldırıldı. Böylece cezaevindeki en yüksek rütbe albaya indi. Ergenekon davasının en rütbeli tutuklu sanığı olan Veli Küçük'ün kızı avukat Zeynep Küçük, 24 Şubat'ta görülen duruşmada talepler kısmında söz alarak babasının hastaneye sevk edilmesini talep etmişti. Zeynep Küçük, babasının kasıtlı olarak hastaneye sevkinin yapılmadığını ileri sürmüştü. Ardından Veli Küçük, Kandıra F Tipi Cezaevi'ndeyken kalbine stent takıldığını, 'hastaneye yatmak istiyor demesinler' diye kontrole gitmediğini ileri sürmüş ve "Lütfen beni rahat bıraksınlar. Paşa paşa yatıyorum." demişti. Mahkeme heyeti, Küçük'ün Silivri Devlet Hastanesi'ndeki muayene ve tetkiklerine ilişkin belgelerin ivedi istenmesine karar vermişti. Gelişmeler üzerine Veli Küçük, Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne kaldırıldı. Yapılan tetkiklerin ardından Küçük'ün tedavisinin hastanede devam etmesine karar verildi. Bugün sabah midesinde kanama olup olmadığının tespit edilmesi için gastroskopi yapılacak. Kanama varsa ilaç tedavisi, kan takviyesi ya da cerrahi müdahale söz konusu olabilecek.
SEVKLER RÜTBE SIRASINA GÖRE
Veli Küçük'ün de hastaneye kaldırılması ile Ergenekon soruşturması kapsamında cezaevinde bulunanlar arasında general kalmadı. Daha önce emekli orgeneral Şener Eruygur GATA'ya sevk edilmiş, daha sonra 'sağlık gerekçesiyle' tutuksuz yargılanmak üzere tahliyesine karar verilmişti. Hastane koridorlarında yürürken çekilen fotoğrafları ve eşinin GATA'daki bir doktorla yaptığı konuşma kamuoyunda tartışıldı. Ardından Hurşit Tolon uzun uğraşlar sonucu GATA'ya sevkini yaptırdı. O da tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi. Tolon'un da gönderilmesiyle cezaevindeki en rütbeli isimler olarak emekli tuğgeneraller Veli Küçük ve Levent Ersöz kaldı. Ardından Levent Ersöz de bir gecede 4 hastane değiştirdikten sonra nihayet GATA'ya gönderildi. Savunmasında 'devletin komplo kuracağını düşünmediğini' söyleyen Veli Küçük, davanın 55. duruşmasında 'hasta olmasına rağmen kontrole gitmediğini' söyledi. Kızı ve avukatı Zeynep Küçük ise babasının çok hasta olduğunu söyleyerek hastaneye sevkini istedi. Veli Küçük de dün hastaneye sevk edildi. Küçük'ün de hastaneye gönderilmesiyle cezaevindeki en büyük rütbe albaya indi.

SAVCI ÖZ GATA'YI SALLADI

Mukaddes Eruygur'la ses kaydı çıkan Albay'ı Savcı Öz çağırıp sorguladı, GATA'da deprem oldu.
GATA’da görevli Albay Demircan, Şener Eruygur’un eşi ile yaptığı konuşmayı ‘hasta yakınını rahatlatmak için yaptım’ diyerek doğruladı. Öz, GATA iddialarını da sordu. Ergenekon terör örgütü soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün, Mukaddes Eruygur'la yaptığı görüşmenin ses kayıtları internete düşen GATA Beyin Cerrahisi Servis Şefi Albay Nusret Demircan'ı konuşmanın içeriğiyle ilgili sorguladığı öğrenildi.
Savcı Öz'ün, 23 Şubat günü Levent Adliyesi'ne çağırdığı Albay Demircan'a, Mukaddes Eruygur tarafından da doğrulanan konuşmalarla ilgili sorular yönelttiği öğrenildi. Savcı Öz'ün, Demircan’a internetteki konuşmanın içeriğinin yanında ETÖ sanıklarının GATA'ya gidiş süreciyle ilgili iddialar hakkında da sorular da sorduğu ifade edildi. GATA'DA görevli Albay Nusret Demircan, Mukaddes Eruygur'la yaptığı ve internete düşen konuşmayı hastanenin 'Rehabilitasyon Odası'nda yaptıklarını ve görüşmenin yarım saat sürdüğünü anlattığı ifade edildi. KOnuşmanın içeriğini de kabul eden Albay Nusret Demircan'ın, Mukaddes Eruygur'a söylediklerinin amacının "hasta yakınını rahatlatmak" olduğunu söylediği belirtildi. Şener Eruygur'un film ve kan tahlili gibi hiçbir evrakının GATA'da neden olmadığına ilişkin sorulara Albay Demircan’ın "hasta evrakları şifreli olduğu için kayıtlarda gözükmediği" şeklinde cevap verdiği öğrenildi. İnternet'e düşen Mukaddes Eruygur ile Albay Nusret Demircan arasında geçen konuşmada Demircan "Eruygur'un taburcu edilmesi halinde tekrar tutuklanabileceğinden endişe ettiği için taburcu işlemini iptal ettiğini" anlatıyordu. Demircan başka bir konuşmasında da "Eruygur'la ilgili GATA'da ne bir kan testi ne bir film olduğunu bunun Emekli Sandığı'na fatura edilirken sıkıntıya neden olacağını, bunun halledilmesi gerektiğini" anlatıyordu.
Mukaddes Eruygur ise "13. Ağır Ceza Mahkemesi Zekeriya Öz`ün istekleri doğrultusunda karar veriyor. 12 ve 14. Ağır Ceza mahkemeleri ise bizdenmiş" diyordu.

HERŞEYİ AYDINLATAN SES KAYDI

Org. Karadayı, üç darbede aldığı etkin rol ve 28 Şubat'ta yaptıklarını bir bir itiraf ediyor..
Daha önce İsmail Hakkı Karadayı'ya ait olduğu iddia edilen üç ses kaydı video paylaşım sitelerine düşmüştü. Haber 7'ye linkleri gönderilen yeni ses kayıtları gündemi sarsacak nitelikte. Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya ait olduğu iddia edilen ses yakın tarihle ilgili oldukça çarpıcı bilgiler veriyor. Bütün darberelerde bir şekilde aktif görev aldığını belirten ses, Necmettin Erbakan'ı iktidardan nasıl düşürüldüğünü, Mesut Yılmaz'a iktidarın altın tepsiyle sunulduğunu anlatıyor.
Haber 7'nin yayınladığı videodaki ses, 27 Mayıs Darbesi’ne fiilen dahil olduğunu söylüyor. 27 Mayıs darbesi döneminde yaşanan olayları Üniversitelerin verdiği desteği anlatan ses Kemal Alemdaroğlu’nun o dönemde okuldan alındığını söylüyor.
12 Eylül darbesinde de fiili olanak görev aldığın aktaran sesin sahibi, Mamak’ta görev yaptığını ve Ankara’daki operasyonu yapan adam olduğunu anlatıyor.
“HOCA’YA AYRIL DEDİM AYDILDI”
Kayıttaki ses 28 Şubat döneminde dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile ortak hareket ettiğini belirterek, dönemle ilgili şunları aktarıyor; “Hocayı Demirel ile konuştum, dedim mutlaka gitmesi lazım. (…) Ne dersem onu yaparlardı, Hocaya ayrıl dedim, ayrıldı. Daha ne olsun?”
Aynı bölümde parti kapatılmasıyla ilgili şu sözler dikkat çekiyor. “Biz partiyi kapattık yavv. Valla aynı kafadan gidiyorlar. Kafaların değişmesi lazım.”
ONUR ÖYMEN BİZDEN HABERSİZ SİYASİ ADIM ATMAZ
Onur Öymen’le ilgili bölümde ise, “Ben Genelkurmay Başkanı iken o Dışişleri Bakanı Mesteşarıydı. Devamlı birlikte çalışırdık. Bizim gizli karargahta, bizim ikinci başkan oradaydı. Gider gelirdi, irtibat sağlardık ve birbirimizden haberimiz olmadan hiçbir siyasi şeylik yapmaz. O zaman çok iyi işledi işler.”
MESUT YILMAZ’A ALTIN TEPSİDE İKTİDAR TESLİM ETTİK
Kayıttaki ses 28 Şubat’tan sonra Mesut Yılmaz’la bodrumda görüştüğünü ve Yılmaz’a şunları söylediğini aktarıyor; “Mesut Bey, size altın tepside bir iktidar teslim ediyoruz. Altın tepside önünüze kondu. Bunu iyi değerlendirin”
İKTİDARA KARŞILIK 8 TALEP
Konuşmanın devamında bazı taleplerin olduğu belirtilerek talepler sıralanıyor, “ Siyasi partiler kanunu değiştireceksiniz. 2-Seçim kanunu mutlaka değişecek. 3 – Sekiz yıllık eğitimi mutlaka sağlayacaksınız. 4- Milletvekilliği dokunulmazlığını kürsü dokunulmazlığına çevireceksiniz… Ondan sonra 7 tane şey saydım, siyasi parti kanunu. (…) 8 tane, 7 tane şey söyledim, hepsini sırıtarak dinledi. ”
8 YILLIK EĞİTİM ŞARTI
Cumhurbaşkanı, Mesut Yılmaz ve İsmail Hakkı Karadayı’nın zaman zaman toplandığı ve çeşitli konularda konuştukları da kayıtlarda dikkat çekiyor. Toplantılardan birinde 8 yıllık eğitim konusunun açıldığını aktarılıyor; “8 yıllık eğim konusu açıldı. Çocuklara ilkokul talebelerine Kur’an kursu yarışması yaptırıyorlar, hanginiz iyi okuyacak hanginiz. Öyle şey olur mu yavv. Çocuk o zaman Kur’an’a düşecek, Kur’an ezberlemeye kalkacak. Elinde bir dosya var, şu kadar ince bir şey, dosya şöyle boyuna çeviriyor ben konuşurken, dedi ki ‘bunu yaparsak şu kadar dersliğe ihtiyaç var, şu kadar şeye dershaneye ihtiyaç var’ Yapamayacaksanız dedim hocadan ne farkınız var…Ondan sonra neyse geldik, 8 yıllık eğitime karar verdik. 8 yıllık eğitime değişecek diye.”
“MESUT YILMAZ DA KAYPAK”
“Komisyondan geçti, bana dediler ki, istihbarattan geldiler efendin bunlar 8 yıllık eğitimi 5+3 yapacaklarmış, önerge vermişler. Sahtekar bunlar. Burada karar veriyoruz, bir milletvekili kalkıyor önerge veriyor, hemen onu mecliste ayarlıyorlar, Yaşar Tüycü…(…) Sonra 8 yıla zor çektik. Onlar bu kadar adi adam, şimdi, Mesut Yılmaz da kaypak.”
ÇİLLER’İ KABUL ETMEDİM
Kayıtlarda Tansu Çiller’in İsmail Hakkı Karadayı’yı emekliye sevk etmek istediği, ancak Karadayı’nın bunu haber aldığı şeklinde konuşmalar yer alıyor. Tansu Çiller’in kendisini ziyaret etmek istediğini ancak bunu da kabul etmediğini söyleyen ses, Çiller’in ikinci randevu talebini Kuvvet Komutanları’na danıştığını aktarıyor. Konuşmada, Tansu Çiller’e hakaretler edilirken daha sonra yapılan görüşmedeki konuşmalar aktarılıyor. Tansu Çiller’in kendisine ‘Ne yapmamız lazım?’ dediğini aktaran şahıs, “Şimdi dedim istifa etmeniz lazım dedim. Ondan sonra şimdi deniz bitti istifa etmeniz lazım dedim. Sonra kakacaktı, ben dedim hepsini söyledim şimdi şeyiniz yok. İstifa etmeniz lazım dedim, bundan sonra masadan şeyi aldım… Bir dakika, masadan kalkıyordu, bir dakika dedim, merkez karar yönetim kurulunun verdiği kararı şöyle tuttum buna ne diyorsunuz dedim. Daha okumadan şöyle baktı, bu yanlış dedi. Bu yalan dedi, okumadan, bu yalan dedi.”
İsmail Hakkı Karadayı’ya ait oluduğu iddia edilen ses, daha sonra Cumhurbaşkanı ile görüştüğünü aktararak, “Bu adamların saçma şeyiyle sizin emeklilik şeyinizi nasıl onaylarım falan dedi. Demirel cumhurbaşkanlığını fevkalade iyi yaptı. İlişkilerimiz fevkalade iyiydi. Hatta bir gazeteye beyanat verdi, ‘darbeyi Karadayı önledi falan’ diye.”
İŞTE BİRİNCİ VİDEONUN DEŞİFRESİ:
27 MAYIS’TAN 28 ŞUBAT’A: DARBELERİN PERDE ARKASI
"Şimdi ben tabi 27 Mayıs’a iştirak ettim fiilen, 27 Mayıs’ta Davutpaşa’daydım ben, Orhan Erkanlı falan vardı, o zaman 27 Mayıs bana hemen ertesi gün görev verdiler. Davutpaşa’daki işleri bitirdik, o Zeki Şahin, Bümin Yamanoğlu, ondan sonra neydi, Kemal Binatlı bunlar merkez komutanı, onları aldık oraya Davutpaşa’ya bir sürü insanlar alındı. Onları biz oradan Yassıada’ya gönderdik, Yeşilköy Havalimanından, onlar gelirdi, toplanırdı, gönderirdik.
Şimdi bir de üniversiteler faaliyete geçerdi, bağırır şey yapardı, o zaman üniversitelerde muazzam bir kaynama vardı, bunlar, üniversiteler partiye karşı çok şeydi, biliyorsunuz 555k falan vardı. Üniversiteler hükümete karşıydılar. Nümayişler yapıyorlar bilmen ne yapıyorlardı. Polis, onlardan yakalarlardı. Kamyon kamyon bize adam gönderirlerdi. Davutpaşa’yı hapishane zannediyorlardı herifler.
Biz çocuklarla akşam otururduk, top oynardık, yemekler yedirirdik, akşam arka kapıdan gönderirdik. Bu olayı ben anlattığım zaman, orda şey vardı, Alemdaroğlu dedi ki “Komutanım ben de onların içindeydim beni de saldınız” dedi. Kemal Alemdaroğlu onu da almış getirmişler, ondan sonra biz akşam arka kapıdan göndermişiz.
Şimdi tabi, ondan sonra Davutpaşa’da iş bittikten sonra irtibat bürosuna aldılar, irtibat bürosunda Yassıada ile irtibatlıyız. Gittim geldim devamlı. İşte o davalara falan girerdim. Ara sıra Yassıada’da ormanın içinde dahi otururdum sabaha kadar, neler geçirdik, hiç uyumadan, koltuk altında silah, ondan sonra şeyden sonra ayrıldık tabi, akademiyi kazandıktan sonra ayrıldık.
12 EYLÜL’DEKİ ROLÜ
12 Eylül’de de vardım, ben planlama grubundaydım, bizim sabıkamız fazla. 12 Eylül’de ben Mamak tugay komutanı idim. Ankara’daki operasyonu yapan adamdım, ki oraya gelirlerdi, hapishaneye, Recep Ergün vardı.. Allah Rahmet eylesin. Orda da biz daha evvel planlama grubuyduk, tayin dairesindeydim, beni oraya vereceklerdi. İhtilal hazırlanırken, biliyordum ben, benim planlamam şöyle oluyordu, belirli şahısları kritik yerlere atıyordum, çünkü tayin daire başkanıydım.
Tayin daire başkanı idim, oraya ben şeyle atıyordum, kim biliyordu, Nurettin Ersin biliyordu, Mehmet paşa biliyordu kara kuvvetleri kurmay başkanı, Kenan Evren biliyordu tayinleri, bir de ben cebimde şey yapıyordum, katiyen kimse bilmezdi onu. Ondan sonra yalnız ben oraya gideceğim, Mamak’a gidecektim. Mamak’ta o Kırıkkale de bana bağlı. Kırıkkale’de işçiler var, fabrika var, oradan da bazı sesler geliyor. 12 Eylül’de biz bundan da endişe ettik,
Oraya Kırıkkale’ye alay komutanı, bir alayımız vardı orda, kim atayayım kim günlerce düşündüm sonra Atilla Ateş’i atadım. Allah razı olsun çok iyi oldu yalnız şöyle bir terslik oldu, 10 Eylül günü Atilla ordan bana geldi Kırıkkale’den, dedi komutanım annemi kaybettim dedi, o şeyli Kastamonulu, ondan sonra Taşköprülü oraya gideceğim dedi, müsaade eder misiniz dedi, atla git dedim yarın gece saat 11’de burada olacaksın dedim en geç, ama anlamış, söyleyemiyorsun da…
Kim vardı orada yarbay, yarbay vardı yardımcısı. Yarbaya da özel bir mektup yazdım. Dedim ki bu mektup Atilla gelmezse, Allah korusun olabilir ki gelmeyebilir, bu mektup benim emrimle, benden müsaade olmadan açılmayacak dedim. Ben oku dediğim zaman açacaksın. Gelince alay komutanına vereceksin bunu. Atilla paşa gelirse alay komutanına vereceksin bunu, bana soracak öyle açacak dedim.
Allah korusun yani.. ondan sonra gece tabi oturuyorum 11 Eylül akşamı, gece oturuyorum. Ben zaten 2 ay evvel çocukları gönderdim Antalya’ya. 1 sene evvel zaten 6-7 ay evvelinden, seçim başladı o zamanlar çıktı ortaya. 2-3 ay evvel 4 ay evvel. Ertelendi biraz. Şimdi tabi günleri unuttum, ben hanımı, Mamak’a gittim Mamak kışlasında kalıyordum, çocukları gönderdim Antalya’ya, kampa gönderdim.
Ama hanıma bile söylemedim. Siz kalın dedim. Bazı sıkıntılar var, Mamak’ta çalışıyorum, anladılar onlar da tabi. Artık şehirle alakamı kestim ben. Oraya gittim. Orda yatıyorum, orda kalıyorum. Allah rahmet eylesin Eşref Bitlis Bolu’daydı, oradan da 2 tabur getirdik, o da bana misafir oldu. Komando taburu getirdi. Sabıkalı adamız, sicili bozuk bir adamım.
28 ŞUBAT’TA DEMİREL İLE ORTAK HAREKET VE PARTİ KAPATMADAKİ ROLÜ
Hocayı Demirel ile konuştum, dedim mutlaka gitmesi lazım, biliyorsunuz dev gazeteler verdi nizamiyeden döndük dedim.. Nizamiyeden döndük lafı enteresandır yani, bu demektir ki bir halt olmasaydı biz… ne dersem onu yaparlardı, hocaya ayrıl dedim ayrıldı. Daha ne olsun?
Bunu cumhurbaşkanı şey, herkes bunu kabul etti. Biz bunu yapacağız. Ben onu neden yayınladılar bilemiyorum, bir sebebi olmalı onun bir sebebi olmalı, bir de şimdi burada genelkurmayın diri durması lazım. Biz partiyi kapattık yavv. Vala aynı kafadan gidiyorlar kafaların değişmesi lazım.
ONUR ÖYMEN BİZDEN HABERSİZ SİYASİ ADIM ATMAZ
Onur Öymen gelecek bana, bakalım, buluşacağız. Telefon etti Ankara’dan, görüşmemiz lazım dedi. Peki dedim. Görüşeceğiz konuşacağız. Dürüst, kafası çalışır. Ben genelkurmay başkanıyken o dışişleri bakanı müsteşarıydı. Devamlı birlikte çalışırdık. Son derece o karargahta, bizim gizli karargahta bizim 2. Başkan ordaydı. Gider gelirlerdi. İrtibat sağlardık ve birbirimizden haberimiz olmadan hiçbir siyasi şeylik yapmaz. O zaman çok iyi işledi işler.
MESUT YILMAZ’A ALTIN TEPSİDE İKTİDAR TESLİM ETTİK
Ben Mesut Yılmaz’la 28 Şubat’tan sonra Bodrum’a gitmiştim hatta gazeteler yazdı, manşet attılar Karadayı yoruldu da Bodrum’a gitti falan diye, o zamanın gazetelerine bakarsan. Şimdi orda Mesut Yılmaz ile beraber bir araya geldik, hamım, Berna hanım benim hanım dördümüz oturduk, şeye şunu söyledim Mesut beye dedim ki; Mesut bey, size altın tepside bir iktidar teslim ediyoruz. Altın tepside önünüze kondu. Bunu iyi değerlendirin dedim, kimin yanında eşinin yanında. Berna hanımın yanında gayet dikkatli dinliyorlar, biz sizin arkanızdayız, sizi sonuna kadar destekleyeceğiz, ama dedim benim bazı taleplerim var, bu taleplerim,
1: Siyasi partiler kanunu değiştireceksiniz, 2: Seçim kanunu mutlaka değişeceksiniz, 3: Sekiz yıllık eğitimi mutlaka sağlayacaksınız, 4: Milletvekilliği dokunulmazlığını kürsü dokunulmazlığına çevireceksiniz.
Ondan sonra 7 tane şey saydım, siyasi parti kanunu, seçim kanunu, milletvekili dokunulmazlığı, 8 yıllık eğitim kanunu, unuttum notlarımda var, 8 tane, 7 tane şey söyledim, hepsini sırıtarak dinledi.
Sonra cumhurbaşkanı dedi ki bana bize ikimize bir arada otururken, sayın genelkurmay başkanın bazı fikirleri var dedi. Bunu dedi 3’ümüz bir araya gelelim de dedi konuşalım, basından gizli, zaman zaman toplandık biz, görüştük biz. 8 yıllık eğitim konusu açıldı, çocuklara ilkokul talebelerine kuran kursu yarışması yaptırıyorlar, hanginiz iyi okuyacak hanginiz. Öyle şey olur mu yavv,
Çocuk o zaman Kuran’a düşecek, Kuran ezberlemeye kalkacak, elinde bir dosya var, şu kadar ince bir şey, dosya şöyle, boyuna çeviriyor ben konuşurken, dedi ki bunu yaparsak şu kadar dersliğe ihtiyaç var, şu kadar şeye dershaneye ihtiyaç var, yapmayacaksanız dedim hocadan ne farkınız var…"

26 Şubat 2009 Perşembe

GATA'nın Buluşunda Derin Şüphe

Hrant Dink, Üzeyir Garih, Danıştay Baskını ve Malatya Zirve Yayınevi'nin tetikçilerinin ruhi durumları... Ergenekon sanığı Ümit Sayın'ın beyin üzerindeki çalışmaları... GATA'daki tarihi buluş... Ve şok kesişme...
İşadamı üzeyir Garih'in katili Yener Yermez’in ciddi zihinsel sorunlar yaşadığını ve cinayet döneminde Ergenekon sanığı Doç. Dr. Ümit Sayın ile görüştüğünü belirtmesi, kendisine cinayetin öncesinde ve sonrasında birtakım ilaç uygulamalarının yapılmış olabileceğini akıllara getirdi. Ümit Sayın’ın İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde yer alan CV’sinde ‘zihin yönetimi’ ile ilgili olarak birçok çalışmaya imza attığı görülürken, psiko-nöro farmakoloji (yani beyni etkileyen maddeler – ilaçlar) konusunda da araştırmaları olduğu belirtiliyor. Ergenekon iddianamesinde örgütün kaos meydana getirmek için karıştığı eylemlere de yer verilmiş, bu eylemler arasında ise Danıştay baskını, Zirve Yayınevi olayı ve Hrant Dink cinayetinin en başta yer aldığı iddia edilmişti. Bu cinayet sanıklarının ise hepsinin ‘psikolojik bozukluğu’ belgeler ile ortaya konuldu.
SAYIN'DAN GARİH'E GİDEN YOL (MU?)
Sayın’ın Ergenekon operasyonu kapsamında Adli Tıp Enstitüsü'ndeki odasında yapılan aramada Üzeyir Garih cinayetiyle ilgili birçok yazı, resim ve dosya fotokopileri ele geçirilmişti. Ele geçirilen belgelerin ise gerçek dava dosyasında yer almadığı tespit edilmişti. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde çapraz sorguda Sayın, Üzeyir Garih cinayetine ilişkin odasında el konulan resim ve yazıları kendisine getiren kişinin ismini hatırlamadığını söylemişti. Savcıların “Alparsalan Arslan’ı tanıyor musun?” şeklindeki sorularına ise, “Hayır tanımıyorum” cevabını vermişti. Üzeyir Garih cinayetini işleyen Yener Yermez'in olaydan sonra kendisi ile iletişime geçtiği hatırlatıldığında ise Sayın, Yener Yermez ile Üzeyir Garih'i tanımadığını ve görüşmediğini öne sürmüştü.
KORKUNÇ ŞÜPHE: MALATYA CİNAYETİ BEYİN KONTROL YÖNTEMİ İLE OLABİLİR!
Malatya Valiliği İl İnsan Hakları Kurulu tarafından hazırlanarak Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'na sunduğu Zirve Yayınevi olayı raporunda yer alan tespitler ise akıllara durgunluk verecek cinsten. Emre Günaydın ve diğer zanlıların dini hassasiyetlerinin bulunmadığı, kişilik bozukluklarının olduğu, zanlıların bu nedenle gerek propaganda, gerekse de psikolojik telkinlerle yönlendirilebileceği iddiasına yer verilen raporda, Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın da olayla ilgili görüşü kullanıldı. Tarhan'ın rapordaki ifadesinde, “Olayda psikofarmakolojik terör şüphesini çekecek ön bilgiler olduğu” ve “Bu açıdan bilirkişi incelemesini yerinde olacağı” dediği belirtildi. Cinayetlerin psikolojik metotlar ve beyin kontrolüyle işletilmiş olabileceği yönündeki iddiaların da kullanıldığı raporda, uzmanlardan oluşan bir heyet tarafından zanlıların psikolojik yönden değerlendirilmesi talep edildi.
DANIŞTAY BASKINI TETİKÇİSİ ARSLAN HAPÇI MI?
Ergenekon sanıkları ile ilişkisi ispatlanan Danıştay saldırganı Avukat Alparslan Arslan'ın sağlık durumunda ise ciddi bozulmalar var. Mehmet Ali Ağca gibi davranmaya başlayan Arslan'a "hap" verildiği iddia edilmişti. Öte yandan Arslan'ın avukatı da 05 Ağustos 2006 tarihinde müvekkilinin sağlık durumunu son derece kötü olduğu belirterek gerek fiziki gerekse de ruhen son geri dönülemez bir noktaya doğru gittiğini ileri sürmüştü. Danıştay saldırısı sanığı Alparslan Arslan'ın avukatı Ahmet Doğan, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'na ilginç bir dilekçe vererek, müvekkilinin can güvenliğinin sağlanmasını da istemişti. Arslan'ın intihar edebileceği uyarısında bulunan Doğan, Arslan'ın kan örneğinin incelenerek ilaç verilip verilmediğinin, verildiyse bu ilaçların insan sağlığına etkilerinin ortaya çıkarılmasını da talep etmişti. Geçen hafta ise Arslan, cezaevinde kaldığı koğuşu yakmaya çalıştı. Arslan’ın kendisine ve etrafına zarar vermeye yönelik saldırgan hareketlerde bulunduğu, devamlı olarak doktor kontrolündü tutulduğu belirtiliyor.
VE OGÜN SAMAST... O DA BUNALIMDA!
Bir süredir bunalımda olduğu belirtilen bir başka isim ise Ogün Samast… Hrant Dink cinayetine ilişkin yargılanan sanıklardan Ogün Samast, tutuklu bulunduğu Kandıra F Tipi Cezaevi'nden 14 Ekim günü duruşmaya getirilmedi. Samast, Kocaeli Devlet Hastanesi'ne getirilerek Psikiyatri Servisi’nde muayeneden geçirildi. Samast'ın burada yaklaşık yarım saat kaldığı ve kontrolden geçirildikten sonra bazı ilaçlar verildiği öğrenildi.
SAYIN'DAN ÇAĞDAŞ BÜYÜ: BİLİMLE YÖNLENDİRME
Sayın’ın 9 Ocak 1993 yılında Büyük Loca’ya yaptığı “Büyü, Bilim ve Masonluk” başlıklı konuşmada “büyünün yerini alan bilim aracılığıyla zihinlerin kontrol edilebileceği” ve “beyinlerin nöro-kimyasal maddelerle yönlendirilebileceği” işleniyordu. Sayın konuşmasının sonunda, “Aslında gerçek büyü bilimdir ve bilimin belirlediği gerçeklerle çelişen gerçek, gerçek değildir. Bizler bilimin sunduğu imkânları kullanarak büyü felsefesinin ulaşamadığı amaçları da gerçekleştirebiliriz. Büyücülük araç ve yöntemlerinin çağdaş versiyonlarını üretebilir; geliştireceğimiz formülleri ve yöntemleri kullanarak bireyleri ve toplumu yönlendirebiliriz” diyordu.
ÜMİT SAYIN’IN CV’SİNDEN İLGİNÇ NOTLAR...
ALDIĞI EĞİTİM: * 1992-1994: DETAM’da (Deneysel Tıp Araştırma Merkezi) farmakolog olarak farmakoloji ve nörobilim üzerine çalıştı. Davranış farmakolojisi, psikiyatrik modeller, deneysel epilepsi, morfin fizyolojik bağımlılığı, psiko-nöro farmakoloji üzerine çalışmak üzere İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından görevlendirildi. * 1992-1994: DETAM’da (İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Merkezi) deneysel epilepsi, hayvanlarda davranış modelleri, Psiko-nöro farmakoloji, morfin bağımlılığı konularında çalıştı.
TÜM EĞİTİM DÖNEMİNDE ÜZERİNDE ÇALIŞTIĞI SPESİFİK KONULAR
* Psikoaktif, narkotik ve psikedelik, halüsinojen maddelerin hayvanlar üzerine etkisi, klinik etkileri. Bilinç yapısının değiştiren psikoaktif maddelerin psikofarmakolojisi. * LSD-25, Metamfetamin, MDMA (Ekstazi), Psilosibin, Meskalin, İbogain, Skopolamin, Salvia Divinorum, gibi halüsinojen ve nörokimyasal zihin kontrolünde kullanılan maddelerin psikolojik, fizyolojik ve elektrofizyolojik etkilerinin incelenmesi. * Zihin kontrolünün nörokimyasal yöntemleri.
SAYIN'DAN TEBRİK VE O BİLİMSEL GELİŞME!
Ergenekon savcıları, Sayın'ın 1995 ile 2001 yılları arasında Amerika'da Wisconsin Üniversitesi Nöroloji Bölümünde bilimsel araştırma yaptığı sırada yazdığı mektupları delil olarak Ergenekon iddianamesine koymuştu. Ümit Sayın, GATA`da çalışan, mason olduğunu iddia ettiği Prof. Dr. İ. Tayfun Uzbay`a gönderdiği mektupta başarılarından dolayı tebrik ediyordu. Sayın, söz konusu mektubunda Uzbay’a, “Sanırım 1- 1.5 yıldır haberleşemiyoruz. Senin Brain Research, Developmental Brain Research ve Pharmacology, Biochemistry and Behavior’da yayınlanan güzel yayınlarını izliyorum. Ataletin, tembelliğin, Bizans entrikalarının ve verimsizliğin herşeye hâkim olduğu Türkiye akademi ortamında böylesine başarılı ve verimli olman ve GATA adına güzel yayınlar çıkarman takdire şayan; tebriklerimi iletir, bu yayınlarının devamını beklerim. Eğer bir koordinasyon kurabilseydik, bazı projeleri ortak da gerçekleştirebilirdik. Ama belki bundan sonra olabilir. Genel Kurmayın son çıkışlarını ve eylemlerini takdir ve sevinçle karşılıyoruz. Bu konuda senden bir ricam da Genel Kurmay İstihbaratın’dan bazı tanıdığın arkadaşlar varsa, onlara buradan bazı bilgiler ulaştırmak istiyoruz. En azından Genel Kurmay İstihbaratının güvenli bir adresini bana ulaştırabilir misin?” diyordu.
Geçtiğimiz günlerde medyada büyük heyecan yaratan bir haberde GATA’da görevli Albay Prof. Dr. Tayfun Uzbay’ın, beyinden fazla miktarda salgılanan “agmatin” isimli maddenin şizofrene sebep olduğunu kanıtladığı ifade edildi. Söz konusu haber, proje kapsamında Uzbay, 5 yıl süren araştırmaları sonunda şizofreni modellenen fareler üzerinde yaptıkları incelemelerde önemli bulgulara ulaştığı yer alıyordu. Çalışmada laboratuvar ortamında alkolik yapılan farelere ayrı ayrı deneylerde şizofreni tedavisinde kullanılan ilaçlar ve beyinden salgılanan “agmatin” isimli kimyasal bir madde verildiği belirtilirken, deneylerde yüksek dozda agmatin verilen hayvanlarda, şiddetli şizofreni belirtilerinin saptandığının altı çiziliyordu. Farelerde, şizofreni ilaçları verildiğinde de iyileşme sağlanamadığının ortaya çıktığı belirtilen haberlerde, agmatinin şizofreni yapabilecek önemli bir etken olduğunun saptandığı söyleniyordu.
İLGİNÇ TESADÜFLERDEN GERİYE KALAN SORULAR:
“Agmatin denilen madde buluş yapıldığı söylenen tarihten önce tespit edilmiş ve kullanılmış olabilir mi?” “Agmatin verilmiş kimselerin vücudundaki ajan miktarının henüz tespit edilemediği ve daha önceki karanlık cinayet ve eylemlerde tetikçiler ve eylemciler üzerinde kullanılmışsa bunun tespit edilememiş olduğu doğru mu?” “Agmatin paranoid etkilerinden dolayı, tetikçiler üzerinde, Hrant Dink, Zirve Yayınevi çalışanları, Üzeyir Garih ve hatta Danıştay katili Alparslan Arslan gibi kişilere yönelik şüphe, öfke ve şiddet eğilimi oluştururken kullanılmış olabilir mi?”

Ergenekoncuya Askerden Ceza

Ergenekon'un tutuklu sanığı emekli Binbaşı Fikret Emek'e ilk mahkumiyet askeri mahkeme tarafından verildi..
Ergenekon Davası'nda askeri mahkemelerde görülen davalardan ilk mahkumiyet kararı çıktı. Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli Binbaşı Fikret Emek, annesinin evinde ele geçirilen silah ve patlayıcı maddelerle ilgili olarak yargılandığı Askeri Mahkeme tarafından suçlu bulundu ve 1 yıl 8 ay 25 gün hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme Emek'in aldığı cezanın 2 yıldan fazla olmaması, tutum ve davranışlarını göz önüne alarak 5 yıl denetim kaydıyla hükmü uygulamamaya karar verdi. Mahkeme ayrıca Fikret Emek'in TSK'dan çıkarılmasına gerek olmadığına da karar verdi. Ergenekon davasının dosyasına giren mahkûmiyet kararı 25 Aralık 2008 tarihini taşıyor.

Korgeneral Kalyoncu Sorgusu

‘Ergenekon şüphelisi' öğretim görevlisi görevlisi Abdurrahim Doğru’ya ‘Korgeneral Kalyoncu' dahil 53 soru soruldu... Vahim nitelikli silah trafiği ise akla ziyan..
Ergenekon soruşturması kapsamında Diyarbakır'daki evinden gözaltına alındıktan sonra tutuklanıp İstanbul’a gönderilen Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Atatürk ilke ve İnkılapları Bölümü öğretim görevlisi Abdurrahim Doğru'nun, halen görevini sürdüren 7'nci Kolordu Komutanı Korgeneral Bekir Kalyoncu ile olan ilişkisi nedeniyle sorgulandığı belirtildi.
Abdurrahim Doğru'nun Elazığ'ın Sivrice İlçesi'ndeki yazlığında silah ve cephanelik bulunabileceği gerekçesiyle kazı çalışması yapıldığı ortaya çıktı. Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıların talebi üzerine Diyarbakır'da gözaltına alındıktan sonra Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'nde 2 gün sorgulanan Abdurrahim Doğru, savcıların talimatıyla 2 gün daha ek gözaltı süresi alınarak tam 4 gün sorgulandı. Doğru, ardından sevk edildiği özel yetkili Ağır Ceza Mahkemesi yedek hakimliğince tutuklandı.
BAHÇE VE DUVARLAR KAZILDI
Evinde yapılan aramada 5 silahın bulunması üzerine soruşturmayı genişleten savcılık, Abdurrahim Doğru'nun Elazığ'ın Sivrice İlçesi'ndeki Hazar Gölü'nde bulunan yazlığında da arama ve kazı çalışması yapılması talimatını verdi. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü ile Elazığ'daki Terörle Mücadele Şubesi ekipleri ortak çalışmasıyla Abdurrahim Doğru'nun Sivrice'deki dubleks yazlığında arama yapıldı. Yazlıkta suç aletine rastlanılmaması üzerine savcılık bu kez odalarla bağlantıyı sağlayan evin duvarları ve bahçe içerisinde de silah ve cephanelik olabileceği ihtimaliyle kazı çalışması yapılması emrini verdi. Polis ekipleri 2 günlük süren kazı çalışmaları sonucunda silah ve mühhimmata rastlanmaması üzerine evden ayrıldı.
53 SORUDA KALYONCU PAŞA SORGUSU
Sorguya alınan Abdurrahim Doğru'ya yöneltilecek 53 soru Ergenekon'u soruşturan savcılar tarafından Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü'ne gönderildi. Abdurrahim Doğru'nun özellikle bölgede görev yapan üst düzey askeri yetkililerle olan ilişkilerinden dolayı sorgulanması dikkat çekti. Diyarbakır'daki 7'nci Kolordu Komutanı Bekir Kalyoncu ile ilgili Doğru'ya, “Bekir Kalyoncu'yu tanıyor musun? Ne ilişkiniz var?” diye sorusunun polis ve yedek hakimlik tarafından yöneltildiği belirlendi. Abdurrahim Doğru'nun ise Korgeneral Kalyoncu'yu geçmişte Diyarbakırspor yöneticisi olması nedeniyle tanıdığını, kulübe destek olmak amacıyla kendilerini ziyarete geldiğini belirterek, “Bizi ziyaret ettiği için biz de kendisine kulüp yönetimi olarak kendisine iade-i ziyarette bulunduk. Başka bir ilişkim yoktur” dedi. Doğru'nun Korgeneral Kalyoncu ile birlikte çektirdiği hatıra fotoğraflarına da el konulduğu bildirildi. Öğretim görevlisi olan Abdurrahim Doğru’nun, Diyarbakır'da Jandarma Bölge Komutanlığı yapan ardından Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Daire Başkanlığı'ndan emekli olan Ergenekon'un tutuklu sanığı Tuğgeneral Levent Ersöz, Veli Küçük ve JİTEM Grup Komutanı Albay Arif Doğan, Sakarya'daki evinden cephanelik çıkan ve ardından tutuklanan Yarbay Mustafa Dönmez ile olan ilişkilerinden dolayı polis ve hakim tarafından sorgulandığı belirlendi. Doğru, adı geçen askerleri tanımadığını, ilişkisinin olmadığını söyledi.
“ADIM ŞEYHMUS' DEYİNCE ŞÜPHELENDİM”
Abdurrahim Doğru'ya ait 2 cep telefonuna el konulurken, ilgili GSM kuruluşlarından son 1 yıl içerisinde yaptığı görüşmelerin dokümü istendi. 5 saat hakim tarafından sorgulanan Abdurrahim Doğru, Malatya'dan kendisiyle görüşmeye gelen ve rektörlük seçimleriyle ilgili konuştukları Uzman Çavuş Mehmet Çolak'ın adını Emniyet Müdürlüğü'nde öğrendiğini, kendisini ‘Şeyhmus Yüzbaşı' olarak tanıttığını belirterek ifadesinde şöyle dedi: “Malatya'daki bir yakınımın referansıyla kendisiyle görüştüm. Bana kendini ‘Şeyhmus Yüzbaşı' olarak tanıttı. Adının Mehmet Çolak, görevinin uzman çavuş olduğunu burada öğrendim. Hatta isminden şüphelendim ve kendisine, ‘Şeyhmus' adı genellikli bu bölgedeki insanlara verilir. Sen batılısın ve adın nasıl Şeyhmus? Yoksa bu kod isim mi?' dedim. O da gülerek sessiz kaldı. Yanında bir de üsteğmen vardı. Ona ‘Müdür’ diye hitap ediyordu. Bir pastanede oturduk. Yanımızdaki masada tanımadığım birileri daha vardı. Onlar bizi tanıyormuş, kalkarken hesabı vermemize engel oldular. Onların da asker olduklarını düşünüyorum. Mehmet Çolak benden daha sonra 1000 lira istedi. Ama ben vermedim. İyi ki de vermemişim yoksa Ergenekon'a finans sağlamakla da suçlanırdım. 35 yıllık profesyonel avcıyım. Av merakım nedeniyle silahlara ilgim var. Evimde 1'den fazla silah bulundurma sebebim de budur.”
“ADLİ EMANETTEKİ SİLAHI VALİ KENDİ ADINA ÇEVİRMİŞ”
Öğretim görevlisi Abdurrahim Doğru'nun evinde bulunan 5 silah, 1 bilgisayar, 2 harddisk, CD'ler ve hafıza kartlarıyla ilgili de incelemeler sürüyor. Öğretim görevlisinin evinde ele geçen 5 silahtan eski Olağanüstü Hal Bölge Vali Yardımcısı ve Şırnak eski Valisi Hüseyin Başkaya adına kayıtlı olan uzun namlulu vahim nitelikli yivli kurşun özellikli tüfeğin keskin nişancı ‘Smirnoff' marka gece görüş dürbünlü silah olduğu saptandı. Bu silahın Vali Hüseyin Başkaya'nın Şırnak'ta görev yaptığı dönemde Uludere İlçesi'nde bir köylüde ele geçirildiği, bu köylünün ‘vahim nitelikli silah bulundurmak' suçundan tutuklandığı, silahın adli emanete alındığı bildirildi. Davanın sonuçlanmasından sonra silahın Makine Kimya Endüstrisi'ne (MKE) gönderildiği, dönemin Şırnak Valisi Hüseyin Başkaya'nın bu silahı Ankara'dan Şırnak'a getirtip adına ruhsatlandırdığı ortaya çıktı. 55'inci Hükümet döneminde GAP'tan Sorumlu Devlet Bakanı olan Şırnak eski milletvekili Salih Yıldırım'ın adına kayıtlı silahı ise, Doğru'nun bakandan aldığı, başkası adına kayıtlı olması ve ruhsat süresi dolmasına rağmen Emniyet Müdürlüğü'ne teslim etmediği bildirildi.

Türkiye'ye "Temiz Eller" lazım... / Emre Aköz

... Ama bir değil iki alanda...
Türkiye'nin, 1990'lar İtalya'sındakine benzer bir Temiz Eller operasyonuna ihtiyacı var. Sadece demokrasi ve adalet gibi yüksek değerler açısından gerekli değil bu.Siyasi ve ekonomik çarkların işleyişi ve dünya sistemiyle ilişkiler açısından da şart.Konuyu açmaya çalışayım... ABD'de iktidara gelen Obama yönetimi Ortadoğu'da Başkan Bush döneminden farklı bir siyaset uygularken, askeri gücünü de azaltacak.Bu süreçte Türkiye, eskisinden daha etkin bir aktör olarak ortaya çıkacak.Türkiye'nin ekonomik ve askeri gücü kadar, Sünni ve Kürt nüfusu da önemli: Ortadoğu'daki siyasi süreçlerde bu iki faktör rol oynayacak.Türkiye mesela Kuzey Irak'ta kurulmuş olan Kürdistan ile iyi ilişkiler geliştirmek zorunda. Enerji hatlarının güvenliği açısından bu konu önemli...Tamam, ama kendi Kürtleriyle kavgalı bir Türkiye, Kürdistan Kürtleriyle iyi ilişkiler geliştiremez ki.Senin JİTEM'in sokaktan çevirdiği Kürtleri işkence yaptıktan sonra ensesine kurşun sıkarak yargılamadan öldürebiliyorsa... Bu şekilde çalışan teşkilatın düpedüz cani elemanlarına Devlet Övünç Madalyası veriliyorsa... Eski JİTEM'ciler darbe yapmak amacıyla kurulmuş Ergenekon şebekesinde yer alıyorsa... O zaman ne içerdeki Kürtlerle işbirliği yapmak mümkün olur, ne de dışarıdakilerle...
Gelelim işin ekonomik yönüne. Dünya sistemi devletlerin kanunları adil ve tarafsız bir biçimde uygulamasını gerekli kılıyor. Aksi halde küresel sermaye kaçıyor. Dengeler bozuluyor.Yani küresel ölçekte hareket eden iş çevreleri şeffaflık istiyor. Kanunda ne yazıyorsa onun uygulanmasını bekliyor.Bunun için de kamu bürokrasisinin temiz ve şeffaf olması, rüşvet almaması, hak yememesi, bazılarını kayırmaması gerekiyor.Geçen gün ortaya çıkan bir bant kaydı; bir holdingin mali işler sorumlusu ve başkan yardımcısı ile Maliye Bakanlığı yetkilisinin " al takke ver külah " ilişkisi içinde olduğunu gösterdi.Holding kendini savunurken, "Bu konuşma Bakanın bilgisi dahilinde yapıldı" diyor. Doğru dahi olsa fark etmez! Eğer böyle garip pazarlıklar yapılabiliyorsa, o zaman başka şirketler de aynısını talep eder."Madem onun vergi borcuna kolaylık getiriyorsun, bana da kıyak yap" derler. Çünkü şirketler eşit koşullarda rekabet etmek ister.Yani bakanların ve bürokratların, ekonomi âlemiyle düzgün, temiz, şeffaf bir ilişki kurmaları gerekiyor.

Ergenekon İsrail'e Doğru

Ergenekon Terör Örgütü operasyonu kapsamında, Ağar&Eken&Şahin üçgenindeki "sır İsrail temasları"nın da gündeme gelmesi bekleniyor.
1993 yılının Eylül ayına kadar Türkiye’den İsrail’e, Emniyet’ten ya da başka bir resmi kurumdan resmi ziyaret yapılmamasına rağmen; Ergenekon zanlısı eski Özel Harekatçı İbrahim Şahin ile birlikte Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in İsrail hükümetinin davetiyle bu ülkeye giderek bir dizi temaslarda bulunmuşlardı.
Bu İsrail ziyaretinin Ergenekon davasında gündeme gelmesi bekleniyor. Ergenekon zanlısı eski Özel Harekatçı İbrahim Şahin’in Türkiye’nin İsrail ile henüz resmi anlaşmalar yapmadığı 1993 yılının Eylül ayında İsrail’e davet edilmesi ve orada yaptığı gizli temasların Ergenekon davasında gündeme gelmesi bekleniyor. İbrahim Şahin ile birlikte Mehmet Ağar, Ertuğrul Ogan ve Korkut Eken 1993 yılının Eylül ayında İsrail hükümetinin davetiyle İsrail’e giderek, burada bir dizi temaslarda bulunmuştu. Türkiye’den İsrail’e Emniyet’ten ya da başka bir resmi kurumdan bu tarihe kadar bir resmi ziyaret gerçekleşmemişken, Şahin ve ekibinin bu seyahatinden dört ay sonra İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirmiş ve iki ülke arasındaki ilişkiler süreci başlamıştı. “Terörle mücadele konusunda gelişen yeni teknolojiyi ve yöntemleri yerinde görmek” olarak açıklanan bu ziyaretten sonra Türkiye ile İsrail arasında “ilkler” yaşanmaya başlanmış ve dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman 25 Ocak 1994 günü Türkiye’yi ziyaret ederek, iki ülke arasındaki ilişkileri resmen başlatmıştı.
TÜRKİYE-İSRAİL SÜRECİNİN ÖNCÜLERİ
İbrahim Şahin ve ekibinin İsrail’e gerçekleştirdiği ‘gizli’ ziyaretle ilgili olarak 2005 yılında hayatını kaybeden ve Susurluk’taki kayıp silahlar için ‘devlet sırrı’ diyen silah tüccarı Ertaç Tinar, gazeteci Faruk Mercan’a ilgili ilginç açıklamalarda bulunmuştu. Tinar, “Uluslararası üst düzey arkadaşlarımla birlikte üç ay süren bir çalışma yaptım. Bu çalışmanın sonucu Fransa, İngiltere, İsrail menşeli teknolojilerle Emniyet’in önüne çıktım. 50 yıla yakın bir zaman içinde terörle iç içe yaşayan ve bu konuda Batının da desteğini sağlamış olan İsrail’in anti terör konusunda bilgisinin en ileri olacağı noktasında fikirlerimiz birleşti. Diğer ülkeleri bir tarafa bırakarak İsrail’de karar kıldık... 1993 yılı Eylül sonunda Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken ile İsrail hükümetinin de bilgisi dâhilinde davet edildiler ve gidildi. Maksat anti terörle ilgili gelişen teknolojiyi ve tatbiki çalışmaları yerinde görmekti... O devrede Türkiye ile İsrail arasında resmi bir yakınlaşma yoktu. Ancak Amerika, İsrail ve Türkiye’ye ayrı ayrı tavsiyelerde bulunarak yakınlaşmalarını, bölgede müşterek bir güç oluşturmalarını, Mısır ile birlikte bir emniyet üçgeni sağlamalarını istiyordu... Monte Carlo’da ‘Türkiye’ye yüksek teknoloji vermenin zamanı gelmiştir’ diyen ve ambargoyu umursamayan dostlarımın milliyeti İsrail, dinleri Yahudi idi dersem, siz ne düşünürsünüz? Beni yönlendirmiş olabilirler mi? Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkilileri bu yaklaşımı İsrail ile işbirliğinin köprüsünün kurulması için değerlendirmiş olamazlar mı?.. Bu seyahatte dört gün süre ile gece gündüz çalışma yapıldı. Yüksek teknoloji çalışmaları yerlerinde görüldü. Yirmiye yakın fabrika gezildi. İsrail özel harekât timinin kampı ziyaret edildi, gündüz ve gece çalışmaları gözlendi, eğitim çalışmaları hakkında bilgi alındı...”
GENELKURMAY’IN TALEP ETTİĞİ SİLAHLAR YER ALTINA MI GÖMÜLDÜ?
28 Şubat sürecinden sonra Emniyet’in elindeki ağır silahlar Genelkurmay Başkanlığı tarafından istenmiş ve bu konuda çok ciddi tartışmalar çıkmıştı. Silahlarla ilgili silah tüccarı Ertaç Tinar ve Mehmet Ağar ‘devlet sırrı’ ifadelerini kullanırken, Genelkurmay Başkanlığı, İçişleri Bakanlığı’na bir yazı göndererek, silahların iadesinin sağlanmasını resmen istemişti. Daha da ileri gidilerek Mehmet Ağar’a gayri resmi yollardan “Bir ülkede iki ordu birden olmaz. Tek ordu olur. Emniyet’teki tüm silahlar teslim edilsin” şeklinde mesajlar gönderildiği belirtilmişti. İbrahim Şahin’in krokilerinden ortaya çıkartılan ve henüz çıkartılamamış olan cephaneliklerin, 28 Şubat döneminde Genelkurmay’ın Emniyet’ten talep ettiği silahlar olup olmadığı sorusu anlam kazandı.
MOSSAD’A ÖDENEN PARA, SİLAH TACİRİ TİNAR’IN HESABINDAN
İbrahim Şahin ve ekibini İsrail ile tanıştıran silah tüccarı Ertaç Tinar ile ilgili olarak ortaya çıkan iddialardan biri de, Tinar ve İsrailli üç arkadaşının, Musevi asıllı İşadamı Üzeyir Garih ile öldürülmeden bir gün önce görüştükleri olmuştu. Ertaç Tinar, Mehmet Ağar döneminde 1993’ten itibaren İsrail’den getirilen silahların ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ı ortadan kaldırmak için İsrail gizli servisi MOSSAD ile yapılan anlaşmanın aracılığını da yaptığı iddia edilirken, bu işler için İsrail’daki makamlara yapılan ödemelerin, Tinar’ın İsviçre’deki banka hesapları aracılığıyla gönderildiği söylenmişti.

Perinçek Merkez Komutanlığında

Doğu Perinçek, "Karargah Evleri" soruşturması kapsamında Merkez Komutanlığı’nda ifade veriyor

Veli Küçük Yine Hastanede

Ergenekon'un tutuklu sanığı Emekli Tuğgeneral Veli Küçük yine hastaneye kaldırıldı. Küçük'ün kızı babası için tam teşekküllü bir hastane istemişti..
Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu bulunan Veli Küçük hastaneye kaldırıldı. ''Ergenekon'' davasının 56. duruşması başladı. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'ndeki salonda görülen davanın duruşmasına, tutuklu sanıklardan 28'i katıldı. Duruşmaya katılmayan Küçük'ün Silivri Devlet Hastanesi'ne kaldırıldığı öğrenildi.

İlter Türkmen o resmin neresinde? / Aydoğan Vatandaş

Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın internete düşen ikinci ses kaydında Ergenekon soruşturması kapsamında gündeme gelen Encümen-i Daniş üyeleri deşifre edildi geçenlerde. Karadayı'nın saydığı üyeler arasında daha önce gündeme gelmeyen CHP'nin Ankara Büyükşehir adayı Murat Karayalçın uzerinde yogunlasildi daha çok. Malum, seçimler yaklaşıyor. Aydoğan Vatandaş Oysa söz konusu kayıtta Encümen-i Daniş'i üyesi emekli generaller ile emekli büyükelçileri sayan Karadayı şöyle sıralıyor o isimleri: "Girmek kolay değil oraya. Bir kişi el kaldırmasa giremez. Fethi Çelikbaş var, eski başbakan, meclis başkanı, başbakanlık da yaptı... Bülent Ulusu var. Murat Karayalçın var, ondan sonra İlter Türkmen var, Mustafa Aysan var, Oğuz Gökmen var, yani bunlar eski milletvekilleri. Sefa Reisoğlu var. Kamuran Evliyaoğlu var, 8 tane bakan var, bunlar hep eski bakanlardan. Necmettin Karaduman var, eski Meclis başkanı."Bu isimler arasinda bana en ilginç gelen doğrusu emekli büyükelçi İlter Turkmen oldu. AB ve Kıbrıs ve Kürt meselesi gibi konularda askerlerin kırmızı çizgilerinin dışında söylemlere sahip İlter Türkmen’in adı Ergenekonla birlikte anılan Encimen-i Daniş üyelerinin yanında yer alması son derece ilginç degil mi?
Turkmen 2 Kasim 2008’de Nuriye Akman’a şunları söylemiş:‘NATO'da milli savunma bakanları toplandığı zaman Genelkurmay başkanları hep arkalarında durur. Bizde o toplantıya milli savunma bakanı ve Genelkurmay başkanı gelmez. İkinci başkanı gelir. Çünkü arkada oturmak zorunda. Bizde protokolde Genelkurmay başkanı milli savunma bakanının önündedir. Hâlbuki bütün dünyada tersidir. Ben NATO'da çalıştım, bilirim. O toplantılarda askerler hep sivil patronlarımız diye konuşurlar. Bizde değişik bir kültür var.’12 Eylül döneminin dışişleri bakanı, eski BM daimi temsilcisi, Hürriyet gazetesi yazarı İlter Türkmen, AB, müzakerelerinde 8 maddenin bloke edilmesine yol açan limanların derhal açılmasından, Kürt kimliğinin tanınarak Kürtçenin okullarda seçmeli ders olmasından da yana.Bu cümleler de ona ait:‘Kuşkusuz terörle mücadele bütün kuvveti ile devam etmelidir. Fakat meselenin özüne de inmek lazım. Bugün eski asimilasyon politikası sürdürülemez. Bir entegrasyon politikası üretmek ve vakit geçirmeden uygulamak lazım. Kürt kimliğini tanımak, PKK ile bağlantısına rağmen DTP'yi kapatmamak, Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonlara müsaade etmek, okullarda seçmeli Kürtçe dersleri vermek akla gelen önlemlerden bazıları. Tabii Kürtçe öğretiminden bahsediyoruz, Kürtçe tedrisattan değil. Kısacası bugünkü yaklaşım ve vizyonumuzda büyük değişiklik yapmak gerekir.’
Şu sözler de Turkmen’e ait:‘Yani AB, Türkiye'yi mi bölecek? AB'nin esası da toprak bütünlüğü. Kimse kimsenin toprak bütünlüğünü bozamaz ki. Başka ülkelere karşı da AB toprak bütünlüğü prensibi ileri sürer. Gürcistan krizinde bu prensibi ileri sürmediler mi? Toprak bütünlüğüne karşı gelebilir mi bir AB üyesi?’
Bu çelişkili gibi görünen durumu nasıl yorumlayacağız o zaman?Ergenekon’un beyni oldugu öne sürülen Encimen-i Daniş’te farklı hücreler mi söz konusu?Yoksa Encimen-i Daniş iddia edildiği gibi emekli bazı zevatın her ay düzenli olarak fikir teatisinde bulunduğu bir platform mu?Birşey daha.Acaba kimi tehlikeli fikirlerin ifade edilmesi saygin bazı beyaz Türkler için normal ve de serbestken, kimileri icin kovuşturma nedeni mi?Bilmiyorum. Ancak dikkatimi çeken bir şey daha oldu benim, 2007 senesinde ortada görünen hiçbir neden yokken, Sabah Gazetesi’nden Ferhat Ünlü’nün gerçekleştirdiği röpörtajda İlter Turkmen’in MİT aleyhine sarfettiği sözler olmuştu.
‘MİT tabii o zaman zengin bir teşkilat değildi, bir tane mi ne otomobili vardı. MİT fazla esrarengiz bulunan, büyütülen bir şeydi. Çok büyütülüyor bence. Yani o bizim dışişleri memurları vurulurken bir şey yapmadılar. Ara Toranyan'ın lastiğini patlattılar, başka bir şey beceremediler.’ (24 Aralık 2007, Sabah)
Babasi da Genelkurmay Istihbarat Baskanligi ve MAH Yoneticiligi yapmış olan Turkmen’in MİT’i kuçümseyen bu acıklamalarına o zaman bir anlam verememiştim. MİT’e yönelik bu suçlayıcı yaklaşımın Encimen-i Daniş’le ya da MİT’in son yıllarda sivilleşme yolunda katettiği mesafe ya da Ergenekon davası ile ilgili tutumunun bir ilgisi oldugunu sanmıyorum.Elbette Tuncay Güney’in yine kimi çevrelerce MİT’in uzerine yıkılmasını da benzeri çevrelerle ilişkilendirecek değilim. Ancak Avni Ozgurel’in yine Sabah’ta yayınlanan şu roportajını da unutmuş degiliz.
‘Ancak Kontr Terör Dairesi bünyesinde Yavuz Ataç tarafından kullanılıyordu. Mehmet Eymür`le çok fazla yüz yüze hatta hiç gelmemiş olabilir. Ama Eymür her şeyi biliyordu. Güney, Ataç`a aktarıyordu bilgileri. Ataç da muhtemelen Eymür`e iletiyordu. Bu dairenin ne kaydı ne de evrakı var.’Yavuz Ataç asker kokenliydi. MIT’e kendisi gibi Özel Harpçi Korgeneral Hayri Ündül tarafindan alınmıştı. MİT’teki son yılları ise Mehmet Eymürle kavgayla geçmişti. Burası son derece önemli.Karargah Evleri olayını da MİT mi ortaya çıkarmıştı?

28 Şubat bitti mi? / Ahmet Hakan

ALİ Kalkancı yakalanmış...
Hani 28 Şubat’ta Fadime ile Emire adlı iki kızın arasında kalan tuhaf bir "sahte şeyh" vardı ya...
İşte o adam...
Az tiyatro çevirmediydi o günlerde...
İster "tevafuk" deyin, ister "tesadüf"...
28 Şubat’ın yıldönümüne iki gün kala Ali Kalkancı’nın uyuşturucudan yakalandığını öğrenince...
Çağrışım yaptı ve bir emekli genelkurmay başkanımızın "28 Şubat bin yıl sürecek" şeklindeki açıklamasını anımsadım...
Ve durup dururken...
"28 Şubat gerçekten bitti mi?" sorusunun peşine düştüm...
* * *
Bazıları şöyle diyebilir:
"Bin yıl falan sürmedi... 12 yılda işi bitti... Bitti... Yenildi... Ezildi... Hem de bitmesine daha 988 yıl varken..."
Bence bunu diyenler fena halde yanılıyorlar...
Eğer 28 Şubat’ın sadece Tayyip Erdoğan’ın önünü kesen bir dalga olduğu düşünülüyorsa...
Doğrudur, 28 Şubat bitmiştir...
Ama eğer 28 Şubat, türban yasağı ya da imam hatiplerin önünün kesilmesi gibi uygulamaların yerleştiği bir tarih ise...
Bitmemiştir... Devam etmektedir...
İsterse eski mücahitlerin hepsi, memleketin bütün tersanelerini zapt etsinler...
İsterse Tayyip Erdoğan, gerçekten padişahlığını ilan etsin...
İsterse AKP yüzde 60 alsın...
İsterse Erdoğan, "álem buysa / kral benim" desin...
Değil mi ki...
Türban yasağına dokunamıyor...
Değil mi ki...
İmam hatiplerin önünü açamıyor...
O halde 28 Şubat bitmemiştir...
Peki 28 Şubat süreci, 988 yıl daha sürer mi?
İşte bu konuda emin değilim...

Dost tarikatı cinayetinde Ergenekon bağlantısı

Dost tarikatı lideri emekli Binbaşı İhsan Güven ve eşi Sibel Güven'in öldürülmesine ilişkin 7 sanığın yargılandığı davada ilginç bir gelişme yaşandı. Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı Zekeriya Öz, cinayetin faillerinin ortaya çıkartılması için Ergenekon davasında yargılanan tutuklu sanıklardan Ergün Poyraz, Habip Ümit Sayın ile Ayşe Ersoy ve şarkıcı Çelik Erişçi'nin tanık olarak ifadelerinin alınmasını istedi.
İhsan Güven ile eşi Sibel Güven, Mayıs 2004'te Tuzla'daki evlerinde ölü olarak bulundu. Cinayeti İBDA-C üstlendi. Abdulselam Tutal'ın aralarında bulunduğu 5'i tutuklu 7 sanığın yargılandığı dava Ergenekon soruşturması ile seyir değiştirdi. Davanın dünkü duruşmasında mahkeme başkanı Erkan Çanak, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bir klasör belgenin Zekeriya Öz imzasıyla mahkemeye gönderildiğini bildirdi. Öz'ün 17 maddelik rapor hazırladığını ifade eden başkan, Ergenekon davası sanıkları Habip Ümit Sayın, Ergün Poyraz, aynı dava kapsamında daha önce de dinlenen Çelik Erişçi ile Ayşe Ersoy'un tanık olarak dinlenmesi ve çelişkiler giderilerek cinayetin aydınlatılmasının talep edildiğini kaydetti. Alınan ifadelerin de başsavcılığa gönderilmesinin talep edildiğini belirtti. Görüşleri sorulan sanıklar davanın Ergenekon ile birleştirilmemesini istedi. Mahkeme heyeti ise savcı Öz'ün talebini kabul ederek Sayın ve Poyraz'ın bir sonraki duruşmaya getirilerek tanık olarak dinlenmelerine, ayrıca Erişçi ve Ersoy'un da zorla getirilmelerine karar verdi.

'Paşalara var da bize yok mu?' klibi cezaevinde çekilmemiş

Ergenekon davasının tutuklu sanıklarının Gülhane Askerî Tıp Akademisi'ne (GATA) sevklerinin ardından tahliye edilmelerini iğneleyici bir üslupla hicveden 'Paşalara var da bize yok mu?' isimli kliple ilgili soruşturma başlatıldı.
İnternet sitesine Simav Cezaevi'nden gönderildiği iddia edilen klipte, yüzleri gazete kâğıtları ile örtülü üç mahkumun paşaların sağlık problemleri ile GATA'ya sevk edilerek tahliye olmaları eleştiriliyor. Konuya dikkat çekmek için yazılan şarkıda, "Ben hastayım desem hayatta inanmazsın. Paşalara var da bize yok mu?" ifadeleri kullanılıyor. Cep telefonuyla çekilen görüntülerin basın yayın organlarında haber olarak kullanılması üzerine Simav Cumhuriyet Başsavcılığı, cezaevine cep telefonu sokulmasının suç olmasından yola çıkarak soruşturma başlattı. Bu kapsamda cezaevinde geniş çaplı arama yapıldı. Tutuklu ve hükümlülerin ifadeleri alındı. Ayrıca klipte yüzleri görünmeyen şahısların giydiği elbiseler arandı. Net olarak görünen kırmızı kazak ve cep telefonuna rastlanmadı. Klipte 5 basamaklı olduğu görünen ranzaların da cezaevinin hiçbir koğuşunda kullanılmadığı belirlendi. Klibi de inceleyen savcılar, görüntünün başında ve sonunda kadın sesi tespit etti. Simav Kapalı Cezaevi'nde kadınların bulunmadığını açıklayan Başsavcılık, klibin Simav Cezaevi'nde çekilmediği sonucuna ulaştı.

25 Şubat 2009 Çarşamba

ASKERİ ARAÇ DEVRİLDİ: 1'İ AĞIR 2 YARALI

Çanakkale'de, askeri aracın devrilmesi sonucu biri ağır 2 asker yaralandı. AA muhabirinin edindiği bilgiye göre, Gelibolu'dan Çanakkale'ye giden S.Ş'nin kullandığı askeri araç, Çanakkale-Bursa yolunun Kemiklialan mevkisinde henüz belirlenemeyen bir nedenle devrildi. Kazada, araç sürücüsü er S.Ş. ile uzman çavuş M.B. yaralandı. Çanakkale Devlet Hastanesine kaldırılan M.B'nin durumunun ağır olduğu ve ameliyata alındığı öğrenildi. Er S.Ş ise Çanakkale Askeri Hastanede tedavi altına alındı.

Ergenekon Rusya İlişkileri

Ergenekon Terör Örgütü tutuklularının Rusya'yla ilişkileri bir bir ortaya çıkıyor. İşçi Partisi Genel Sekreteri Senem, mahkemede ilişkileri doğruladı.
Ergenekon terör örgütü davasında emekli Tuğgeneral Levent Ersöz'den sonra tutuklu sanık İşçi Partisi Genel Sekreteri Nusret Senem'in de bir Rus silah firmasıyla ilişkili olduğu ortaya çıktı. Davanın dün görülen 55. duruşmasında Nusret Senem, Rus silah firması Serko'nun avukatlığını yaptığını açıkladı. Senem, çapraz sorgusunda avukatlık bürosunda ele geçirilen ajandasında yer alan 'Karargahta bazı subaylarla bir araya gelindi' şeklindeki el yazısı notlarının sorulması üzerine şu cevabı verdi: "Bu konu davayla ilgili değil. Benim özel bir davamla ilgilidir. Ben Rus silah firması Serko'nun avukatlığını yapıyorum. Bu firmanın Milli Savunma Bakanlığı ile yapmış olduğu görüşmelerle ilgili notlardır. Rusya'dan alınan silahlarla ilgili notlardır. Karargah denilen yer Milli Savunma Bakanlığı'dır. Bu amaçla görüşmeye gittik.
Savcı Mehmet Ali Pekgüzel'in, 'İP Genel Merkezi'nde yüksek yargı mensuplarının ve Adalet Bakanlığı bürokratlarının fişlenmesine ilişkin CD'ler ele geçirildiği' yönündeki sorusuna, "Arama tutanağında olmayan 4 CD üzerinden yargılama yapılıyor. Arama tutanağında olmayan şeyi dosyaya koyuyorlar.'' cevabını verdi. CD'lerin arama tutanağında bulunduğunu belirten Savcı Pekgüzel ise tutanakta 50 kişinin imzasının yer aldığını ifade etti.
Senem, çapraz sorgusunda kendisine yöneltilen Yargıtay'a ait kroki ve eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt'a ait gezi planının yer aldığı CD'leri yine reddetti. Aynı davanın tutuklu sanıklarından İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek de, "Bin 47 CD çıkmış, onları kabul ediyorum. Ancak bahsedilen o 4 CD partiden çıkmamıştır. Arama tutanaklarında yoktur." ifadelerini kullandı.

KAHRAMANLIĞI DA SAHTE ÇIKTI

"Öcalan'ı getiren ekipteydim" diyen Ergenekoncu Göktaş, yıllardır yalan söylemiş..
Ergenekon sanığı emekli Albay Levent Göktaş'ın teröristbaşı Abdullah Öcalan'ı Kenya'dan getiren ekibin içinde olmadığı anlaşıldı. Öcalan'ı paketleyen ekipte 'kahraman' diye lanse edilen kişinin Göktaş değil, MİT'te çalışan emekli Albay A. olduğu ortaya çıktı.
Ergenekon tutuklusu emekli Albay Levent Göktaş'ın 16 Şubat 1999'da teröristbaşı Abdullah Öcalan'ı Kenya'da teslim alarak Türkiye'ye getiren ekibin içinde olduğu iddiası boş çıktı. Öcalan'ı özel uçakla Kenya'dan getiren 4 kişilik ekibin içinde MİT'te görev yapan emekli Albay A. oluştuğu anlaşıldı.
ÖCALAN'A 'HOŞ GELDİN' DİYEN ALBAY A.
Ergenekon sanıklarının 10. dalgada tutuklanarak cezaevine konan emekli Albay Levent Göktaş için “Öcalan'ı Kenya'dan getiren efsane albaya terörist muamelesi yapılıyor” eleştirileri boş çıktı. Öcalan'ı özel uçakla Kenya'da teslim alarak Türkiye'ye getiren ekibin MİT elemanlarından oluştuğu, içinde subay olmadığı öğrenildi. Öcalan'ı getiren ekibin başında iddia edildiği gibi Göktaş değil, Özel Kuvvetler'den emekli olduktan sonra MİT'te görev yapan Albay A. olduğu öğrenildi. Albay A.'nın 4 kişilik MİT ekibi ile Öcalan'ı Türkiye'ye getirdiği belirtildi. Uçak Türkiye'ye inince Öcalan'a 'Memlekete hoş geldin'diyen görevlinin de emekli Albay A. olduğu belirtildi. Güvenliği nedeni ile hiç ortaya çıkmayan ve konuşmayan Albay A.'nın, Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesinin ardından, bir süre daha MİT'te görev yaptıktan sonra ayrıldığı ifade edildi. Göktaş'ın ise o tarihlerde başka bir yerde görevde olduğu belirlendi.
KAHRAMAN MANÜPİLASYONU
Ergenekon davasının duruşmalarında sanıkların Albay Levent Göktaş'ı bir kahraman gibi göstererek soruşturmaya gölge düşürmeyi amaçladığı ileri sürüldü. Ergenekon soruşturmasına karşı olanlar da TSK'ya hizmet eden kahramanların terörist gibi gösterilmeye çalışıldığını söylerek, Göktaş'ı, Öcalan'ı Türkiye'ye getiren kişi olarak tanıtmaları dikkat çekmişti. Göktaş'ın Öcalan'ı Türkiye'ye getiren ekibin başında olduğu iddiaları üzerine Uğur Dündar, Arena Programı'nda özel bir program yapmıştı. Özel Kuvvetler Komutanlığı'ndan emekli Albay Levent Göktaş'a, 58. Hükümet döneminde, MİT Müsteşar Yardımcılığı teklif edildiği iddiaları da ortaya atılmıştı.

'Emekli paşaları himaye eden GATA, menenjit hastasını kabul etmedi'

Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan emekli paşaların tahliyeleriyle gündeme gelen GATA'nın, vatanî görevini yaparken menenjit hastalığına yakalanan bir askeri kabul etmediği iddia edildi. Hastane hastane dolaşarak oğullarını tedavi ettirmeye çalışan baba İsmail Uylaş, Mardin İl Jandarma Merkez Karakol Komutanlığı'na dava açmaya hazırlanıyor.
Samsunlu Erdal Uylaş (23), askerlik görevi için 2006 yılının Kasım ayında Bilecik Merkez Jardarma Komutanlığı'na teslim oldu. Usta birliği Mardin Jardarma Merkez Komutanlığı'na sevk edildi. Ailesinin verdiği bilgiye göre 4 ay sonra nöbet sırasında rahatsızlanarak revire götürüldü. Burada 1 hafta tedavi edildi. Temmuz 2007'de Ordu'nun Fatsa ilçesinde yaşayan ailesinin yanına izne gönderildi. Kısa bir süre sonra komaya girdi. Samsun Askerî Hastanesi'ne kaldırılan Uylaş, "Yapılacak bir şey yok." denilerek, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi'ne sevk edildi. Hastanenin intaniye servisinde 'Tüberküloz Menenjit Sekeli' tanısı konuldu. 1 ay yatılı tedavi gördükten sonra Ankara Gülhane Askerî Tıp Akademisi TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi Başkanlığı İntaniye Kliniği'ne gönderildi. GATA'da fizikî açıdan genel durumun orta, bilincinin açık, yutmanın fonksiyonel olduğu ve kısa cümleler kurabildiği görülen Uylaş, 6 ay klinikte tedavi gördükten sonra Bilkent Üniversitesi Fizik Tedavi Merkezi'ne sevk edildi. Burada rehabilitasyon programı gören genç adam, 4 ay hava değişimi önerilerek taburcu edildi. Rahatsızlığı dolayısıyla 19 Kasım 2008'de çürüğe çıkarıldı.
Evinde ilaç tedavisi görürken tekrar komaya girdi. Ambulansla ikinci kez Gülhane'ye kaldırıldı. Ancak iddiaya göre kurumun intaniye hekimleri, "Tedaviniz bitti, yapılacak bir şey yok." diyerek hastayı kabul etmedi. Bunun üzerine aile, oğullarını Samsun Mehmet Aydın Devlet Hastanesi'ne getirdi. Hastanenin plastik cerrahi servisinde tedavi altına alınan asker, şimdi ne konuşabiliyor ne oturabiliyor ne de yürüyebiliyor. İnşaatlarda işçi olarak çalışan baba İsmail Uylaş, Mardin İl Jandarma Merkez Karakol Komutanlığı'na dava açacağını söylüyor.

Veli Küçük mahkemeye rest çekti

Ergenekon operasyonunun tutuklu sanıklarından emekli Tuğgeneral Veli Küçük bu davada tutukluluğunun ceza değil hizmet olduğunu savundu.
'Ergenekon'' davasının tutuklu sanığı emekli Tuğgeneral Veli Küçük, ''Ben burada tutukluluğu bir ceza olarak görmüyorum. Vatanıma, bayrağıma, Atatürk'e yaptığım bir hizmet olarak görüyorum'' dedi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada söz alan Veli Küçük'ün avukatı ve kızı Zeynep Küçük, ''Bu durumu size aktarmaktan rahatsızlık duyuyorum, ama sizden başka talepte bulunacağımız bir merci kalmadı'' ifadesini kullandı.
Müvekkilinin kalp damarında stent olduğunu, bazı başka şikayetlerinin de olması nedeniyle 20 Şubatta Silivri Devlet Hastanesine sevk edildiğini belirten Zeynep Küçük, bazı tetkiklerle kan testlerinin yapıldığını kaydetti.
Kan testinde AFP değerinin normalin 4.5 katı çıktığının görüldüğünü belirten Zeynep Küçük, doktorun bu nedenle Veli Küçük'ü daha ileri tetkiklerin yapılması için başka hastaneye sevk etmek istediğini anlattı.
İlgili doktorun sevk yapılabilmesi için Başhekimden izin almaya gittiğini, ancak döndüğünde, aynı kan örneklerine yeniden test yapılmasının istendiğini ve başka hastaneye sevkin onaylanmadığını söylediğini kaydeden Küçük, yeniden yapılan testte değerlerin aynı çıktığını aktardı.
Buna rağmen Veli Küçük'ün başka hastaneye sevkinin yapılmadığını belirten avukat Küçük, tahlil sonuçlarının da kendisine verilmediğini ifade etti.
Tahlil sonuçlarını almak için Başhekimliğe bir dilekçeyle başvurduğunu, Başhekim ile yaptığı görüşmede aynı testlerin 3. kez yapılmasının istendiğini kaydeden Küçük, testin 3. kez yapılmasına izin verdiğini, ancak diğer 2 testin sonuçlarını almak istediğini anlattı.
Başhekimin, kendisine 2 testin sonuçlarını alabileceğini söylemesine rağmen, test sonuçlarını alacağı birime gittiğinde, buradaki personeli ertesi güne kadar sonuçları vermemeleri konusunda telefonla talimatlandırdığını savunan Küçük, bunun rutin bir uygulama olmadığını belirtip, 3. testin yapılmasını reddettiğini kaydetti.
Zeynep Küçük, şöyle konuştu:
''Sabah bir araç göndererek test için kan almak istemişler. Biz kan vermeyi reddettik. Onunla birlikte test sonuçlarını da cezaevine göndermişler. Sonuçları cezaevinden almak istedim, ama doğal olarak onlar da vermediler. Savcılıktan olur aldıktan sonra test sonuçlarına ulaşabildim. O da 2 testin sonucu değil, bir testin sonucu. 3 gündür müvekkilime uygulanan kan testinin sonuçlarını almak için uğraşıyorum. Ben kimi kime şikayet edeyim. Bizim en değerli hakkımız olan yaşam hakkımız ihlal ediliyor. Sizden yaşam hakkımızı koruma altına almamızı istiyoruz. Bundan sonra müvekkilime ilişkin tüm sağlık kayıtlarının dosyaya celp edilmesini istiyoruz. Avukatı ve kızı olarak ben bunu beceremedim.''
Bunun üzerine Mahkeme Heyeti Başkanı Köksal Şengün, ''Biz deneyelim bakalım, becerebilecek miyiz acaba?'' dedi.
-VELİ KÜÇÜK-
Söz alan tutuklu sanık Veli Küçük, Kandıra F Tipi Cezaevindeyken ağır bir rahatsızlık geçirdiğini, bu sırada kalp damarına da stent takıldığını anlattı.
Bu stentin 6 ayda bir kontrol edilmesi gerektiği söylenmesine rağmen, ''Hastaneye yatmak istiyor'' denmesini engellemek için kontrole gitmediğini söyleyen Küçük, şöyle konuştu:
''Ben duracaksam, bu vatan için dik duracağım. Öleceksem de vatan için öleceğim. Gücüme giden, yukarıdan talimat geldi. Yukarıdan diyorsam, Hükümet'ten, bu davanın eş başkanı olan savcısından talimat geliyor; 'Veli Küçük'ü sevk etmeyeceksiniz, 2. kez kan alacak, başkasının kanıyla karıştırıp bir şey yok diyeceksiniz'. Ben 35 sene bu ülkeye hizmet ettim. Ölünceye kadar da hizmet edeceğim. Bir diyet ödetilecekse ben bunu ödeyeceğim. Ben burada tutukluluğu bir ceza olarak görmüyorum. Vatanıma, bayrağıma, Atatürk'e yaptığım bir hizmet olarak görüyorum. 13 aydır tutukluyum. 13 aydır paşa paşa yatıyorum. Lütfen beni rahat bıraksınlar.''
Tutuklu sanıklardan İsmail Yıldız da özel bir televizyon kanalında yapılan bir haberde, JİTEM'de çalıştığının ifade edildiğini belirterek, bu televizyon kanalından, kendisinin JİTEM elemanı olduğuna dair bilgi ve belgelerin istenmesini talep etti.
Söz alan bazı tutuklu sanıklar ile avukatları da tahliye talebinde bulundu.
Savcı Mehmet Ali Pekgüzel, tutuklu sanıklardan Vatan Bölükbaşıoğlu'nun 6. kez tahliyesini talep etti.
Mahkeme Heyeti Başkanı Köksal Şengün de değişik tarihlerde Genelkurmay Başkanlığına yazılan yazılara tek bir cevap verildiğini söyledi.
Muzaffer Tekin'in talebine ilişkin cevapta, bomba eğitiminin MKE 1A modeli eğitim el bombalarıyla yapıldığının belirtildiğini kaydeden Şengün, Fikret Emek'in de hangi tarihler arasında hangi eğitimi aldığının bildirildiğini söyledi.
Başkan Şengün, RTÜK'ten Tuncay Güney'in katıldığı TRT 2'deki yayının DVD'sinin gönderildiğini de tutanağa yazdırdı.
MAHKEMEDEN HASTANEYE VELİ KÜÇÜK YAZISI
''Ergenekon'' davasına bakan Mahkeme Heyeti, emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün Silivri Devlet Hastanesindeki muayene ve tetkiklerine ilişkin belgelerin ivedi istenmesine karar verdi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada, Başkan Köksal Şengün, Mahkeme Heyetinin aldığı kararları açıkladı.
Avukatının talepleri doğrultusunda, Veli Küçük'ün Silivri Devlet Hastanesindeki tüm muayene ve tetkiklerine ilişkin belgelerin ivedi istenmesine karar veren Mahkeme Heyeti, 20 Şubat 2009'daki kan tahlilinin 2 kez yapıldığı belirtilerek bu tahlil sonuçlarının ayrı ayrı gönderilmesinin istenmesini hükme bağladı.
Mahkeme Heyeti, belgeler geldikten sonra sanığın tekrar Silivri Devlet Hastanesine sevk edilerek, önceki şikayetleri konusunda tekrar muayene ve tahlillerinin yapılması ve muayene sonucu düzenlenecek raporun istenmesini kararlaştırdı.
Sevgi Erenerol ve Vedat Yenerer'in avukatı Vural Ergül'ün talebi doğrultusunda, Tuncay Güney'in kullandığı belirtilen telefon numarasıyla 2007 yılı Haziran ayından bugüne kadarki sürede Türkiye'de herhangi bir telefon görüşmesi yapılıp yapılmadığının Telekomünikasyon İletişim Başkanlığından sorulmasına karar veren Mahkeme Heyeti, daha önce gönderilmesine rağmen cevap verilmeyen cep telefonu numarasına ilişkin yazının da tenkiden akıbetinin sorulmasına hükmetti.
Mahkeme Heyeti, daha önce MİT'e gönderilip bugüne kadar cevap verilmeyen yazılarla ilgili ayrı ayrı tenkiden akıbetlerinin sorulmasını da hükme bağladı.
Tutuklu sanıklardan Mehmet Adnan Akfırat'ın raporlarıyla cezaevi doktorlarına sevk edilerek, duruşmalara katılıp akşama kadar sandalyede oturmasının sağlığı açısından bir sakınca doğurup doğurmadığının tespitinin istenmesine karar veren Mahkeme Heyeti, Fikret Emek'in taleplerinin de Genelkurmay Askeri Mahkemesinden gönderilen hakkındaki dava dosyası incelendikten sonra karara bağlanmasına hükmetti.
Jandarma Genel Komutanlığına yazı yazılarak, sanık İsmail Yıldız'ın herhangi bir birimde çalışıp çalışmadığının, SESAR Araştırma Merkezinin Jandarma Genel Komutanlığına herhangi bir şekilde danışmanlık hizmeti verip vermediğinin soruşturulmasını kararlaştıran Mahkeme Heyeti, Yıldız'ın diğer taleplerini reddetti.
Mahkeme Heyeti, sanık Kemal Kerinçsiz'in talebi doğrultusunda emanette bulunan tüm gizli içerikli yada devlet sırrı niteliğindeki belgelerin celp edilerek mahkemece incelenmesine, bu belgelerin sanığa verilmesi yönündeki talebin ise incelemenin ardından karara bağlanmasına hükmetti.
Tutuklu sanıkların bu hallerinin devamına karar veren Mahkeme Heyeti, duruşmayı 26 Şubat Perşembe günü saat 09.30'a bıraktı.

'Asit kuyuları' söylemi, bölgedeki yüzlerce kayıp gerçeğini sulandırıyor

Güneydoğu'daki binlerce faili meçhul ve kayıp, son günlerde 'asit kuyuları' iddialarıyla gündemde. Tuncay Güney'e dayandırılan iddialara göre Güneydoğu'da 1990'lı yıllarda kaybolan çok sayıda kişi Silopi'deki BOTAŞ tesislerinin içinde bulunan asit kuyularına atıldı. Kayıplarla ilgili envanteri tutan Şırnak Baro Başkanı Avukat Nuşirevan Elçi 'asit kuyuları' söyleminin Doğu'daki kayıp gerçeğini sulandırdığını söyledi.
17 bin faili meçhulden bahsedildiğini hatırlatan Elçi, "İnsanlar güpegündüz sokak ortasında infaz edildi. Cesetleri tarlalara atıldı. Şimdi kalkıp bunu 2-3 kuyu ile açıklamaya çalışmak, işi sulandırmaktır. Her şeyin bir tek buna endekslenmesi işi sulandırıyor. Gerçeği örtbas ediyor. Öldürme biçimi, gerçeği değiştirmez." dedi.
Kayıplarla ilgili Şırnak Barosu'na gelen dilekçe sayısı 100'ü geçmiş durumda. Şırnak Barosu ayrıca bir kişiyi de tespitlerle ilgili görevlendirmiş. Yapılan araştırmalar sonucunda gelen başvuru dilekçeleri dışında Cizre'de 180 kayıp yakını tespit edilmiş. Kayıplarla ilgili sağlıklı bir envanterin olmadığını söyleyen Nuşirevan Elçi, 17 bin 300 faili meçhulden bahsedildiğini ifade ediyor.
Nuşirevan Elçi, geçtiğimiz hafta Silopi Cumhuriyet Savcısı Atilla Öztürk ile birlikte BOTAŞ Karakolu'nun hemen yanında bulunan ve jandarmanın kontrolünde olan BOTAŞ arazisindeki incelemelere de katıldı.
BOTAŞ Karakolu'na giren, çıkamaz!
"41 yaşındayım, 11 yıllık avukatım, BOTAŞ tesislerine ilk kez girdim." diyen Elçi şunları anlatıyor: "Yaptığımız incelemelerde iki yer tespit ettik ve açılmasını istedik. Burası bölge insanının ürktüğü bir yer. 1990'lı yıllarda insanların kafasında şöyle bir anlayış vardı: BOTAŞ Karakolu'na giren bir daha çıkamaz. Çıkan da çok istisnadır. Burası ile ilgili çok sayıda kayıp ve işkence iddiası var."
Nuşirevan Elçi, BOTAŞ Karakolu'nda gözaltına alınıp sağ kurtulanları tanıklık yapmaya çağırdı. Başvuruda bulunacaklara her türlü kolaylığın sağlanacağını ifade eden Elçi, istemeleri durumunda gizli tanık olarak da ifade verebileceklerinin altını çizdi. BOTAŞ arazisi ve eski Sinan Lokantası'nın arkasındaki kuyular dışında tespit ettikleri başka yerlerin de olduğunu ifade eden Elçi, savcılığın bu işin üzerine ciddiyetle gitmesi gerektiğini kaydetti: "Savcılık iyi bir araştırma yapsa, bizim tespit ettiğimiz yerler dışında da arama olur. Şu anda çalışmalar, olması gerekli olan noktada değil."
Ergenekon savcılarının Güneydoğu'daki kayıp ve faili meçhullere de el atmalarını isteyen Elçi, davanın gerçek mecrasına dönmesi için Fırat'ın öbür yakasına da ulaşması gerektiğinin altını çizdi. Ergenekon operasyonunun ülkenin batısında yaşayan insanların bu örgütün faaliyetlerinden haberdar olmasını sağladığını kaydeden Elçi, "Güneydoğu'da ise insanlar Ergenekon haberlerine hiç şaşırmıyor. Zaten 20 yıldır biliyor, kendi arasında konuşuyor. Onlar için bu haberlerin hiçbirisi şaşırtıcı değil." diye konuşuyor.

24 Şubat 2009 Salı

Güneydoğu'da askeri hareketlilik

Güneydoğu'da askeri hareketlilik devam ediyor. Hakkari'deki sınır birliklerine Şırnak üzerinden çok sayıda tank sevk edildi. Tanklar daha sonra Cudi dağına gönderildi.
Güvenlik güçleri Terör örgütü PKK'ya karşı operasyonlarını Güneydoğu'da aralıksız sürdürüyor. Operasyonların aralıksız devam ettiği Şırnak ve Hakkari bölgesinde ise askeri hareketlilik hız kesmeden devam ediyor. Şırnak'ın Silopi ve Cizre ilçesindeki askeri birliklerden Hakkari'deki sınır birliklerine çok sayıda askeri araç ve tank sevkİyatı yapıldı. Tank sevkİyatında skorsky helikopteri havadan güvenlik sağlarken zırhlı araçların yol güvenliğini sağladığı görüldü.
ŞIRNAK DAĞLARINDA OPERASYONLAR DEVAM EDİYOR..
Güvenlik güçlerinin terör örgütü PKK'ya yönelik Şırnak sınırları içerisindeki Cudi, Gabar ve Kato dağlarıdaki operasyonları devam ediyor. Türk Silahlı Kuvvetleri, Irak sınırında eylem hazırlığı içerisinde oldukları tespit edilen PKK'lı teröristlere karşı sınır kesimiyle Cudi, Gabar, Kato dağlarında operasyonları sürdürüyor. Operasyonlara helikopterlerle de destek sağlanıyor.

Stockholm'de Ergenekon soruları / Şahin Alpay

Geçen hafta Stockholm'e gittim ve İsveç Türk Parlamenterler Derneği'nin düzenlediği bir toplantıya katıldım.19 Şubat'taki toplantıda, geçen ekime kadar yaklaşık 7 yıl İsveç'in İstanbul Başkonsolosluğunu yapan, belki Türkiye'yi en iyi tanıyan Avrupalı diplomat olan ve emekli olduktan sonra Lund Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nde ders veren Büyükelçi Ingmar Karlsson, Türkiye-AB ilişkilerinde gelinen noktayı anlattı. Ben de Türkiye'deki son siyasi gelişmeler üzerinde durdum.
Konuşmamda Türkiye'nin görece eski bir demokrasi olmasına karşın, hâlâ daha demokratik rejimi yerleştirememiş oluşunun nedenleri üzerinde durdum. Bu bağlamda askerin siyasi rolüne, yargının siyasi sürece müdahalelerinin rejime bir jüristokrasi (yargı egemenliği) niteliğini kazandırmasına, 2003-2004'teki başarısız darbe girişimlerine ve hükümetin bir ordu darbesiyle devrilmesi için ortam hazırlamakla suçlanan Ergenekon şiddet örgütü davasına dikkat çektim. Demokrasinin yerleşmeye doğru hayli yol aldığının, başka bazı ekonomik ve siyasi dinamikler yanında AB'ye katılım sürecinin buna büyük katkısı olduğunun, bu sürecin sekteye uğramamasının demokratik Türkiye bakımından öneminin altını çizdim.
Bilindiği üzere, 2009 Türkiye-AB ilişkilerinde kritik bir yıl. Ankara bu yıl reform sürecine hız vermediği, Kıbrıs'ın birleşmesi yönünde yol alınamadığı takdirde görüşmelerin askıya alınması ihtimali yok değil. Kararın alınacağı 2009'un ikinci yarısında AB dönem başkanlığını İsveç'in, yani AB'deki en büyük destekçisi olan ülkenin yapacak olması, Ankara'ya rehavet vermemeli. İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt, 18 Şubat günü parlamentoda hükümetin bu yıl izleyeceği dış politika üzerine yaptığı konuşmada aynen şunları söyledi:"Uluslararası bir oyuncu olarak AB'nin inanılırlığı, genişleme alanındaki yükümlülüklere saygı gösterilmesini gerektirir... Bu bağlamda hükümet Türkiye'nin AB üyeliğinin birlik açısından taşıdığı stratejik önemi vurgulayacaktır. Türkiye'ye AB üyeliğinin kapısını kapatmak tarihî bir yanlış olur. Türkiye'nin üyeliğinin önemini anlatma çabalarını yoğunlaştırmamız için birçok neden var. İsveç ve AB, Kıbrıs'ın geleceği için yürütülen görüşmeleri destekliyor. Kıbrıs'ın yeniden birleşmesi, adanın bütün halkı ve bütün bölge için daha geniş güvenlik, özgürlük ve refah anlamına gelecektir. Adanın birleşmesi, bunun da ötesinde, Türkiye'nin AB ile ilişkilerini yakınlaştıracak, NATO ile AB'nin barış ve istikrarın sağlanmasına yönelik çabalarının eşgüdümünü kolaylaştıracaktır."
Stockholm'de bir akşam Zaman Bürosu tarafından düzenlenen bir toplantıda kalabalık bir grup Türkiyeli göçmenle bir araya gelme imkânı da buldum. Tahmin edebileceğiniz gibi, katıldığım her iki toplantıda da Ergenekon davasıyla ilgili sorular gündeme geldi. Bu konuda Türkiye'nin iki yaklaşım arasında kutuplaştığını anlattım. Yoklamalara göre büyük çoğunluğun bu davayı askerî müdahaleler ve yargısız infazlar yapan "Derin Devlet" sayfasını kapatacak tarihî bir dava olarak değerlendirdiğini; ana muhalefet partisi ve en büyük medya grubu dahil bir kesimin ise, Ergenekon davasını AKP iktidarının muhalefeti sindirmek ve susturmak için kullandığı bir uydurma dava olarak gördüğünü hatırlattım. Benim de çoğunluk gibi düşündüğümü, ancak davanın hukuk devletinin bütün icaplarına uyularak yürütülmesi gereğini vurguladığımı belirttim.
Davanın nereye varabileceğine dair sorulara cevaben, tutuklu üst rütbeli askerlerin tahliye edilmelerinin, bu kimselerin TSK tarafından korunduğuna, hatta soruşturmanın sınırlandırılmasına dair hükümetle TSK arasında bir anlaşmaya varıldığına dair spekülasyonlara yol açtığını söyledim. Davanın, Susurluk davasında olduğu gibi, Ergenekon'un alt kademe sorumlularının sınırlı cezalara çarptırılmasıyla sonuçlanması ihtimalinin bulunduğunu, ancak "Derin Devlet"in bütün bağlantılarıyla ortaya çıkarılması için kamuoyu baskısının devam ettiğini ifade ettim.2009 İsveç izlenimlerini ise başka bir yazıda aktaracağım.

Yaptırım göz boyamaktan öteye gitmeyince... / Lale Sarıibrahimoğlu

İsrail’in, bine yakın Filistinli sivilin ölümüyle sonuçlanan ocak ayındaki Gazze saldırılarına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sert eleştirileri, kamuoyunda da ciddi yankı buldu ve bu ülkeye karşı askerî ilişkilerin askıya alınması dahil bir dizi yaptırımlar uygulanması istendi. Keza, İsrail basını da misilleme olarak Türkiye’ye, çok ihtiyaç duyduğumuz askerî teknoloji ihracatının durdurulmasını istedi. Ama İsrail’in cezalandırılması istemi, Türkiye’de hem muhalefet hem de kamuoyu tarafından çok daha fazla dillendirildi. Türkiye-İsrail siyasileri arasında yaşanmakta olan gerilim, şimdi de iki ülke askerî yetkililerini karşı karşıya getirdi.
İsrail hükümetinin, Türkiye’nin sert tepkisine karşı gösterdiği itidalli tutumun İsrail askerleri düzeyinde pek itibar görmediği anlaşılıyor. Özellikle de İsrailli askerlerin, Başbakan Erdoğan’ın, 29 ocak günü Davos toplantısını terk ederken, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e dönerek, “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz,” şeklinde sarfettiği sözlerini hazmedemedikleri anlaşılıyor. Belki bu hazmedememe duygusunun bir yansıması olarak İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Avi Mizrahi, Türkiye’nin tabu konularına damardan girmiş. İsrail’in Haaretz gazetesinin 13 şubat tarihinde aktardığı ve yalanlanmayan ifadelerine göre, Mizrahi, “Türkiye’nin uzun yıllar önce Ermenilere dünyanın en büyük katliamlarından birini yaptığını, aynı politikanın bugün de Kürtler üzerinde sürdürüldüğünü,” söylemiş ve Türkiye’nin Kıbrıs’ı da işgal ettiğini belirtmiş. Mizrahi, Türkiye’nin kendi durumunu hatırlatmak adına, Erdoğan’ı da “Aynaya bakmaya,” davet etmiş. İsrailli general, İsrail’de 10 şubat salı günü düzenlenen, “Askerî Psikoloji” konulu bir uluslararası konferansta sarfetmiş bu sözleri. Mizrahi’nin, Türkiye’yi daha da öfkelendiren sözlerini, bir askerî psikoloji konferansında sarfetmiş olması, Ankara’dan gelen sert ifadelerin İsrailli askerlerin psikolojilerini etkilediğinin bir işareti olabilir. Türkiye’nin, Tümgeneral Mizrahi’nin bu sert çıkışına nota ile yanıt verip TSK’nın da sert açıklamada bulunmuş olması ilişkileri iyice gerdi. İlişkilerde yaşanmakta olan ciddi gerilime karşın Ankara, artan kamuoyu baskısına karşın İsrail’e özellikle askerî ilişkileri askıya alma gibi bir yaptırım uygulamaktan şu ana değin sakındı. Belki bu sakınmanın arkasında, iki ülke ilişkilerinin, Ortadoğu’nun tümüne ve ABD’ye yansımaları yatarken hem hükümetin hem de askerin daha akılcı bir yaklaşım sergilediklerini de söylemek mümkün.
Zira, Türkiye’nin, özellikle Ermeni soykırımı iddialarına karşı, örneğin, Fransa’ya geçmişte uyguladığı askerî yaptırımlar sonuç vermediği gibi Fransa Türkiye’nin dış ticaretinde ilk sıralarda yer alan ülke olmaya devam etti. Belki bunun arkasında, Fransa’ya uygulanan yaptırımların göz boyamadan öteye gitmemiş olması da yatıyor olabilir. Adı bende saklı bir komutan, Fransa’ya askerî yaptırım uygulandığı bir sırada, örneğin, Fransız askerlerinin gönderdiği özel bir uçakla Paris’e gidip, 1998 yılında 450 milyon dolarlık, Eryx tanksavar füzelerinin alımı anlaşmasına imza atmıştı. (JDW, 24 Mart 1999).
Anlaşma, TSK içinden de bu füzelerin alımına gelen itirazlara karşın imzalanmıştı. Bugün ise, bu gizlice imzalanan anlaşma ile ortaya çıkan ihtilaf nedeniyle Fransa’nın girişimiyle Türkiye, İsviçre’nin Cenevre kentindeki tahkim mahkemesinde halen yargılanıyor. Devletin 450 milyon doları da bize fatura ediliyor, vergilerimizden alındığına göre bu silahlar. Şimdi emekli olan bir başka komutan ise, kendisinin ABD karşıtı olduğu ve bu ülkeyi bir kez olsun ziyaret etmediği suçlamalarına karşı geçen ay yaptığı açıklamada, “Kasım 2001’de bu ziyaretin (ABD) gerçekleşmesi için taraflar arasında mutabakat sağlanmış, hazırlıklar ona göre yapılmıştır. Fakat ziyaretten kısa bir süre önce ABD Temsilciler Meclisi ve Senato’da Ermeni soykırım tasarısı kabul edilince, tarafımdan bu ziyaret iptal edilmiştir,” diyebiliyor (Fikret Bila, Milliyet, 23 ocak) Ama aynı komutan, Fransız Parlamentosu’nun Ermeni soykırımı iddialarını gündeme getirmesine karşın, Genelkurmay Başkanlığı görevine resmen başlamadan 15 gün önce, 1998 yılında Ankara’da düzenlenen Fransız milli günü resepsiyonuna katılabiliyor. Samimiyetsizlik diye buna derim ben. Aynı emekli komutan, görev süresi sırasında, dönemin başbakanı Bülent Ecevit, Filistinlilere saldırısından dolayı, İsrail’i “Soykırım” suçu işlemekle suçlarken, aynı ülke ile tank anlaşmasının imzalanmasında bir sakınca görmemişti. Türkiye’nin yaptırım uygularken izlediği samimiyetsiz politikaların örneklerini çoğaltmak mümkün.
Dolayısıyla, bugün geldiğimiz noktada İsrail’e yaptırım uygulamanın, Türkiye’nin gerçek ulusal çıkarlarına ne ölçüde hizmet edeceğinin iyi hesaplanması gerekiyor. Şimdiki karar vericilerin de bu konuda şu ana değin daha temkinli ve daha akılcı hareket ettiklerini gözlüyoruz. Türk diplomatlar, İsrailli meslektaşlarına, 29 Mart yerel seçimleri sonrasında ilişkiler rayına oturur mesajını da veriyorlarmış.

Başgil'in Köşk'e çıkışı nasıl engellendi? / Fatih Bayhan

Bu aralar tarihin derin kayalıklarında geziniyorum. Bazen uçurumlar, bazen düz yollar çıkıyor karşıma. Kara bulutlar nedense hiç gitmiyor. Evet, okuduğum yakın, çok yakın dönem hatıratları belki de ondandır…

Süreyya İlmen Paşa’nın hatırat kitabından sonra şimdide bir çırpıda okuduğum başka bir hatıra kitabı var elimde. Müellifi Dr. Sadettin Bilgiç. Evet, işte o “Koca Reis” lakaplı, Demokrat Parti ve Adalet Partisinin kahrını çekmiş, Menderes, İnönü, Demirelli dönemin en yakın canlı tanığı…

Üstelik o dönemin en kritik kararlarının alındığı kavşakta bulunmuş bir siyasetçimiz Sayın Bilgiç…
Hatıralarını kaleme aldığı kitabında benim kuşağımın son dönemine şahit olduğu ama etkileri hala konuşulan olayların gizli kalmış yanlarını açıkça, korkusuzca açıklıyor Koca Reis… Hatıralar 1950-60-70-80’li yılların gölgesinde…
***
Dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşme çabalarının büyük sancılar çektiği, askeri darbelerin her on yılda bir meclisin kapısını çalıp, idareye el koyduğu yılları anlatıyor…
Kitapta, Sayın Demirel’in Adalet Partisi Genel Başkanlığının nerelerde planlandığından tutunda, onun hakkında çıkan “Mason” iddialarının parti içinde nasıl dalgalanmalar yarattığına, kongrede dönen dolaplardan, Demirel’in Köşk’e çıkışına ve tabiî ki Refahyol döneminde Demirel’in DYP’li vekilleri nasıl istifada ettirip Cindoruk’un başkanlığındaki DTP’ni kurdurmasına kadar gizli kalmış bir çok tarihi tanıklık var…

Ama bugün benimde çok merak ettiğim bir konuya dair Koca Reis’in hatıratından çok önemli bir detayı paylaşacağım sizinle… O da 15 Ekim 1961 seçimlerinde AP listesinden bağımsız Samsun Senatörü seçilen Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in AP Tarafından Cumhurbaşkanlığı'na adaylığını koymasıyla başlayan sürecin detaylarıdır…

Bugün, üzerinden 48 yıl geçmiş bir “Cumhurbaşkanlığına adaylıktan çekilme” hikayesinin perde arkasını öğreneceğiz…Koca Reis Sadettin Bilgiç’in hatıralarına yansıyan bu önemli nokta Ali Fuat Başgil Hoca’nın İstanbul’dan Ankara’ya gelişiyle başlıyor…
Yıl : 1961…1960 Askeri darbesinin üzerinden bir yıl geçmiş…Ülke henüz Milli Birlik Komitesince idare ediliyor, seçimler yapılmış, kapatılan Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi demokrasi devam edecek ama Askerin mühim bir isteği vardır. O da Cumhurbaşkanlığına Cemal Gürsel’in seçilmesi…
İşte bu günlerde Ankara’da bir evde çok hararetli toplantılar yapılıyor, ev sanki bir parti merkezi gibi dolup taşıyordu. Evet, o ev’in sahibi Koca Reis Sadettin Bilgiç’ten başkası değildir…Seçimlerden sonra Ankara’da gidip oturacak yer bulamayan vekiller genellikle bugün İzmir caddesi denilen mekanda bulunan Anadolu Kulübüne giderler ve orada bir araya gelirlerdi. Kimide bazı kahvelere giderdi.

Durumu gören Bilgiç, vekilleri birer ikişer kendi evinde toplamaya başlar.

Gerisini ondan dinleyelim:
“Bu toplantılar öğleden önce, öğleden sonra ve akşam olmak üzere üç seans yapılıyor, bazen 70-80, bazen 130’a varan sayıda değişik partilere mensup milletvekili ve senatörü bir araya getiriyordu. Konuşmaların ağırlık merkezini parlamentonun kendi istediği kişiyi Cumhurbaşkanı seçmesi ve kendi istediği hükümeti kurması oluşturuyordu. Ama o günlerde ve izleyen günlerde, Cemal Gürsel ve kumanda heyeti partilerin yetkilileriyle sürekli toplantılar yapmakta ve bu toplantılarda Cumhurbaşkanlığı’na tek aday olarak Cemal Gürsel’in gösterilmesi, hükümetin de İnönü’nün başkanlığında AP ile CHP arasında kurulması telkin edilmekteydi…” diyordu. Peki bu kadar Vekilin bir araya geldiği ev’den Köşk için hangi isimde karar kılınmıştı? Bilgiç onuda şöyle anlatıyor: “Ancak bizim evdeki toplantılar devam ediyor ve Cumhurbaşkanlığına Ali Fuat Başgil Hoca’yı seçmemiz gerektiği konusunda görüş birliğine varılmaya çalışılıyordu.
***
Ve sonunda Samsun senatörü Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil Hoca’nın yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde Aday olarak adı öne çıkartılır. İşte ne olduysa bu saatten sonra olacaktır. Cemal Gürsel’in dışında hiç kimsenin aday olmasına razı olmayan Milli Birlik Komitesi derhal harekete geçecektir. Ama görüyoruz ki Sadettin Bilgiç’in evinde toplanan bu vekil heyeti de olanların farkındadır ve Hoca’nın İstanbul’dan derhal Ankara’ya gelmesi ve otel yerine evde misafir edilmesini ve Ankara tren garından kendilerinin oluşturduğu bir vekil heyetince karşılanmasını karara bağlanacaktır.

Her şey planlandığı gibi gelişir, kararlar alınır; İzmir, Samsun, Trabzon, Kayseri ve K. Maraş mebuslarından oluşan bir heyet Hocayı Ankara tren garında bekleyecektir. Gün gelir, 25 Ekim 1961 heyet, Polatlı’daki gar’da Hocayı beklemektedir. Ancak tren bir türlü saatinde gelmez. Bir arıza nedeniyle akşam 16’.00’da Polatlı’da olacaktır. Hoca’yı Gar’da karşılayan Vekiller beraberce kendisi için ayrılan eve götürmek isterler, durumu anlatırlar. Ancak Ali Fuat Hoca ne hikm etse ev’de kalma teklifini kabul etmez ve Barikan Otel’de kalır. İşte Hoca için sonun başlangıcı da bu kararından sonra başlayacaktır.

Koca Reis Hatıralarında diyor ki, “Hocayı ikna edememiştik…Otel’de ziyaretine gittik, baktıkki onu Otel’de çok değişik isimlerde ziyarete geliyor. Nihayet akşam 20:00’de hocayı Başkanlığa davet etmişler. Orada Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay’la bir görüşme yapmış. Moralsiz bir şekilde çıktığı Başbakanlıktan gece geç saatlerde Gümüşpala ve Bölükpaşa’yı ziyaret etmişti…” Peki bu görüşmelerden sonra ne olmuştu?
***
İşte Koca Reis onu da anlatıyor hatıratında ve o gece yaşananların Hoca’nın Köşk hayatını sonlandırdığını anlatarak: “Hoca, aynı gece Samsun Senatörlüğünden istifa etti, Köşk’e adaylıktan da çekildi. Sabah ilk trenle de İstanbul’a tekrar dönecekti…”

Peki o gece ne olmuştu?
Hoca nasıl bu kadar radikal bir karar almıştı? Onun cevabı da kitapta…
Meğer 24 Ekim 1961 gecesi Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından götürüldüğü Başbakanlık'ta bazı Milli Birlik Komitesi üyesi subaylarıyla da görüştürülmüş ve onlardan "hayatınızı garanti edemeyiz" denilerek tehdit edilmiş sonra da Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilmesi istenmiş…
Ali Fuat Başgil Hoca aynı gecenin sabahında İstanbul’a gitmekle kalmaz, derhal ülkeyi de terk edecektir. Yurda dönüşü Adalet Partisi'nin %52 oy oranıyla tek başına kazandığı 1965 seçimlerinden sonra olacaktır. Başgil olayını böyle karara bağlayan Milli Birlik Komitesi aynı gün çok kızmış olacakki “TSK’nin Talepleri” başlıklı bir bildiri yayınlar.
O Bildiride şunlar vardır:
- Cumhurbaşkanlığına Cemal Gürsel’in seçilmesi,
- Bütün partilerin Atatürk devrimlerine bağlılık göstermesi,
- 27 Mayıs Devrimine bağlılık gösterilmesi,
- Milli Koalisyonun gerçekleştirilmesi,
- Yassıada kararlarının Meclis içinde ve dışında istismar edilmemesi,
- Orduya ilişkin kanunların istismar edilmemesi,
- Gericiliğe taviz verilmemesi
***
İşte Ali Fuat Başgil Hoca’nın Köşk Adaylığı meselesi de böyle kapanmış oldu. Sonrası malum Cemal Gürsel tek aday olarak köşk’e çıktı…Peki şunu düşündünüz mü? Ali Fuat Hoca o gün Gar’da kendisini karşılayan vekilleri dinleyip evde kalsaydı, bu baskılara maruz kalmayarak arkasındaki vekil desteğine şahit olsaydı tarihin akışı nasıl değişirdi?
***
Bu yazı Ali Fuat Başgil’in “Gençlere Öğütler”adlı eserinden bir öğüdüyle bitmeli… Diyor ki Hoca; “Bir işi yapmaya koyulduğunda telaşlanıp sabırsızlanma. Sakin ve metin ol. Yol al, fakat acele etme. Sindirerek çalış ve öğren. İşinde ve dersinde herhangi bir fikir ve noktayı ihmal edip geçme. Küçük ihmalden bazen büyük zararlar doğduğunu unutma.” Ne dersiniz, bu nasihata uyulmuş mu?