29 Şubat 2012 Çarşamba

"KÜÇÜK EMİR VERDİ ERSEVER İNFAZ ETTİ"

Eski JİTEM elemanı ve PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan'dan eski HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın ölümüyle ilgili dikkat çeken iddia...
 
Faili meçhul cinayet davası kapsamında İsveç’den iadesi istenen eski JİTEM elemanı ve PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan, 1991’de öldürülen eski HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın, bugün Ergenekon davası sanığı olan emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün talimatıyla, JITEM subayları Binbaşı Aytekin Özen, Yüzbaşı Cem Ersever, Ali Ozansoy ve Fethi Çetin’in bulunduğu ekip tarafından infaz edildiğini iddia etti.

Binbaşı Aytekin Özen, Yüzbaşı Cem Ersever, Ali Ozansoy ve Fethi Çetin'in bulunduğu dört kişilik JİTEM ekibinin Vedat Aydın'ı öldürdüğünü ileri süren Aygan, infaz emrinin de Veli Küçük tarafından verildiğini söyledi.

Diyarbakır'da bölgesel yayın yapan Güneydoğu Güncel'e özel röportaj veren Abdulkadir Aygan, kendisinin hiçbir kurum ve kişiden beklentisinin olmadığını vurgulayarak, ''Benim kimseden maddi ve manevi beklentim yok. Ben insani ve vicdani görevimi yapmaya çalışıyorum. Torun sahibiyim ailem yeter artık konuşma diyor. Ama ben risk alarak konuşuyorum. Bakın Türkiye'ye iadem isteniliyor. Buna rağmen ben gerçekleri konuşuyorum. İsterim ki bana en azından 'Allah razı olsun' denilsin'' dedi.

AYDIN CİNAYETİNDE BEN YOKTUM
1991 yılında katledilen dönemin HEP İl Başkanı Vedat Aydın'ın infaz emrinin Veli Küçük'ün başkanlığını yaptığı JİTEM Grup Komutanlığından geldiğini ileri süren Aygan şunları söyledi;

''Binbaşı Aytekin Özen, Yüzbaşı Cem Ersever, Ali Ozansoy ve Fethi Çetin ile birlikte JİTEM'e ait bir araçla Vedat Aydın'ın ikamet ettiği istasyon caddesi üzerindeki evin yakınına gittik. Apartmanın hemen yanında bulunan petrol ofisinde bekledik. Benle Aytekin Özen araçta bekledik. Onlar binaya girip keşif yaptılar. Sonra beni eve bıraktılar. Sabah İçkale'deki birime geldiğimde onlar yatıyordu. Görevli çaycı asker bana dedi ki, ' Cem Ersever komutanımız bizi uyandırmayın emrini verdi. Vedat Aydın'ı öldürmüşler. Ben Cem Ersever'e beni neden götürmediklerini sorduğumda bana, bir şey olmaz komşuda pişer, sana da düşer' demişti. Vedat Aydın'ın cenazesi getirildiğinde olaylar çıkmıştı. Çok ilginçtir JİTEM o gün kendi bünyesinde bulunan hiç kimseyi dışarı çıkarmadı. Bu cinayetle ilgili yeterli çalışma yapılmadı. Bakın kendisi hakkında davacı olmama rağmen, Vedat Aydın'ın öldürülmesi olayı ile ilgili Arif Doğan'ın hiçbir ilgisi yoktur. Cinayeti bu anlattığım kişiler işledi. Zaten Vedat Aydın'ın eşi Şükran Aydın'ın verdiği eşkâller bu kişilerin eşkâlliyle uyuşuyor ''

28 Şubat’ın ruhu hâlâ buralarda / Dr. HAKKI TAŞ


İktidar olmakla muktedir olmak arasında ayrım yapılırken, Türkiye’de yürütme erkinin nasıl askeri ve yasal engellerle kısıtlandığı üzerinde durulur. Oysa 28 Şubat darbesinin esas başarısı, sadece baskı ve yasaklarla değil, -küreselleşmenin ve popüler kültürün rüzgârını da arkasına alarak- rıza üreterek ilerlemesidir ve bu anlamda, 28 Şubat ruhu hâlâ iktidardadır.


Her sene Şubat ayının sonlarına doğru, Türkiye’nin “postmodern” diye ad yakıştırdığı darbe yeniden gündeme geliyor. Artık bir gelenek halini alan şekliyle bir yandan 28 Şubat’ı tel’in, bir yandan da günah çıkarma ve demokrasiye iman tazeleme furyası gazeteleri kaplıyor. Oysa bu kendini tekrar eden demeçler arasında, 28 Şubat neredeyse sadece Refahyol hükümetinin devrilmesine indirgeniyor, AK Parti’nin iktidara gelmesiyle de sürecin bittiğine, durumun “telafi” edildiğine hükmediliyor. Böylece 28 Şubat’ın bütün mağduriyetleri, AK Parti iktidarının gölgesinde unutuluyor.

28 Şubat’ın “gerekirse bin yıl süreceği” kehaneti, bir adanmışlıktan da öte somut bir projenin ifadesidir. Ordu, iktidara kim gelirse gelsin, kendi dediğinin olması için yeni siyasi ve hukuki araçlar edinirken İslami kesimin önünü kesmek için türlü müdahaleler yapıyordu. Burada, askerin siyasal İslam’ı ehlileştirmek, “Batı-karşıtı anti-kapitalist dinciler”den “Müslüman demokratlar” çıkarmak gibi bir derdi yoktu. Amaç, devletin şimdiye dek “fazla yüz gösterdiği” İslami oluşumları “temizlemek”ti.

Hesaplaşmak, yüzleşmek...
Böyle bakıldığında, iktidarı devirmek kadar önemli olan şey, gerekirse bin yıl sürecek şekilde bir sistemin şekillendirilmesiydi. Bir yönüyle ters tepen proje, öyle 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle de hemen bitmiş değildir. Kırmızı Kitap’tan Başbakanlık Takip ve Koordinasyon Kurulu’na, irticayla mücadele genelgelerinden EMASYA protokolüne dek pek çok konu, ancak 2010 yılında ele alınabilmiştir. Başörtüsü sorunu de facto çözümlerle yeni yeni aşılırken; sivil-asker ilişkilerinin rayına oturması da Avrupa Birliği sürecinin sivilleştirici reformlarından çok, Ergenekon davası sonrasına denk gelir.

Geç de olsa 28 Şubat darbesiyle ilgili yapılanlar, önceki darbelere kıyasla -mesela bir 12 Eylül muhasebesinin 30 yıl sonra ancak başlayabildiği düşünülürse- çok daha ümit vericidir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü 28 Şubat soruşturması, sonuna kadar gidildiği takdirde, Türkiye’de köşe tutan pek çoklarını rahatsız edecek, etkileri günümüze uzanan bir devrin köklerine ayna tutacaktır.

28 Şubat darbesi, olağanüstü durumların olağanlaştığı, hatta “vatan, millet” söylemleriyle bir güzel bezendiği bir süreçtir. Tuğgeneral Osman Özbek, bir bayram günü devrin Başbakanı hakkında mikrofonlara “Ulan pe..... dinde krallık var mı?” diye çıkıştığında olağan görülmek bir yana, alkış görüyordu.  Bir yazar, “öğretmen maaşı çavuş maaşına eşit” diye yazdığı için Özkasnak Paşa “Onun makadına süngü takar cepheleri gezdiririm” dediğinde ise gazetecilik haklarından dem vuran pek kimse olmamıştı; hatta müstahaktı.

Devlet adına bir “refleks gazeteciliği” hâkimdi; hemen her gün komutanlarla konuşulup söylenenler manşete taşınıyor, paşalar konuşmayınca onlar namına ihtarlar çekiliyordu: “Bir gün, ‘Paşam, bugün ne yazalım?’ diye sordular. Paşa da ‘Kafanıza göre bir şey çakın’ dedi. Sonra komutan söylemiş gibi haber yazdılar” diye not düşen Can Ataklı dönemin anlayışını özetliyordu.

Başörtülü öğrencilere “Bu başınızdakilerle girerseniz, baştan kaybedersiniz!” diye uyarılarda bulunuluyor, üniversite anfilerinde koca koca profesörler “Biz şimdilik bunları derse alırsak, 10 yıl sonra bunlar başı açık arkadaşlarımızı derse almaz” ya da “Sen başını açtığında arkadaşların sana zina mı düşünecek?” diyerek derin (!) analizleriyle yasağın bekçiliğini yapıyorlardı.

Kurulan ikna odaları, yasaklar, atılmalar ve bütün bu olağanüstü haller curcunası karşısında belki de en cesurcasını Gülay Göktürk demişti: “Kurun anti-irtica milislerinizi; salın topluma. Başörtülü avına çıkarın. Sonra da gururla açıklayın: ‘Toplum içinde yürütülen ikna çalışmaları sonucu, başörtülü kadınlarımızın yüzde 85’i başlarını açtı.’... Ben Tanrı’ya inanmam. Ama eğer varsa, eminim ki, siz kesin cehennemliksiniz.”
Yasaklar ve baskılar eliyle; vatandaş ile halk arasındaki çizgi yeniden çiziliyor, bir nevi haddi bildiriliyordu. Süreç boyunca yapılanlar, Kenan Evren Paşa’ya atfedilen sözü hatırlatıyor: “Evet, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir; ama bu memleketin de sahipleri vardır”.

Ezilmişlik ve zencilik
28 Şubat’ın beslediği mağduriyet söylemi, aslında AK Parti’nin 2002 seçimleri öncesi ve sonrasında sıkça kullandığı bir retorikti. 2003’te Başbakan Erdoğan “Bu ülkede beyaz Türkler ve zenci Türkler ayırımı var. Kardeşiniz zenci Türklere mensuptur”, diyordu. 2010’a gelindiğinde de Erdoğan, İmam Hatiplilere seslenirken “İmam Hatip mezunu olmayı büyük bir iftihar nişanı olarak üzerimde taşıdım... Bizi okurken, okul bittikten sonra aşağıladılar. Öyle hocalarımız çıktı ki ‘bize ölü yıkayıcısı’ dediler. Zenci dediler; doktor olamazsınız, ‘muhtar bile olmazsınız’ dediler. Allah’a şükür bugün gelinen nokta ortada” diyor ve devrin değiştiğini işaret ediyordu.

Bir yönüyle doğruydu; üstelik bazı yerlerde İmam Hatip mezunu olmak bir ayrıcalık haline gelmişti. Ama ıskalanan bir nokta var: Zenci Türk kavramı, Türkiye’de daha çok ezilmişlik üzerinden kurgulansa da zencilik, esas olarak bunun içselleştirilmesinde, yani eziklikte yatar.

Frantz Fanon, zencilerin nasıl hiçleştirildiği ve bir aşağılık kompleksine itildiğini anlatırken “Siyah insan, insan değildir” der. O, elinden geldiğince beyazlaşmalı, derisini değiştiremediğine göre kültürünü değiştirmelidir. Bunun için kendi dilini unutmalı, hiç değilse unutur gibi yapmalı, sömürgeci beyazların dili Fransızca’yı iyi öğrenmelidir. Çünkü Fransız kültürünü benimsedikçe kapılar açılacak ve daha bir “eşit” olunacaktır.

Siyah insan için sınıf atlamanın bir başka yolu da beyaz bir eşle evlenmektir: “Parisli bir kızı koluna takarak metropolden dönen bir arkadaşımın bizde uyandırdığı o derin ve çözümlenmesi güç hayranlığı hatırlıyorum şimdi” der Fanon. Bir beyaz insanın cinsel ve duygusal ilgisine layık olmak ne büyük şereftir! Bir beyaz kadına “sahip olmak” içinde bulunduğu ezikliklere karşı tam sadra şifadır.

Beyazlaşma süreci
Yasaklar aşıldı, kapılar açıldı, makamlar yükseldi.

Hem, “bütçe tamam; orduya selam” günleri de geçmiştir artık.
Ama “yüzüstü çok sürünenler” artık sırtüstü sefa sürse de, zencilik hali öyle üstüne sünger çekince silinmiş gibi değildir.

Dindar kesimin elitleri arasında; kendi düşüncesinden olan insanlara değer vermeme, hep merkez medyadan ve “beyaz Türkler”den olumlanmayı bekleme gibi haller, “bizden adam olmaz/çıkmaz” psikozunun yansımalarıdır. Bu bağlamda; eşinin başörtüsünden utanma; mümkünse seküler dünyadan başı açık, her cemiyete “çekinmeden” yanında götürebileceği birisini tercih etme; daha da mümkünse bir Amerikalı ya da Rus’la evlenip birkaç sınıf birden atlama, bu anlayış içinde “evla” görülür.

Aşağılık kompleksinin en somut özelliği olan kendinden nefret etme(self-hatred), II. Dünya Savaşı öncesi Yahudilerde de yaygındı ve hatta onları antisemitizme ve Nazi saflarına itmişti. Günümüzün İslami kesimlerinde de yaygın olan bu iç-nefret duygusu, farklı şekillerde kendini gösteriyor. Kendi camiasından insanları ve aslında kendi değerlerini sürekli bir “köylülük”le özdeşleştirme çabası ve kendi değer yargılarından ve çevresinden utanma duygusu bunun bir örneğidir. Merkez Bankası Başkanı’na ait evin kapısının önündeki ayakkabıları diline dolayan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belleten bir yol gösterici olsa da olur olmasa da; esas olan özdeki yol göstericilerdir.

“Dindarım ama entelektüelim de” düşüncesi içinde ve buradaki “ama”nın yansıttığı yargılardan bir türlü sıyrılamayarak kendini ispat ve bazen yaranma gayreti yoğundur. Dine, demokrasi ve insan hakları gibi Batı kökenli kavramlar üzerinden değer biçme, “İslam’da da demokrasi vardır” gibi özürsemeci (apologetic) söylemler, dinin önemini ispat adına bir zamanlar Bergson’a, sonra Weber’e referanslar, şimdilerde de liberal demokrasi kavramı içinde yer bulmalar aynı hiyerarşik kategorilerin ürünüdür.

Tasavvuf iyidir hoştur, ama poptan da anlamalıdır cazdan da. “Öz yurdunda garipsin; öz vatanında parya” denilip coşulan günlerle birlikte Necip Fazıl da artık gerilerde kalmıştır, mümkünse birkaç yabancı şair ya da yazarı favori belirlemelidir. Başörtüsü, neredeyse siyah insanın derisi gibi çıkmayacağına göre, modanın renkleri takip edilerek, takıp takıştırarak fark telafi edilmelidir. Motivasyonu ne olursa olsun, başlangıç noktasından çok farklı bir yerlerde belki de vaktiyle dedikleri gibi “melez desenler” oluşmaktadır.

İktidar olmak ya da olamamak
İronik olan, dindar kesimin söylemde bir yandan Beyaz Türkler’i hedef tahtasına koyup onları bu milletten olmamakla, halka yabancı olmakla ve üstten bakmakla suçlar ve dışlarken, diğer yandan beyazlaşmaya ve sınıf atlamaya gösterdiği özendir. Kısacası, dindar kesimin kendi olmakla ilgili sorunu vardır ve esas olarak “normalleşme”nin aranması gereken yer de burasıdır.

İslami kesimde eziklik hissi, şimdinin hikâyesi değil. On yıllardır okutulan ders kitaplarından Şaban filmlerindeki yobaz imamlara ve sinsi hacı amcalara kadar sıralanabilecek pek çok etkenin çorbada tuzu var. Bununla birlikte, zamane dindarları arasındaki bu ruh halinde, en çok 28 Şubat sürecinin taze izleri öne çıkıyor.

İktidar olmakla muktedir olmak arasındaki ayrım yapılırken, Türkiye’de yürütme erkinin nasıl siyasi ve yasal engellerle kısıtlandığı üzerinde durulur. Oysa gerçek iktidar, bilinç düzeyindeki iktidardır. Bu anlamda, 28 Şubat darbesinin esas başarısı, sadece baskı ve yasaklarla değil, -küreselleşmenin ve popüler kültürün rüzgârını da arkasına alarak- rıza üreterek ilerlemesidir ve bu anlamda, 28 Şubat ruhu hala iktidardadır.

Bir başka açıdan 28 Şubat... / Hüseyin Gülerce

28 Şubat deyip duruyoruz. Bugünkü gençler için bir özet gerekiyor.


1990'a gelindiğinde, 12 Eylül darbesinin üzerinden on yıl geçtiği halde cuntacılar hâlâ darbe yapamamıştı. Gelenek, on yılda bir darbe ile Meclis'e, hükümete el koymaktı. Evet, on yıl geçmiş ama darbe yapılamıyordu. İhtiyaç belliydi. Her darbeden önce bir kaos ortamı hazırlanıyor, darbe zemini oluşturuluyordu. Bu defa terör ve irtica tehdidi, birlikte gündeme getirilecekti.

12 Eylül'den sonra kontrole alınan PKK marifetiyle 1990'ların başında terör azdırıldı. Buradan yılların biriktirdiği Kürt Meselesi alevlendi. Bir Türk-Kürt iç savaşı tehlikesi; komşu ülkelerin ve Türkiye'nin büyümesinden rahatsız olan güçlerin yakın ilgi alanına girdi. Asker içinde tehlikenin farkında olan, cuntacılardan uzak duran insanlar vardı. Bunlar Kürt Meselesi'nin barış yoluyla, kardeşlik esasıyla çözümünden yanaydılar. 1991-1995 arasındaki şüpheli subay ve general ölümlerini bir de bu açıdan değerlendirmeli.

Söz konusu ölümlerin arasında şunlar var: Jandarma Korgeneral Hulusi Sayın, devletin Kürt politikasını sert bir dille eleştiren komutanların başında geliyordu. 30 Ocak 1991 tarihinde kurşunlanarak öldürüldü, suikastı taşeron terör örgütü Dev-Sol üstlendi. PKK'yla mücadele konusunda dönemin yöneticileriyle ters düştüğü bilinen Jandarma Korgeneral İsmail Selen, emekli olduktan sonra, 23 Mayıs 1991'de öldürüldü. En önemlisi, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis,17 Şubat 1993'te, şüpheli bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Sonraki aylarda, kendisiyle birlikte çalıştığı yedi üst rütbeli subay da öldürüldü. Terör ve Kürt Meselesi'nde inisiyatif artık vesayetçilerin kontrolüne geçmişti.

28 Şubat'a gelene kadar, yani kurt kuzuyu yemeye kararlı ya, on yılda bir darbe yapılacak ya, "bölücü terör" tehlikesi ile birlikte darbe ortamını koyulaştırma adına "irtica" tehlikesi için de düğmeye basılmıştı. Bunun için bir laik-dindar kutuplaşması gerekiyordu. Laik kesim iyice ürkütülmeli, korkutulmalıydı. Bunun için önce 1990'da, bir yıl içinde yapılanları sıralayalım:

5 Ocak 1990'da Hava Kuvvetleri'ne bağlı 15 subay-astsubay, "irticai faaliyetler" sebebiyle ordudan uzaklaştırıldı. 31 Ocak'ta Türk Hukuk Kurumu Başkanı Muammer Aksoy, suikast sonucu hayatını kaybetti. 7 Mart'ta Hürriyet Gazetesi yazarı Çetin Emeç silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Yazar Turan Dursun 4 Eylül'de, SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok 6 Ekim'de katledildi.

24 Ocak 1993'te Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu, arabasına konulan bomba ile öldürüldü. 2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Madımak Otel'i emniyet güçlerinin ve jandarma birliğinin gözü önünde ateşe verildi. Katliamda 37 kişi can verdi. Üç gün sonra 5 Temmuz 1993'te, Erzincan'ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde 33 vatandaşımız kurşuna dizildi. 12 Mart-15 Mart 1995'te İstanbul'da Gazi Mahallesi'nde çok açık provokasyonlar sonucu 17 kişi hayatını kaybetti.

Kısacası, 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısına kadar "post modern darbe" için her şey hazırdı. Aczimendiler, Müslüm Gündüzler, Ali Kalkancılar, Fadime Şahinler, Sisi'ler; psikolojik harbin her türlüsünü bilen cuntacılar için sıradan elemanlardı. "Demokrasiye balans ayarı" diyerek kurt, kuzuyu yedi. 28 Şubat 1997'deki Milli Güvenlik Kurulu'ndaki kararlarla, Refahyol iktidarı bitirildi. Sonra da Refah Partisi kapatıldı.

28 Şubat, bu ülkede aslında kendisine "laik kesim", "ulusalcı" diyenlerin yüz karasıdır. Cuntacılar tamam, darbe hastasıydılar. Ama onlara destek veren, onur ve demokrasi sınavında yerlerde sürünen siyasetçilere, medya mensuplarına, rant derdine düşen büyük sermayeye, üniversite rektörlerine, YÖK başkanlarına, Genelkurmay Karargâhı'nda ayakta alkış tutan yüksek yargı mensuplarına, sözüm ona sivil toplum kuruluşlarına, barolara, sessiz kalıp darbecileri cesaretlendirenlere, destek verenlere ne demeli?

Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel'e bir şey demiyorum...

GENERAL LOJMANLARINA SORUŞTURMA BAŞLATILDI

fenerbahçe orduevi, yolsuzluk, ilker başbuğ, yaşar büyükanıt, soruşturma

Fenerbahçe Orduevi içinde generallere tahsis edilmek üzere 2004'te inşaatına başlatılan lojmanlar için yolsuzluk soruşturması başlatıldı.
Askeri savcılığın, Fenerbahçe Orduevi içinde generallare tahsis edilmek üzere inşaatına 2004’ te başlanan lojmanlar için “yolsuzluk” soruşturması yürüttüğü ortaya çıktı. Milli Savunma Bakanlığı, dün bir açıklama yaparak, ikisi emekli orgeneraller Yaşar Büyükanıt ile İlker Başbuğ’a tahsis edilen lojmanlarla ilgili askeri savcılıkça yolsuzluk soruşturması yürütüldüğünü açıkladı.

Soruşturmanın, 31 Ocak’ta Fenerbahçe Orduevi’nin bahçesinde intihar eden Yarbay Aşkın Öğreten’in intiharından önce Fenerbahçe Orduevi’ndeki görevlilere ilişkin yolsuzluk ihbarı üzerine başlatıldığı açıklandı. Öğreten’in askeri savcılığa gönderdiği ihbar mektubunda, 2004’ten bu yana 1. Ordu bünyesinde görev yapan İstanbul İnşaat Emlak Bölge Başkanı Albay Ş.T. ve 1. Ordu Kurmay Başkanı Tümgeneral M. Y. ile ilgili suçlamalarda bulunduğu belirtildi.

Gizli belgeleriyle 28 Şubat - 8


Gizli belgeleriyle 28 Şubat - 8

28 Şubat’ta ‘MGK kararları’ olarak kamuoyuna yansıyan 406 sayılı kararda, hükümetten Erbakan’ın ve Çiller’in, MGK üyesi bakanların imzası vardı. Ek-18 olarak bilinen MGK kararlarının eki olarak anılan kararlarda refahyol hükümetinden 18 talepte bulunuldu

ABDULLAH KILIÇ / GAZETE HABERTÜRK

28 Haziran 1996’da kurulan Refahyol hükümeti 8 Temmuz’da güvenoyu aldı. Başbakan Necmettin Erbakan, Başbakan Yardımcısıda Tansu Çiller oldu. 28 Şubat 1997’de MGK’da alınan kararlar sonucunda 17 Haziran 1997’de hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Postmodern darbe olarak adlandırılan bu süreç sonrasında önce RP, sonra da onun devamı olarak kurulan Fazilet Partisi kapatıldı. Peki 28 Şubat’taki MGK’da ne kararlar alınmıştı? Bu kararlara Başbakan Erbakan imza atmış mıydı? Bu konuda çeşitli rivayetler mevcut. Erbakan’ın Ek-18 olarak bilenen MGK kararlarının eki olarak anılan kararlarda imzası yok. Ancak MGK kararı olarak kamuoyuna yansıyan 406 sayılı kararda hükümetten Erbakan’ın ve Çiller’in, MGK üyesi bakanların imzası bulunuyor. Bu kararlar aslında Ek-18 maddenin özeti gibi ve en az ek maddeler kadar ağır. İşte MGK’nın 18 kararının özeti:

28 ŞUBAT MGK KARARLARI
- Laiklik ilkesi hassasiyetle korunmalı, bunun için mevcut yasalar uygulanmalı, yasalar yetersizse yeni düzenlemeler yapılmalıdır: Türk Ceza Kanunu’nun 312/2, Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. ve 8. maddelerinin uygulanması için ilgililer uyarılmalıdır.
- Tarikatlarla bağlantılı özel, yurt, vakıf ve okullar denetim altına alınmalı ve MEB’e devri sağlanmalıdır: Denetim konusunda MEB uyarılmalı, bunların MEB’e devri için gerektiğinde kamulaştırma yoluna gidilmelidir.
- a)8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta uygulanmalıdır.
- b)Kuran kursları MEB sorumluluğu ve kontrolünde olmalıdır.
- Aydın din adamı yetiştirecek Milli Eğitim kuruluşları ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. Bu okulların açılması ihtiyaçla sınırlandırılmalıdır. - Yapılan dini tesisler siyasi istismar konusu yapılmamalıdır.
- Tarikatların faaliyetlerine son verilmelidir: 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyelerin açılması yasaklanmıştır. Bu kanunun uygulanması için ilgililer uyarılmalıdır.
- Medyanın TSK aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır. TSK’nn manevi şahsiyetini alenen tahkir ve tezyif edenler hakkında yasal işlem yapılması için ilgililer uyarılmalıdır.
- TSK’yla ilişiği kesilen personelin kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamına imkân verilmemelidir.
- Aşırı dinci kesimlerin kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite, eğitim kurumları, bürokrasi ve yargı kuruluşlarına sızması önlenmelidir. - İran’a karşı komşuluk münasebetleri ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konmalıdır.
- Aşırı dinci kesimin toplumda kutuplaşmalara yol açacak faaliyetleri yasal ve idari yollarla önlenmelidir: Aşırı dinci kesimin faaliyetleri, Türk Ceza Kanunu ile Terörle Mücadele Kanunu hükümleri göz önünde bulundurularak takip edilmeli, önlenmesi için ilgililer uyarılmalıdır. - Yasalara aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında yasal ve idari işlemler en kısa zamanda sonuçlandırılmalıdır. - Kıyafet Kanunu’na aykırı uygulamalar önlenmelidir.
- Silah ruhsat işlemleri yeniden düzenlenerek kısıtlama getirilmeli ve pompalı tüfek talepleri değerlendirilmelidir.
- Kurban derileri kanunda belirtilen kuruluşlarca toplanmalıdır.
- Özel üniformalı korumalar hakkında yasal işlemler sonuçlandırılmalı, bütün özel korumalar kaldırılmalıdır.
- Ülke sorunlarının çözümünü ümmet kavramı ile sonuçlandırmayı amaçlayan girişimler önlenmelidir: İlgililer uyarılmalıdır.
- Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun’un istismar edilmesine fırsat verilmemelidir: 5816 sayılı kanunun, tüm yurtta taviz verilmeden uygulanması için ilgililer uyarılmalıdır.



REFAHYOL'UN SONUNU GETİREN YAZI
Cumhurbaşkanlığı Hukuk İşleri, Kanun ve Kararlar Başkanı Kemalettin Alikaşifoğlu’nun 20 Mayıs 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e ‘arz ettiği’ yazı, daha doğrusu Erbakan hükümetine ültimatom niteliğindeki rapor, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Cumhuriyet’i Koruma ve Kollama Görevi” başlığını taşıyor. Kısa bir girişten sonra 04.01.1961 tarih ve 211 sayılı TSK İç Hizmetler Kanunu’nun 35’inci maddesine atıf yapıyor: “TSK’nın vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.”

12 Eylül 1980 darbesinde aynı madde ile devrilen Demirel’e, 17 yıl sonra bu kez mevcut hükümetin iktidardan uzaklaştırılması için öneride bulunuluyordu. 35’inci maddenin haricinde aynı raporda 1’inci, 37’nci, 85’inci ve 86’ncı maddeler hatırlatılıyordu. Demirel de bu hukuki görüşten güç alarak Erbakan’a bir an önce istifa etmesi, yoksa işlerin daha da tehlikeli olabileceğini şifahi olarak iletti. Bu yazıdan sonra refahyol hükümeti 17 Haziran 1997’de istifa etmek zorunda kaldı.



"CUMHURİYET'İ KORUMA VE KOLLAMA GÖREVİ"
- Yüksek malumları olduğu üzere 04.01.1961 tarih ve 211 sayılı “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu”nun 2’nci maddesinde ‘askerlik’ kavramı; “Türk vatanını, istiklal ve Cumhuriyet’ini korumak için harp sanatını öğrenmek ve yapmak mükellefiyetidir. Bu mükellefiyet özel kanunlarla vaz’olunur” eklinde tarif edildikten sonra, aynı kanunun 35’inci maddesinde; “Silahlı Kuvvetler’in vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” hükmüne yer verilmiştir.
- Yine 37’nci maddede Silahlı Kuvvetler’e katılan her askere, “ant içme” zorunluluğu getirilmiştir: “Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde milletime ve Cumhuriyetim’e doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara itaat edeceğime ve askerliğin namusunu, Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, Cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine ant içerim.”
- “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yönetmeliği”nin ‘disiplin’le ilgili 1’inci maddesinde; “yurt ve milletin saadet ve selametini ve istiklalini temin etmek ve Cumhuriyet’i korumanın ancak disiplini mükemmel olan Silahlı Kuvvetler’le kabil olacağı” belirtilmiştir.
- Yönetmeliğin 85’inci maddesi ise “Vazifesi, Türk yurdu ve Cumhuriyet’ini içe ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak olan Silahlı Kuvvetler’de her asker kendine düşeni öğrenmeye ve öğrendiğini öğretmeye ve icabında son kuvvetini sarf ederek yapmaya mecburdur” hükmünü âmirdir. İlgili kanun ve yönetmelik ilişikte sunulmuştur. Saygı ile arz olunur. (Kemalettin Alikaşifoğlu)



DEMİREL'DEN ERBAKAN'A UYARI MEKTUPLARI
Cumhurbaşkanı Demirel, 28 Şubat sürecinde TSK’nın rahatsızlıklarını Başbakan Erbakan’a sürekli iletiyordu. Bunların en önemlisi 4 Şubat 1997’de Erbakan’a yolladığı mektuptu. Mektubun içeriği o dönemde kamuoyunda çokça tartışılan konularla ilgili uyarılar içeriyor.
1. Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ile ilgili bir soruşturma dolayısı ile; “cumhuriyet savcısı”na bilirkişi heyetinin seçiminde baskı yapıldığı,
2. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın irticai faaliyetlerin içinde olduğu,
3. İrticai faaliyetlerinden dolayı askeri şûra kararıyla ordudan çıkarılan subay ve astsubayların belediyelere ve bakanlıklara yerleştirildiği,
4. Atatürk düşmanlığı yapıldığı,
5. Bazı siyasi kişiliği olan konuşmacıların; laiklik, ırk ve dil konularında, ulusal değerleri yıpratmaya gayret sarf ettiği hususlarında şikâyetler intikal etmiştir.

Bu ve benzeri konuların, önemli hassasiyetlere sebep olduğu, huzursuzluk doğurduğu, gerçektir. Gereğini rica ederim. (Süleyman Demirel)

Kıvrıkoğlu'dan Ecevit'e: "28 Şubat daha bitmedi!"


Kıvrıkoğlu'dan Ecevit'e: "28 Şubat daha bitmedi!"

Ecevit başkanlığında kurulan 56’ncı hükümetin ilk günlerinde gerçekleşen MGK toplantısında, koalisyon hükümetinden beklenenler de ifade edildi. HABERTÜRK, bir ilke daha imza atıyor ve dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Ecevit’e irtica eleştirisinde bulunduğu toplantının perdesini aralıyor

ABDULLAH KILIÇ / GAZETE HABERTÜRK

28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) alınan kararların çoğu bugün geride kaldı. Ancak tarihe damgasını vuran bir söz var ki hâlâ hafızalardaki yerini koruyor: “28 Şubat gerekirse bin yıl sürecek.”

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’na atfedilen bu sözü, Kıvrıkoğlu’nun 28 Ocak 1999 tarihindeki MGK toplantısında söylediği rivayet ediliyor. Kıvrıkoğlu’na ait olduğu iddia edilen MGK toplantısındaki konuşma metnine HABERTÜRK ulaştı. Başbakan Bülent Ecevit, 23 Ocak 1999’da Hürriyet’e verdiği röportajda ordu-hükümet ilişkilerini değerlendirirken “28 Şubat sürecinin defteri kapandı’’ diyordu. Bu konuşmadan 5 gün sonra yapılan MGK’da söz alan Kıvrıkoğlu, o tarihi konuşmayı yaptı.

‘BİR-İKİ KONUYA DEĞİNMEK İSTİYORUM’
Kıvrıkoğlu konuşmasına “Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Başbakanımız’ın konuşmalarını dinledik. İzahatlarına teşekkür ederiz. Ben bir-iki konuya değinmek istiyorum burada” diyerek başladı. 28 Şubat’ın niçin yapıldığı, kime karşı yapıldığı sorularını sordu. “Anayasa’nın 3’üncü Maddesi’nde ki temel kuralları aşındırmaya yönelik faaliyetler içerisinde bulunan bir partiye ve onunla işbirliği içerisinde olanlara ve neticede de irticai faaliyetlerin her gün şiddetini artırmasına karşılık olarak laik TC’yi korumak maksadıyla yapılmış bir harekettir. Bunun başka izahı yoktur efendim. Diğerlerinin hepsi safsatadır.”

“28 Şubat’ı TSK yapmamıştır, 28 Şubat kararları TSK tarafından alınmamıştır” diyen Kıvrıkoğlu, “18 karar, MGK’nın aldığı kararlardır. Bunların bir kısmı mevcut kanunların uygulanmasıdır, bir kısmı yeni kanunların çıkarılması maksadına yöneliktir, bir kısmı da uygulamalara yönelik kararlardır. 28 Şubat, bunların uygulanması suretiyle ‘irtica’nın ortadan kaldırılması veya asgariye indirilmesini, etkisinin azaltılmasını hedef almıştır. Esas maksadı budur” şeklinde konuştu.



‘28 ŞUBAT DEFTERİ KAPANMIŞ MIDIR?’
Kıvrıkoğlu, kısa bir izahattan sonra sözü “28 Şubat sürecinin defteri kapandı’’ diyen Ecevit’e getirdi: “Son günler de basınımızda baş köşeyi işgal eden ve Sayın Başbakanımız’ın ifadelerinden mülhem “28 Şubat defteri kapanmıştır’ açıklaması medyada tartışma konusudur.” Bu cümlelerden sonra Kıvrıkoğlu MGK üyelerine şu soruları sordu: “Gerçekten 28 Şubat defteri kapanmış mıdır? Önce şunu ortaya koymak lazım. 28 Şubat kime karşı ve niçin yapılmıştır?” Kıvrıkoğlu şöyle devam etti: “Tabii hepimiz biliyoruz ki Refah Partisi’ne ve irticayı bertaraf etmeye yönelik bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Peki bu konuda sonuca ulaşılmış mıdır?” Kıvrıkoğlu, kendi sorularına yine kendisi cevap vererek konuşmasını sürdürdü: “Hayır. Başarı oranı halen yüzde 20-25’i geçememiştir. MGK’nın 28 Şubat’ta tespit ettiği 18 konunun sadece 4’ü kanunlaşmış, onlar da tam olarak uygulanamamıştır. Evet, 28 Şubat halkı laik Cumhuriyet etrafında birleştirmiştir, fakat gerekli tedbirler tam olarak maalesef alınamamıştır. Bu tür beyanatların, 28 Şubat’ın hedef aldığı şa hıs ve kurumları cesaretlendireceği, kararlarının uygulayıcılarınıysa atalete sevk edeceği endişesini taşıyoruz.”

ECEVİT’E İRTİCA ELEŞTİRİSİ
Kıvrıkoğlu, Ecevit hükümetini 28 Şubat kararlarını uygulamadığı ve irticayla yeterince mücadele etmediği için de eleştiriyordu. “56’ncı hükümetin programına baktığımızda da irtica ile mücadeleye hiç değinilmemesi dikkat çekicidir” diyen Kıvrıkoğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Bu da 28 Şubat karşıtlarını teşvik ederken, 28 Şubat’la ilgili birtakım uygulamaları yapanları da maalesef frenleyebilecek bir durum olarak görülmektedir. Biz irtica konusunda kelimesine dahi rastlayamadık 56’ncı hükümetin programında. Tabii 28 Şubat’ı bir süreç olarak kabul edersek, bu, bu gün 28 Şubat’ta baş lamış bir süreç değildir. Cumhuriyet döneminden beri, irticanın var olduğu dönemden beri olan bir süreçtir, zaman zaman çok güzel uygulanmış, zaman za man bir takım sapmalar olmuş, fakat 28 Şubat’la beraber konu tekrar rayına oturtulmuştur. Ve rayına oturtulan bu sürecin irtica tehlikesi var olduğu sürece devam etmesi şarttır, elzemdir.”



'28 ŞUBAT 10 SENE 100 SENE 500 SENEDİR'
MGK’da irtica ve hükümetin bu konudaki duyarsızlığıyla ilgili genel bir çerçeve çizen Kıvrıkoğlu, sonra o tarihi cümlesini sarf etti: “Bu 10 senedir, 20 senedir, 100 senedir veya 500 senedir. O nedenle 28 Şubat defteri, irtica devam ettikçe asla kapanmamalıdır diye düşünüyoruz. Ayrıca bir önceki MGK toplantısında alınan karar gereği, Başbakanlık uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu’nun görevine kesintisiz olarak devam etmesinde de büyük yarar görüyoruz. İrticayla mücadele için bir Başbakanlık genelgesinin ivedilikle yayınlanması veya 55’inci hükümet döneminde yayınlanan Başbakanlık genelgesinin yürürlükte olduğu ve uygulamaya devam edileceğinin açıklanması, özellikle bunu uygulayacak olan mülki amirler ve diğer bürokratlar nezdinde bir siyasi iradenin varlığını ve desteğini ortaya koyacaktır. Bunların önemine inanıyoruz.”

‘DSP LAİK BİR PARTİDİR’
Kıvrıkoğlu’nun kendisine ve hükümetine ağır eleştiriler getirmesine Başbakan ecevit bozulmuştu. ecevit bu durumu, her zamanki nezaketiyle belli etti. Ecevit’in söylemlerine bozulduğunu gören Kıvrıkoğlu, ortamı yumuşatmaya çalıştı: “Bizim DSP’nin laikliği konusunda herhangi bir tereddüdümüz yok. O konuda yüzde yüz inanıyoruz ki laikliği en iyi koruyacak partilerimizin başında gelir, partilerden biridir. Endişemiz hiçbir zaman hükümetimizde de değil, fakat esas uygulayıcılardadır.” Kıvrıkoğlu, ecevit ve hükümet ile ilgili birkaç övücü söz kullanmaya gayret etti.

'İKTİDAR SİYASİ İRADEYİ ORTAYA KOYMALI'
Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, MGK’da zaman zaman tansiyonun yükselmesine neden olan konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Dolayısıyla valilerimiz, emniyetimiz, bürokratımız hükümetin göstereceği siyasi iradeyi daima arkasında görmek istiyor. Çünkü ileride politikacıların, siyasetçilerin kendilerine değişik bakacağı endişesi içerisinde davranışını evvela bir siyasi iradenin ortaya konması ve bu irade istikametinde, onu arkasına alarak, onu destek yaparak bu işlere başlamayı ve kendini bu suretle daha güçlü gördüğü için; diyoruzki, mutlaka böyle bir siyasi iradenin var olması lazım. Onun için bir genelgenin yayınlanmasına ihtiyaç var veya mevcut genelgenin devam ettiğinin hatırlatılması meselesi var. Ve bir de Başbakanlık uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu, nitekim ANASOL-D döneminde fevkalade güzel çalışmıştır, büyük işler yapmıştır. Aynı kurulun devamının laikliği koruma yönünde büyük bir aşama sağlayacağı inancını taşıyorum. Ben bunu arz etmek istiyorum.”



'FAALİYETLERİN DEVAMLILIĞI ZARURİ'
Kıvrıkoğlu’nun endişeleri bitmiş değildi. Bunun içinde TSK’nın kararlılığını net bir şekilde ifade etmesi gerekiyordu. Öyle de yaptı ve sözlerini şu cümlelerle sürdürdü: “Bugüne kadar bir momentum kazanılmıştır, bir dinamizm ortaya çıkmıştır. Bu dinamizmi biz yeterli görmedik, yaklaşık 1.5-2 yıldır. Ki 28 Şubat 1 ay sonra 2 yılını tamamlayacak. Zaten 30 Haziran’dan itibaren başlamıştır bu işlerin yapılması. 30 Haziran’a kadar da zaman kaybedilmiştir. Yani ANASOL-D hükümeti ile başlamıştır. Dolayısıyla bu başlatılan faaliyetlerin devam ettirilmesi zarureti vardır diye düşünüyoruz. Aksi takdirde, ben bunu ordu komutanlığım zamanında da gördüm, 28 Şubat kararları çıkmıştı, bütün valilerimiz 28 Şubat kararlarında tek bir uygulamaya girmedi. Ne zamana kadar? 1 ay sonra İçişleri Bakanlığı bir genelge yayınladı. Genelgeyi dahi uygulamada tereddüt gösterdiler.”

‘VALİLER CESARETSİZDİ’
Kıvrıkoğlu’nun sitemi sadece ecevit ve hükümetle sınırlı kalmadı. Genelkurmay Başkanı, irticayla mücadelede valilerin tutumunu da eleştiriyordu. Bürokratları ve valileri ‘cesaretsiz’ olmakla suçlayan Kıvrıkoğlu, “Valilere, niye böyle yapıyorsunuz?” diye sorduğumuz zaman, birbirlerini gözlediklerini gördük. Valiler birbirlerini gözlemeye başladılar. Acaba hangi vali bir adım atacak? Onun attığı adıma göre kendileri bir adım atmak gibi bir tutum sergilediler” diyordu.

ŞEMDİNLİ'DE DE ÖRGÜT VAR AMA YOK!


Şemdinli davası sanıklarını hapse mahkum eden mahkeme karar gerekçesinde çarpıcı tespitler yaptı: Ortada örgüt var, ancak...
 
Şemdinli davası sanıkları astsubaylar Ali Kaya, Özcan İldeniz ve PKK itirafçısı Veysel Ateş'i 40 yıl hapse mahkum eden mahkeme karar gerekçesinde çarpıcı tespitler yaptı: Ortada örgüt var, ancak olayın arkasındaki ilişkiler çözülemedi.

Hakkari'nin Şemdinli ilçesinde bir kitabevini bombaladıkları gerekçesiyle sanık astsubaylar Ali Kaya, Özcan İldeniz ve PKK itirafçısı Veysel Ateş'i 40 yıl hapis cezasına çarptıran Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi karar gerekçesini açıkladı. Çarpıcı tespitlere yer verilen kararda, emir komuta zinciri içinde bulunan sanıkların böylesi bir eylemi, tek başlarına planlamaları ve uygulamalarının imkansız olduğuna değinilerek şöyle denilerek "Suçun niteliği itibariyle ülke genelinde ve bölgedeki diğer kamu görevlilerini de kapsayacak ölçüde çok yönlü araştırılması gerekir" denildi. Kararda şu ifadeler kullanıldı: "Yargılama safhasında olayın arkasındaki ilişkilerin çözülmesi mümkün olmamış, soruşturma ve kovuşturma aşamalarındaki bu kişilerin varlığı tespit edilmemiştir. Sanıklar dışında izah edilen örgütü kuran, yöneten, örgüte üye olan ve diğer kişilerin tespit edilip yargı önüne çıkarılmaları görevi, devletin yetkili organlarındadır'

DİNK KARARINI HATIRLATTI
Sanıkların bölgedeki terörün devamlılığına paralel olarak bu hukuk dışı keyfi eylemlerini sürdürme amacında oldukları anlaşıldığı ifade edilerek, 'Terörle mücadele adı altında da olsa açıklandığı gibi hukuk dışı bir örgütlenme evleti, hukuk devleti olmaktan çıkarmaktır' denildi. Kararda, jandarma teşkilatında istihbaratçı astsubay olarak görevli olan sanıkların icra ettikleri görev içinde bulunan astlık ve üstlük ilişkisi, konumları ile iç disiplin karşısında örgüt içinde yalnız olamayacakları belirtildi. Böyle bir eylemi kendilerinden rütbe olarak olarak yüksek olan görevlilerin himayesi ve katılımı olmadan işlemeyecekleri gözetildiğinde sanıkların örgüt kurmak değil, kurulan örgüte üye olmak ve amaçları doğrultusunda faaliyette bulunmak suçunu işledikleri vurgulandı. Genelkurmay eski Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın 'iyi çocuklar' dediği sanıklar hakkındaki gerekçeli karar akıllara Hrant Dink davasında alınan kararı akıllara getirdi. O davada da mahkeme 'suikastin örgütsüz işlenemeyeceğini' bildirmiş ancak örgütü kanıtlayacak delil olmadığını iddia etmişti.

Sarızeybek: PKK'nın kasasını anlattım



Emekli Albay Erdal Sarızeybek, tanık sıfatıyla savcıya verdiği ifadenin ardından konuştu.

Emekli Albay Erdal Sarızeybek, Ergenekon soruşturmasını yürüten Özel Yetkili Savcı Cihan Kansız'a "tanık" sıfatıyla ifade verdi.

PKK'NIN KASASINI ANLATTIM

Milliyet'ten Esra Alus'un haberine göre; Sarızeybek' "PKK'nın finans kaynaklarıyla ilgili bildiklerimi anlattım" dedi. Sarızeybek "Ya Gazi Paşa Duyarsa" isimli kitabında anlattığı olaylarla ilgili bilgi verdiğini belirterek, "Savcı Bey kitabımda yer alan bazı konuları, özellikle de terör örgütü ile ilgili yaptığım araştırmaları sordu" dedi.

500 MİLYON EURO İSVİÇRE'DE

PKK'nın kasasıyla ilgili bildiklerini anlattığını söyleyen Sarızeybek, "Örgütün finans kaynağı ile ilgili olarak bildiklerimi anlattım. Öcalan davasının tutanaklarında yazıyor aslında. Tutanaklarda PKK'nın kasasının İsviçre'de Kürt ve Dayanışma Vakfı'nda olduğu anlatılıyor. Kimsenin dikkatini çekmemiş. Genelkurmay da açıklama yaptı. 'Örgütün 500 milyon euro uyuşturucudan geliri var' dedi. Yaklaşık 1 milyar eurosu burada aklanıyor" şeklinde konuştu.

74 ASKERİN KATİLİ OSMAN ÖCALAN

Sarızeybek ayrıca PKK Abdullah Öcalan'ın kardeşi Osman Öcalan'ın 74 askerin katili olduğunu açıkladığını da kaydetti.

ZEKERİYA ÖZ'E SORMUŞTU

Sarızeybek hakkında 2009 yılında bir gazetede "Ergenekon kasaları" başlığıyla BDDK'nın kendisinin de aralarında bulunduğu 143 kişinin kasası bulunup bulanmadığının bankalara sorulduğuna ilişkin haber yer almıştı. Sarızeybek, kasası olduğuna ilişkin iddiaları sert bir dille yalanlamış ve gazete hakkında dava açmıştı. Bu mahkemeye gelen bir evrakta ise Sarızeybek'in "Ergenekon şüphelisi" olduğu belirtilmişti. Bunun üzerine Sarızeybek, 19 Ekim 2010'da, "Ergenekon" soruştuması kapsamında şüpheli olup olmadığını öğrenmek için soruşturmayı yürüten dönemin özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz ile dönemin İstanbul Cumhuriyet Başsavcıvekili Turan Çolakkadı ile görüşmüştü.

MİT'TEN TSK'YA BAŞKA ERBAKAN'A BAŞKA RAPOR

28 Şubat, darbe, Kemal Alemdaroğlu, İbrahim Keleş, postmodern darbe, Erbakan, Çiller, Yılmaz, İrtica, medya, basın, gazeteci, laiklik, Emniyet, MİT
28 Şubat sürecinde Erbakan'ın yakın kurmaylarından olan eski Trabzon Milletvekili Şeref Malkoç, 'postmodern darbe'nin perde arkasını anlattı.
 
Emniyet kanalıyla cunta faaliyetlerini deşifre eden 'orijinal-ıslak imzalı' bütün belgelerin hükümetin eline geçtiğini belirten Malkoç, suç delillerinin ortaya çıktığını öğrenen cuntacıların paniklediğini söyledi. Malkoç, "RP hedefti ama onun üzerinden toplum ve değerleriyle uğraşıldı. Cuntacılar, dini hayattan silmeye çalıştılar. İstanbul, Anadolu sermayesini yutmaya çalıştı; CHP egemen bürokrasi de Anadolu çocuklarını. Demokrasi askıya alındı." dedi.
Hukukçu Şeref Malkoç, uzun yıllar Erbakan'ın en yakınında bulundu. 28 Şubat'a milletvekili iken bizzat tanıklık etti. Artık HAS Parti'de genel başkan yardımcısı. O süreçte yaşadıklarını anlattı. Malkoç'a göre, 28 Şubat, içerideki Refah Partisi (RP) karşıtlığıyla NATO menfaatlerinin paralelleşmesiydi. Devletin en güçlü organı TSK ile halkın en güçlü siyasi örgütü RP birbiriyle vuruşturuldu. RP hedefti ama onun üzerinden toplum ve değerleriyle uğraşıldı. Cuntacılar, dini hayattan silmeye çalıştılar. İstanbul, Anadolu sermayesini yutmaya çalıştı; CHP egemen bürokrasi de, Anadolu çocuklarını. Demokrasi askıya alındı.

Malkoç, baskı uygulanan siyasetin korkutulduğundan bahsediyor. DYP'lilerin "Asker, kışlalarda misafir edecekleri yerleri bize gösterdi." dediklerini hatırlıyor. "İnsanları parayla ikna ettiler. Milyonlarca dolar döndü. Az alan yakınıyordu. Kimini de tehditle. Basını kullandılar. Ahlaki zaafları olanları daha rahat kafaladılar." diye ekliyor.

28 Şubat MGK'sı öncesi her kurumdan rapor istenir. Erbakan, "Çalışmanızı getirin, bakalım." diyerek MİT Müsteşarı Sönmez Köksal'ı çağırır. "İrticai faaliyetler... İrticai faaliyetleri sürdüren bir parti seçimlerde şu kadar oy aldı, Milli Gençlik..." ifadeleriyle devam eder rapor. Erbakan, "Bu anlattığınız benim, biziz; böyle rapor mu olur? Düzeltin getirin." der. Gerisini Malkoç anlatıyor: "Düzeltilmiş hali MGK'da MİT raporu olarak okunuyor. Asker kanadı şaşkın. 'Bir dakika, bizdeki rapor bu değil, başka' itirazları. Meğer, askere, MİT'e hazırlattıkları o ilk rapor gitmiş."

Erbakan'ın süreçteki tavrı eleştirildi. Malkoç ise buna tam katılmıyor. Cuntanın 'Bunlar kavgayı başlatır, biz ezer geçeriz' hesabından bahsederken günün şartlarında direnç gösterildiğini ileri sürüyor: "Erbakan, kavganın Müslümanlar aleyhine olacağını düşünüyordu. Namlu gösterilince, zamana yayarak anayasal zeminde çözeceğine inandı. Parti liderlerine 'Sadece RP'ye değil, Türk siyasetine yapılmıştır.' dedi. Diğerleri koltuk hesabı yaptı."
14 Haziran'ı 15'ine bağlayan gece, Ankara darbe söylentileriyle sallanıyordu. Erbakan, parti yöneticilerini çağırdı. Herkes, "Darbe yapılacak, nasıl tedbir alacağımızı konuşacağız." diye düşündü. Malkoç, karşılaştıkları manzarayı şöyle anlatıyor: "Gittik, kurmay kadrosu orada. Hoca, D-8 toplantısını planlıyor, bizimle detaylarını konuşacakmış. Telaşı yoktu. Bazı arkadaşlar, 'Hocam, darbe olacağı söyleniyor. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'yı bir arayın.' dediler. Aradı ama Karadayı telefona çıkmadı."
GENELKURMAY'DAN ANAYASA MAHKEMESİ'NE DOSYA
RP hakkındaki kapatma davası sürerken Anayasa Mahkemesi ile parti irtibatını da Malkoç kuruyordu. Mahkeme Başkanı Yekta Güngör Özden, "Hukuka güvenin, delillere bakarak karar veririz." diyordu. Ancak Malkoç, kendisini ziyaretlerinden birinde gördüklerine şaşıracaktı: "O arada Genelkurmay'dan bir dosya geldi. Dava sürecinde bunu istedik. 'Aradık yok, Genelkurmay'a iade ettik.' dediler. Hukukçu muhasebesi yaptı. Kapatma kararını kendi emekliliğinden sonraya bıraktı."
Toplumun uzun süre travmadan kurtulamadığını söyleyen Malkoç, resmin TSK'ya dönük ve kendisini üzen yönünü ise şöyle özetliyor: "Vatandaşta 'Bunlar dine karşıymış' algısı oluşturuldu. Peygamber ocağı ama başörtümüze, Kur'an kursumuza müdahale ediyorlar' yakınmalarına yol açtılar. RP iktidarı kaybetti ama TSK da halkın gözünde yıprandı." Malkoç, benzer hadiselerin yaşanmaması için de şu önerileri sıralıyor: "Türkiye'de eğer siyasiler anayasa dışı faaliyetlere karşı, millet iradesine sahip çıkarsa, yaşanmaz. Anayasa mutlaka değişmeli. YAŞ ve MGK anayasal kurum olmaktan çıkarılmalı. Askerî lise ve okulların müfredatları uluslararası hukuk ve demokrasiye uyumlu hale getirilmeli."

Büyükanıt cuma günü mahkemede olacak


Büyükanıt cuma günü mahkemede olacak

Balyoz davasında tanık olarak mahkemeye çağrılan eski Genelkurmay Başkanı, konuyla ilgili basında çıkan haberlere tepki göstererek cuma günü mahkemede olacağını açıkladı.






Balyoz davasına bakan İstanbul Özel Yetkili 10. Ağır Ceza Mahkemesi, eski Genelkurmay başkanları Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ ile Jandarma Genel Komutanı Bekir Kalyoncu’nun tanık olarak dinlenmesine karar vermişti. Mahkemenin duruşmada hazır olmalarına ilişkin müzekkere düzenlediği isimler arasında halen görevde olan tek isim Bekir Kalyoncu iken, basında, Büyükanıt’ın adresinin polis tarafından bulunacağına ilişkin haberler yer almıştı. Büyükanıt'ın konuyla ilgili kendisini aradığını duyuran Milliyet gazetesi yazarı Fikret Bila, köşesinde şunları aktardı:

Yaşar Büyükanıt, dün arayarak, haberlerin özellikle yanlış anlamalara yol açacak bir üslupla kaleme alındığını belirterek, şu tepkiyi verdi:

“Haberler öyle bir sunulmuş ki, sanki, ben kimliği ve adresi bilinmeyen biriymişim veya kaçınıyormuşum gibi. Haberler; adresim polis tarafından belirlenecekmiş, sanki polis marifetiyle götürülecekmişim gibi yorumlanabilecek şekilde yazılmış.”

Büyükanıt, usulü bilmeyen vatandaşların bu haberleri yanlış anlayabileceklerini belirterek, şöyle devam etti:

“Vatandaş usul hukukunu bilmez. Zannedebilir ki, polis gelecek, beni zorla götürecek veya kelepçe takıp götürecek. Böyle bir şey yok! Haberlerin böyle yazılması ve sunulması beni üzdü tabii ki!”

Büyükanıt, mahkemenin kararıyla ilgili olarak şu bilgiyi verdi:

“Mahkeme, benim de tanık olarak dinlenmeme karar verdi. Sadece benim değil başkalarının dinlenmesine de karar verdi. Karar gereği de müzekkere düzenledi. Normal prosedür böyle zaten. Bana şu ana kadar yazılı olarak bir tebligat gelmedi. Ancak dün bir polis memuru telefon etti ve tanık olarak dinleneceğim mahkemenin, cuma günü sabah saat 09.30’da olacağı bilgisini verdi. Böylece bilgi sahibi oldum.

Cuma günü saat 09.30’da mahkemeye gideceğim. Hukuki prosedür böyle. Ama bunu başka anlamlar çıkarmaya müsait bir üslupla haber yaparsanız, vatandaş yanlış anlar. Bu da beni üzer. Haberlerin, adresimin polis tarafından bulunacağı veya sanki polis tarafından götürülecekmişim gibi bir havada verilmesi elbette rahatsız edici. Böyle bir durum söz konusu değil, zaten olamaz da." (Milliyet)

İŞTE POSTMODERN DARBENİN BİLANÇOSU

28 Şubat, darbe, Kemal Alemdaroğlu, İbrahim Keleş, postmodern darbe, Erbakan, Çiller, Yılmaz, İrtica, medya, basın, gazeteci, laiklik, Şevket Kazan
28 Şubat’ın Adalet Bakanı Şevket Kazan'dan o döneme dair dikkat çeken detaylar...
 
28 Şubat’ın Adalet Bakanı Şevket Kazan anlatıyor: Hediye vermek için Genelkurmay’a gitmiştim. Karadayı beni oval ofise çağırdı. ‘Sabahları bu camın önüne oturup Meclis’i izliyorum, başörtülü ve sakallılar geliyor’ dedi.

Şevket Kazan... Dönemin Adalet Bakanı ve Milli Görüş’ün kurmay isimlerinden, şimdi ise Saadet Partisi’nde Genel Başkan danışmanı. Kazan, 28 Şubat’ı soruşturan Yetkili Savcı’ya yardımcı olabilecek malzemeleri vereceğini söylüyor.

28 Şubat MGK sonrası kendi aranızdaki toplantıda ne konuştunuz?
Hoca geldi, ‘Tüm partileri ziyaret edip, durumu anlatacağız, demokrasi için tüm partilere ortak metin hazırlamayı teklif edeceğiz’ dedi. Mesut Yılmaz’a gittik, ‘arabayı devirdikten sonra mı geldiniz’ dedi, kaba adamın biri. Baykal’a gittik aynı muamele, DSP’de aynı tarz. Hiçbirisi öyle bir bildiriye taraftar olmadı. Halbu ki bizi yalnız bırakmasalardı darbe olmayacaktı. Buna rağmen o 18 maddenin bir tanesini bize uygulatabildiler mi?

Sivil toplum örgütlerini makamınızdan kovmanız ve Sincan Belediye Başkanı’na bağırmanız da var. Ama aynı tavrı askere göstermediğiniz yorumları yapıldı. Ne dersiniz?
28 Şubat’tan önceydi, mahkumlar cezaevinde güzel tablolar yapmıştı. 3 tanesini aldım, birisini, Erbakan Hoca’ya bisini Çiller’e birisini de Genelkurmay Başkanı Hakkı Karadayı’ya vermek için Genelkurmay’a götürdüğümde, müsteşarla beraberdik, Karadayı, ‘Sayın Kazan özel görüşebilir miyiz?’ dedi. ‘Dikmen tarafındaki Meclis kapısına bakan yuvarlak bir oda var Genelkurmay’da. Oraya girdik. Dedi ki; “Biz askser kişiler için rejim önemli. Ben buraya sabahları oturuyorum, Meclis’in Dikmen kapısına bakıyorum sarıklılar, cüppelilir, çarşaflılar giriyor. Nasıl oluyor, niye önlem alınmıyor?’ dedi. ‘Açık konuşmanızdan ötürü teşekkür ediyorm. Ben bu kapıdan günde 3-4 kez girer çıkarım. Ama sizin gördüğünüz manzarayı ben görmedim’ dedim.‘Yine de takip edeceğim’ dedim.

Orada, ‘Senin işin Melis’i gözetlemek midir General?’ neden demediniz?
Tatlı sert.. Benim yaptığım gibi. Bak Aczimendileri ne yaptım ben, Ankara’ya geldiler, Kocatepe’de gösteri yaptılar, hemen DGM savcılığına ‘bunları alın’ dedim.

O dönemde Karargah’ta verilen brifing için bir işlem yaptınız mı?
Baktım gazete ilanı, Genelkurmay’da brifing..  Çağırdım Ankara savcısını.. ‘İzin aldın mı?’ dedim. ‘Gideceğiz’ dedi. ‘Kim giderse işlem yaparım’ dedim. Gidenler tespit edilirken, Yargıtay hakimleri bir gün sonra gitmişler. HSYK üyleri de gitmiş.. Bu durumda disiplin soruşturmasını kime vereceksiniz.. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkan ve üyeleri.. Herkes gitmiş.. Birifing açılış konuşmasını Çetin Doğan yapmış.

O resmin ardında Çetin Doğan vardı
“O dönemde Genelkurmay’da Harekat Dairesi Başkanıydı Çetin Doğan, Atatürk Bulvarı’ndaki yürüyüşleri organize ediyordu. Eylem yapanları Genelkurmay’a çağırıp ‘hadi aslanlarım, hadi kaplanlarım’ diyordu. Arka çıkıyordu, teşvik ediyordu laik görünümlü eylemleri.

Örnek verecek olursanız..?
Tabii. Mesela, o tarihte bir kız vardı ABD’den gelmiş, bir yürüyüşün önünde Atatürk resmiyle duruyordu. O eylemde bulunanlar temsil heyetiyle birlikte Genelkurmay’a gitmişler, orada da teşvik etmişler.. Baykal da tebrik etmişti. Araştırıldı özel olarak ABD’den getirilmişti. Alt yapı başlamış meğer.

TSK ATATÜRKÇÜ GÜÇLERE DESTEK VERİYOR

Şevket Kazan’ın açıklamalarını Genelkurmay Karargahı’ndaki birifing belgeleri doğruluyor. Belgelerde, ‘Batı Kriz Masası’nın yanı sıra irticai faaliyetlere karşı teknik çalışmayı sağlayacak ‘Batı Çalışma Grubu’ adıyla ayrı bir birim teşkil edildiği belirtiliyor, Genelkurmay Hareket Başkanlığı sorumluluğunda faaliyet gösteren bu birimin amaçları şöyle anlatılıyor;  “Türk Silahlı Kuvvetleri fazla öne çıkmadan, günlük siyasi mücadelenin içerisinde görünmeden Atatürkçü dinamik güçlere gereken desteği vermektedir.”
28 Şubat için bizi bahane edenlere sadece gülüyorum
Şevki Yılmaz. Refah’tan önce Rize Belediye Başkanlığı, ardından milletvekilliği yaptı. Ekranlarda gösterilen olay kasetlerin tamamına yakını milletvekilliğinden önceydi. Kasetler yankı uyandırdı. Kimilerine göre sürecin yaşanmasında o kasetlerin de payı vardı. Şevki Yılmaz ise bu suçlamayı hakaret sayıyor.. İşte açıklamaları.

Şevki Yılmaz Belediye Başkanlığı, milletvekilliği yaptı, şimdi ne yapıyor?
Yeniden Büyük Türkiye’nin inşaası adına şart olan yeni nesillerimizin yetiştirilmesi için uğraşıyoruz. Nadide Turizm organizesinde umre seyahatlerine dostlarımızla katılıyoruz. Sohbetlerimiz bugün de devam ediyor.

Neden sert konuşmalar yaptınız?
Yıllarca Milletimiz yanlış arabalarla siyaset yolculuğunu tercih etmişti. Bindikleri otobüslerinin camları ses geçirmez şekildeydi. Biz de ‘inin aşağı, bindiğiniz bu otobüsler sizi yanlış istikamete götürüyorlar’ diyerek sesimizi duyurabilmek için hakkı, güçlü şekilde haykırdık. 12 Eylül 1980’de Şevki Yılmaz, Hasan Hüseyin Ceylan, Halil İbrahim Çelik yoktu. Darbe neden olmuştu? 12 Mart’ta Şevki Yılmaz 16 yaşındaydı. Evet, bu konuşmalar olmasaydı seyirci tribünden maç seyretmeye devam edecekti. Biz uyuyan seyirciyi sahaya indirdik. Ama bu hareketteki “Onlar olmasaydı 28 Şubat olmazdı” sözüne son derece üzülüyorum. Bunu hakaret kabul ediyorum.Bu kasetlerle iktidara gelindi deniyor, bu kasetlerle yıkıldı deniyor. İkisinden de şeref duyuyorum. Kasetlerimin de arkasındayım. Siyasetten ayrılmadık ki dönelim. Koltukları boşadık. Ama tilkilerin iktidar sahasına yaklaştığını görürsek yine ineriz meydanlara. Dinini ve milletini seven bir müslüman siyasetten uzak olamaz.
POSTMODERN DARBENİN BİLANÇOSU
-RefahYol hükümeti düşürüldü.
-8 yıllık kesintisiz eğitimle İHL’lerin orta kesimleri kapatıldı, üniversiteye yönelik sınırlamalarla lise kısımları işlevsiz hale getirildi.
-Kamu kurum ve kuruluşlarında, üniversitelerde, imam hatiplerde başörtüsü tamamen yasaklandı.
-Kur’an kursları yasal düzenlemelerle kapanma noktasına geldi.
-Devlet kadrolarında dindar memurlar tasviye edildi.
-Refah Partisi kapatıldı.
-Parti yöneticileri, Refahlı belediye başkanları yargılandı, tutuklandı, siyaset yapmaları yasaklandı.
-Vakıf ve dernekler üzerinde baskı kuruldu, yöneticileri kovuşturuldu.
-Anadolu sermayesinin önü kesildi.
-Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarıyla ailesi dindar, eşi basörtülü olan, içkili toplantılara katılmayan 1300 dolayında subay ihrac edildi.
-Çok sayıda insan, yazarlar gazeteciler de dahil gözaltına alındı, işkence ve tutuklamalar oldu.
-Yasalar geriye doğru işletilerek, El Ezher başta olmak üzere İslami referanslı üniversitelerin denkliği iptal edildi. Prof’lar lise mezunu yapıldı.

ENGİN ALAN'IN 28 ŞUBAT İCRAATLARI?

engin alan, 28 şubat, kışla, tsk, genelkurmay,

28 Şubat soruşturmasına giren deliller arasındaki belgede, ‘Eşi başörtülü olan personelin, sağlık hizmeti de dahil her türlü haktan men edildiği’ belirtiliyor.
 
28 Şubat soruşturmasına giren delillerde çarpıcı ayrıntılar ortaya çıktı. Ergenekon davası sanığı Engin Alan’nın 28 Şubat sürecinde aktif rol aldığı ve o dönem cemaatleri takip ettiği ortaya çıktı.

36 televizyon kanalından 26’sının mercek altına alındığı 28 Şubat’ta bu televizyonlarla ilgili İçişleri Bakanlığı’na yazı gönderilerek gereğinin yapılması talimatı veriliyor. Dindar personeli dinletme talimatının da yer aldığı belgelerde bu kişilere uygulanacak davranışlar sıralanıyor.

Sağlık hizmeti bile yasaklanıyor
28 Şubat postmodern darbesine yönelik soruşturmayı yürüten Savcı Mustafa Bilgili’ye ulaştırılan bilgiler arasında çarpıcı detaylar da var. Has Parti’nin ulaştırdığı deliller arasında Genelkurmay Başkanlığı Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan çıkan ‘kişiye özel’ belgede fişleme çalışmalarının boyutunu gözler önüne serdi. Hava Tümgeneral İstihbarat Başkanı Yücel Özsır’ın ıslak imzalı belgesine göre dindar personelin ev ve iş telefonları yasalara ve yönergelere göre MİT bölge Temsilciliklerine ve Mahalli emniyet makamlarına dinletileceği ifade ediliyor. Bu personele düşük sicil verileceği eşleri ve çocukların giyinişlerine dikkat edilerek gerekli uyarının yapılacağı ifade edilirken yönergelere uygun fotoğraf çektirmeyen personelin eş ve çocuklarına askeri kimlik kartı ve sağlık fişi verilmeyeceği belirtiliyor. Çağdaş olmayan personelin askeri tesislerden yararlanmaması istenirken bu durumun müdürlüklere bildirileceği ifade ediliyor.

MHP’li Alan cemaat avında
MHP’nin Ergenekon davası sanığı emekli asker Engin Alan’ın da 28 Şubat sürecinde aktif rol aldığı belgelere yansıdı. Haziran 1997’de Dışişleri Bakanlığı’na yazılan “Milli Görüş Teşkilatı” konulu yazıda Genelkurmay 2.Başkanı Çevik Bir’in yanı sıra Harekat Başkanı Tüm.E.Alan, Psk.Hrk.D.Başkan vekili Alb.T.Koyuncu, Cari İşl.Ş.Md Alb.M.Uçar’ın da isimleri yer aldı.  “Güvenilir bir kaynaktan alınan duyuma göre” diye başlayan yazıda Almanya’da faaliyet gösteren Milli Görüş Teşkilatı ile ilgili Dışişleri Bakanlığı uyarılıyor. Yazıda, Milli Görüş Teşkilatının adını “İslam Toplumu Milli Görüş Teşkilatı” olarak değiştirmeye çalıştığı ifade edilerek, Alman hükümetinin din hizmetleri için Türkler’den aldığı verginin yüzde 4’ünden bu teşkilatın pay almaması için tedbir alınması isteniyor.

Yerel TV’ler de fişlenmiş
Genelkurmay Başkanlığı’ndan İçişleri Bankalığına gönderilen bir başka uyarı yazısında da birçok televizyonların fişlendiği görülüyor. Korgeneral İstihbarat Başkanı Çetin Saner ıslak imzalı belgeye göre 26 yerel televizyon hakkında ekte sunulan bilgiler ışığında araştırma yapılarak gerekli işlemin yapılması isteniyor.  Aynı zamanda bu televizyonun haber programlarının yanı sıra dini ağırlıklı ve RP çizgisinde yayın yaptığı ifade edildi. Kişiye özel fişlemelerin yer aldığı belgeler arasında Emekli Tümamiral Gökmen Keçeci’nin Deniz Kuvvetlerinde görev yaptığı süre zarfında dini vecibelerini yerine getiren bir kişi olduğu ifade ediliyor.

120229-014139-p10.jpg

TSK'DAN DEMİREL'E MERVE KAVAKÇI EMRİ


Beyaz TV'de yayınlanan Acı Kahve programına katılan eski milletvekili Merve Kavakçı İslam yemin töreninde yaşadıklarını anlattı.
Programın moderatörlerinden Sevilay Yükselir, eski milletvekili Merve Kavakçı'ya "Hem Recai Kutan hem de Masum Türker diyorlarki biz aslında Merve Kavakçı'nın meclise getiriliş saatinde anlaşmıştık ve herşey tamamdı. Geliş saati değişince ister istemez bir gümbürtü koptu mecliste. Sizce gerçekten bir anlaşma var mıydı?" sorusunu yöneltti.
O ZİHNİYET SORGULANMALIDIR
Söylenenlerin biraz ilginç olduğunu ifade eden Kavakçı; Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Söylediklerinizde ilginç gelen diğer milletvekillerinin hakkına sahip olan ve hukuk çerçevesinde seçilen bir insan yemin edemiyor.  Sayın Türker'in söylediği aslında Kemalizmin geldiği noktadır. Öncelikle o gece beni oraya gelmeye mecbur bırakan zihniyeti sorgulamalyız.
RECAİ KUTAN YANLIŞ HATIRLIYOR
Recai Kutan yanlış hatırlıyor o zaman hiçbir strateji belirlenmedi ve bana ulaşan böyle bir bilgi olmadı. Fazilet Partisi'ni beni o gece suçlu gibi sokmak zorunda bırakan zihniyeti sorgulamalıyız. Diğerleri seçiliyor fakat iyi bir backgroundu olan Merve Kavakçı başörtüsü var diye protesto ediliyor.
BENİ ODAYA KİLİTLEDİLER
2 mayıs gecesi Meclis'te hazır bulundum adım 2 kere okunduktan sonra beni odaya kilitlediler. Adımın okunmasını odanın içinde seyrettim ve gerekli tepkiyi de Recai Bey'e verdim. Aradan 2 yıl geçti. Küba'da yapılan bir parlamenter toplantısında Fahri Zengin'le karşılaştım.
DEMİREL VASITASIYLA MESAJ
O günlere dair şu bilgiyi aldım. Askeri cenahtan ve tam olarak emin değilim ama Genelkurmay'dan Demirel vasıtasıyla Genel Başkanlığa bir uyarı yollanmış ve "Eğer yemin ederse müdahale ederiz" denmiş. Bunun üzerine parti beni yanlız bırakmış oldu.
28 ŞUBAT BİTMEDİ
Bütün bu gerceklerin ve partinin hatalarının bedelini de ben kendi başıma ödedim. 28 Şubat bitmedi devam ediyor ama bir miktar yol aldık. Ama biz başörtülü kadınlar tarafından bu süreç bitmedi.

YÖK’e ikinci 28 Şubat baskını

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen 28 Şubat soruşturması kapsamında geçen hafta YÖK’te 7 saat inceleme yapan savcılık ve Emniyet görevlileri YÖK’ün eski Başkanı Kemal Gürüz döneminde yapılan tüm yazışmalarla birlikte 20 bin sayfa evraka el konmuştu. Dün yeniden YÖK’e giden savcılık ekipleri önce YÖK ile aynı binayı kullanan ÜAK binasına girdi. Buradaki bilgisayarlarda inceleme yapan ekip daha sonra YÖK Bilgi İşlem Dairesi’ne giderek burada incelemelerini ve el koyma işlemini sürdürdü. İlk baskında “Toplumsa Faaliyetler Birimi”ndeki belgelere el koyan savcılık dün de çok sayıda bilgisayar hard diskini kopyaladı ve bazı belgelere el koydu. Genel Sekreterlik’te de inceleme yapıldığı öğrenildi.

Gürüz’ün 6 Aralık 1995 ile 5 Aralık 2003 arasında görev yaptığı döneme ilişkin MGK yazışmalarına da el konulduğu bildirildi. Öğretim üyeleri ile ilgili çok sayıda ihbar mektubu ve fişleme belgesinin yanısıra “gizli” ibareli ve özel bölümde tutulan çok sayıda belgenin de kopyası ilk baskında alınmıştı. El konular belgeler arasında 14 Temmuz 1998 tarihli dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in YÖK Başkanlığı’na yazdığı yazı da yer almıştı.

Emekli orgeneralden telefon rehberli savunma!

İKİNCİ ;Ergenekon Davası’nın ; 162’inci duruşmasında mahkemeye 2000 yılı İstanbul Avrupa ve Asya yakasının telefon rehberlerinden ilgili sayfaları sunan tutuksuz sanık emekli orgeneral Kemal Yavuz, "Avrupa yakasında 119, Anadolu yakasında 60 K. Yavuz adı kayıtlıdır. Avrupa yakasında 31, Asya yakasında da 18 Kemal Yavuz kayıtlıdır. Bunların ben olduğum nasıl iddia edilir. Savcı ’olsa olsa’ Münür Kemal Yavuz mu diyecek?" dedi.

18’i tutuklu 118 sanıklı İkinci Ergenekon Davası’nın 162. duruşması tutuksuz sanıklardan emekli Orgeneral Kemal Yavuz’un savunmasıyla devam ediyor. Yavuz, kendisinde bulunan "psikolojik savaş" konulu dokümanlara ilişkin, "Ocak 2008’de beni Genelkurmay 2. Başkan aradı. Terörle mücadele konusunda yapılacak bir konferansta TSK adına benim konuşma yapmamı istedi. Ben de bu konuda doküman rica ettim. Bana Genelkurmay Başkanlığı tarafından bir kutu içinde doküman ve kitap gönderildi. Daha sonra Genelkurmay Başkanı’nı arayıp bunları iade edip etmeyeceğimi sordum, istemediler" dedi.

"İNKAR ETMİYORUM"

Balyoz davasından tutuklu bulunan Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüklerdeki 7 Ocak 2004 tarihli notta "Tuncay Özkan Show TV’den ayrıldıktan sonra Org. Kemal Yavuz ile beni ziyarete gelmişti" ifadesinin, örgütsel irtibat değerlendirildiğine dikkat çeken Yavuz "Doğru birlikte gittik. İnkar etmedim. Tuncay Özkan, Show TV’den ayrıldıktan sonra iki komutandan (Şener Eruygur, Özden Örnek) randevu almış. Tuncay Özkan beni arayıp birlikte gitmemizi istedi. O zaman kendisi ile İstanbul Belediye başkanlığına adaylık meselesi ve ulusalcı bir TV istasyonu ve diğer medya vasıtalarının kurulması konusunda görüşme yapmıştık" dedi.

FETHULLAH GÜLEN’İN İDDİANAMESİ

Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, Fethullah Gülen’in 1999 tarihinde Ankara DGM’de yargılandığı davanın iddanamesinin kendisinde bulunmasına ilişkin şunları söyledi: "Fethullah Gülen ile neden ilgilendiğimi izah edeyim. Ben Yüksek Askeri Şura (YAŞ) üyesiydim ve 8 YAŞ toplantısına katıldım. İrtica faaliyetleriyle ilgili olduğu iddia edilen subay ve astsubayların dosyalarını inceledim. Savcılık ifadelerini dinlediğimde Fethullah Gülen adına rastladım. Ben Fethullah Gülen’in halk ve devlat açısından tehlikeli bir kişi olduğunu her zaman ifade ettim"

"BİRİNİ İSPATLAYIN, KIRKININ GİZLİ BELGE OLDUĞUNU KABUL EDECEĞİM"

İddianamede kendisinde bulunan 40 belgeyle ile ilgili olarak "gizli belge temin etmek" ile suçlandığına dikkat çeken Yavuz, "Birinin ’gizli belge’ olduğu ispatlansın, 40’ının gizli belge olduğunu ben kabul edeceğim" diye konuştu.

Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, "Kaçakçılık ve diğer zararlı faaliyetler Kıbrıs", "Türk Federe Devleti Başkanlığı’na Lefkoşa" başlıklı belgelere ilişkin şu açıklamayı yaptı:

"Ben Kıbrıs’ta 1981-1982 yılları arasında Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı yaptım. Kıbrıs’ta komutanlar görevlerinden ayrıldıktan sonra arkalarından bazı gazeteciler karalama yayınları yapıyorlardı. Bu nedenle Kıbrıs’ta görev yapan komutanların kaçakçılık, para konulu yazışmalardan bir sureti yanlarında götürmeleri usulü yerleşmişti. Bu evrakı 1982’den 2009’a kadar 27 yıl korudum. Ayrıca KKTC ayrı bir devlettir. ’Gizli belgelerle ilgili yasada anlatılan Türkiye Cumhuriyeti’dir, KKTC ayrı bir devlettir. Bu nedenle bu konuda suçlanmam mümkün değildir"

İDDİANAMDE "OLSA OLSA" DEĞERLENDİRMESİ

İddianamedeki "Tam adı Münür Kemal Yavuz olan şüphelinin isminin birçok yerde ’K.Yavuz’ olarak geçtiği" şeklindeki ifadelere dikkat çeken Kemal Yavuz, tutuksuz sanık avukat Hüseyin Buzoğlu’nda bulunan bir dosyanın üzerindeki K.Yavuz yazısının ’Olsa olsa Kemal Yavuz’dur şeklinde değerlendirme yapılmasını "İddianamedeki olsa olsa değerlendirmesi bir olasılığı dahi ifade etmiyor. ’Olsa olsa yaklaşımıyla suçlama yapmak mantık olarak ve hukuken bir suçlama yapmak mümkün değildir. Olsa olsa diye bir suçlama şekli var mıdır? Mahkemenin takdirine sunuyorum" diyerek eleştirdi.

MAHKEMEYE TELEFON REHBERİ SUNDU

Mahkemeye 2000 yılı İstanbul Avrupa ve Asya yakasının telefon rehberlerinden ilgili sayfaları sunan Kemal Yavuz, "Avrupa yakasında 119, Anadolu yakasında 60 K. Yavuz adı kayıtlıdır. Avrupa yakasında 31, Asya yakasında da 18 Kemal Yavuz kayıtlıdır. Bunların ben olduğum nasıl iddia edilir. Savcı ’olsa olsa’ Münür Kemal Yavuz mu diyecek?" diye konuştu.

"SAVCI ’BEN ANLADIĞIMA GÖRE SEN DE ANLARSIN’ DEMEK İSTİYOR HERHALDE"

İddianamedeki avukat Hüseyin Buzoğlu’nda bulunan bir belgeye ilişkin ".. isimli klasörün Kemal Yavuz’a gönderilen ek belgeler olduğu anlaşılmıştır" ifadelerine de dikkat çeken Yavuz, şöyle devam etti: "Savcılar kusura bakmasın ben bu cümledeki ’anlaşılmıştır’ sözünden bir şey anlamadım. Anlaşılmaya neden olan unsurlar, deliller nelerdir? Savcı ’Ben anladığıma göre sen de anlarsın’ demek istiyor herhalde. K.Yavuz’un ben olduğuma ilişkin bir delil var mıdır? Ben avukat Hüseyin Buzoğlu ile bu dava başlayana kadar hayatımda hiç karşılaşmadım" dedi.

"HAYATI ’GİZLİ’ GİZLİLİK DERCESİNDEKİ EVRAKLARLA GEÇMİŞ BİR İNSANIM"

Yavuz, tutuksuz sanık avukat Hüseyin Buzoğlu’na "gizli belge verdiği" iddialarına karşılık 41 yıl TSK’ye hizmet ettiğini ve bunun 16 yılını general rütbesindeki görevlerde sürdürdüğünü belirterek, "Sovyetler Birliği döneminde Artvin’de hududu koruma görevindeki alay komutanlığı yaptım. Güvenliğe ilişkin bütün gizli belgeler önümdeydi. Birinci Orduya bağlı 66. Mekanize Tümen’in komutanlığını yaptım. 3 yıl Kara Kuvvetleri Harekat Komutanlığı yaptım. Yani ben hayatı ’gizli’ gizlilik dercesindeki evraklarla geçmiş bir insanım. Hiç tanımadığım, güvenilir olup olmadığını bilmediğim birine devlete ait evrak göndermem nasıl mümkün olabilir" şeklinde konuştu.

Duruşma Yavuz’un savunmasıyla devam ediyor.

‘O süreçte ordu içinde 2 cunta hareketlendi’

28 Şubat’la iktidardan uzaklaştırılan hükümetin Devlet Bakanı Zeybek o dönemde TSK içinde iki cuntanın olduğunu anlattı: “Çevik Bir’in şahsında sembolleşen müdahaleci cunta. Doğu Aktulga’nın başını çektiği darbeci cunta

‘O süreçte ordu içinde 2 cunta hareketlendi’ 28 Şubat sürecinde Refahyol koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı olan, Demokrat Parti Genel Başkanı Namık Kemal Zeybek, 28 Şubat sürecine ilişkin VATAN’a çarpıcı açıklamalarda bulundu:

HÜKÜMET BAŞARILIYDI: 54. hükümet bence çok başarılı bir hükümettir. Bilhassa ekonomi alanında çok ciddi başarılar gerçekleştirdi o dönemde. Özel bankalarla ilgili kamu maliyesi yeniden düzenlendi. Buna da “havuz sistemi” denildi. İşin esası şuydu; hükümet icraata başladığı zaman bir milli kaynak paketi hazırlığı oldu. Dışarıdan borç almadan, kendi kaynaklarımızı harekete geçirerek, ekonomiyi yönetebiliriz çalışmasını yaptık.

DÜĞMEYE BASILDI: D8 ülkeleri, 8 büyük halkı Müslüman olan devletin birliği meydana getirildi. Dışarıdan borç alınmadı. Bütün bunlar sonucunda uluslararası finans sistemiyle ilişkiler bir anda bağımlılık ilişkisi olmaktan çıktı. Bu bir rahatsızlık meydana getirdi. Bunun yanında özel bankalar, sahipleri bu işten rahatsız oldular. Ve netice itibariyle o hükümetin gitmesi kararı verildi ve düğmeye basıldı.

YUMUŞAK KARIN: Hükümetin yumuşak karnı olarak irtica görüldü. Ve toplumun birtakım duyarlı kesimlerinin harekete geçirilmesi gereken konu bir kampanya şeklinde ortaya atıldı. O dönemin basın yayın kuruluşlarına servis edildi.

DUYUMLAR ALIYORDUM: O süreçte ben Devlet Bakanı ve hükümet sözcüsü olarak istihbarat birimleri dışından da çeşitli duyumlar alıyordum. Aldığımız duyumlar şuydu; ‘Ordu içinde iki cunta hareketlendi’. Bakın bir değil, iki cunta. 28 Şubat’ta gözden kaçan budur. “Bir cunta var” deniliyor, iki cunta hareketlendi. Bunlardan birisi Çevik Bir’in şahsında sembolleşen “müdahaleci” cunta, diğeri ise Org. Doğu Aktulga’nın başını çektiği “darbeci” cunta. Müdahaleci cunta, 54. hükümetin iş başından uzaklaşmasını istiyordu. Yani hükümet işbaşından uzaklaşırsa, problem ve irtica kalmayacak dolayısıyla her şey yolunca girecek. Onların anlayışı oydu ve kampanyaları yürütüyorlardı, brifingler gibi...

DOĞU AKTULGA: Sincan’daki tiyatro, asıl büyük tiyatroyu örttü. Marmaris’e Kenan Evren’in yanına gitmemin sebebi müdahaleci cunta değildir. Onlarla zaten mücadele ediyorduk. “Bu bir oyundur, işin içinde başka şeyler var” diyorduk. Ama ikinci bir konu var, o da şu: Ordu içinde çok evvelki yıllara dayalı bir kümeleşme vardı. Bunun başında da Orgeneral Doğu Aktulga vardı. Çok okuyan, dünyayı takip eden, aydın bir general. Birtakım liderlik vasıfları var. Kendisiyle birlikte birtakım insanların yükselmesinde de etkili bir insan. Ve etrafında onu lider sayan subayların toplandığı bir insan. Bir özelliği var, İslam düşmanı ve ateist olarak tanımlanıyor. Ve Türkiye’nin kurtuluşunu yeni bir darbede, devrimde görüyorlar. Bu kadro Atatürk’ün yaptıklarını yeterli bulmuyor. Ordunun diğer çevrelerinde bunlara karşı bir dikkat var. Fakat bu ateizm, bir özellikleri de bunlar aynı zamanda anti kapitalist ve anti emperyalist ABD ile bir ilişkileri yok. Öyle kendilerine has bir kadro fakat demokrasiye inanmayan bir kadro. Bunlar aslında 28 Şubat’a kadar hiçbir zaman ordu içinde darbe yapacak kadar güçlenemediler. Fakat 28 Şubat’taki propaganda bunlara yaradı. Birçok subay da ya bunlar da haklıymış düşüncesiyle o tarafa yönelme oldu ve bunlar darbe için gün saymaya başladılar. Aralarındaki konuşmalardan ‘Aktulga neden harekete geçmiyor’ denildiğini duyuyorduk. Bu büyük bir tehlikeydi.

ÇİLLER OLUR: Sayın Erbakan gider, Sayın Çiller Başbakan olursa bahaneleri kalmaz, artık irtica propagandasını yürütemezler diye düşündük. Fakat bu aynı zamanda darbeci cunta girişimini kaldırabilir diye düşündük. Ama bir taraftan da darbeciler tehdit oluşturuyorlardı. Demirel’e tüm bildiklerimi anlattım, dinledi. Doğu Aktulga’nın daha sonra Ege Ordu Komutanlığı’na kaydırılması Demirel’in bir tedbiri olabilir diye düşünüyorum.

SULANDIRIYOR: Müdahaleci ve darbeci cunta birbirlerini sevmiyordu. Çevik Bir’i, ‘Bu adam hareketimizi sulandırıyor’ diye eleştirdiklerini biliyorum. Bunlar birbirine rakipti. Netice itibariyle bu müdahale ilk başta iki kuş vurdu. 28 Şubat müdahalesi. Zaten geçmişteki darbelerde bu tür ilginç benzerlikler görebilirsiniz.

EVREN’E GİTTİM: Marmaris’e gittim. Sayın Evren’e bu darbeci cunta konusunda eğer bir etkisi varsa generalleri uyarmasını istedim. Bana “artık kendisini dinlemediklerini” söyledi. Genelkurmay Başkanı ile görüşmemin iyi olacağını söyledi. Genelkurmay Başkanı’ndan randevu istedim. Randevu saatine 15 dakika kala yetişmem mümkün olmayan bir saate bana bildirimde bulundular.. Böylece gidememiş oldum. Acaba görüşmem neden istenmedi, bunu kim engelledi bilmiyorum.

‘Iskartaya çıktı’

Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (ÖZGÜR-DER) üyesi bir grup Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi önünde bir eylem yaparak 28 Şubat müdahalesini protesto etti. Grup adına açıklama yapan Genel Başkan Yardımcısı Kenan Alpay, 28 Şubat sürecine ilişkin suç duyurusunda bulunmak için toplandıklarını söyledi. Bu suç duyurusuyla yetkileri göreve çağırdıklarını ifade eden Alpay, ”Suç duyurusuna rağmen savcılar harekete geçmiyor ve 28 Şubat sürecini gerçekleştirenlerden hesap sorulmuyorsa, bu 28 Şubat sürecinin tam olarak bittiği anlamına da gelmeyecektir” dedi. Kenan Alpay, savcıların yapılan suç duyurusuna kayıtsız kalmalarının hem hukuki, hem de ahlaki anlamda kabul edilemez olduğunu ifade ederek, şöyle devam etti: ”15. yıl dönümünde bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat süreci açıkça ıskartaya çıkmış ve iflas etmiştir. Bu ’Sel gider kum kalır’ sözünün gerçek bir tecellisidir. Onlar yolcuydu, biz hancıyız. Dolayısıyla kimsenin bu topluma tankla, silahla, psikolojik harekatla terbiye verme gibi bir ödevi yoktur. Bu süreçte gazeteler atmış oldukları manşetlerle önemli bir suç ortaklığı yapmıştır. Bunlara da mutlaka hesap sorulmalıdır. Darbeye yardakçılık yapan, yaltaklanan, onlar adına eylemler yapan insanların da hesap vermesi gerekir.”

28 Şubat 2012 Salı

LAÇİNER: KURUMLAR BİR GECEDE DEĞİŞMEZ

darbe, 28 şubat, TSK, ordu

"Bazılarının sandığı gibi henüz darbeciler hapse, anlayışları da tarihin derinliklerine gömülmüş değil."
 
Star'dan Sedat Laçiner, 28 Şubat Darbesi'nin yıldönümünde son günlerde yaşanan tartışmalar çerçevesinde önemli bir uyarıda bulundu:

"Kurumlar bir gecede değişmez, kültürler birkaç yılda yıkılıp yerine ıslah edilmiş kültürler hemencecik yerleştirilemez. Eğer bir kurum kurtarılamayacak kadar pisliğin içine battıysa yenisini kurarsınız. Esas olan bakanlıklar, emniyet veya ordu değil milleti ve devletiyle ülkedir." dedi. 

TSK'daki değişimin içeriden olmadığına dikkat çeken Laçiner, "TSK’ya şu anda demokratik bir kültürün yerleştiğini iddia etmek de doğrusunu isterseniz iyimserlik kelimesiyle dahi açıklanamayacak kadar gerçekçilikten uzak bir iddiadır." dedi.

İşte Laçiner'in yazısı:

28 Şubat Darbesi’nin etkileri bin yıl sürmeyecek belki, ama bizler post-modern darbenin yıl dönümünde hala etkileri ile mücadele ediyoruz. Bazılarının sandığı gibi henüz darbeciler hapse, anlayışları da tarihin derinliklerine gömülmüş değil. Tehlike hala yakın ve hala çok diri. Yapılanları hafife aldığım sanılmasın... Çok büyük reformlar yapıldı, hayal dahi edilemeyenler gerçek oldu. Ancak en az iki asırda oluşan darbecilik hastalığı üç-beş yılda iyileşemez. Tarihimiz bunun canlı örnekleriyle doludur.

Tehlikeli iyimserlik
Ne yazık ki kazanılan başarılar bazılarında aşırı iyimserliğe yol açtı. Bu doğrultuda bir denemeyi de pazar günü gazetemiz Star’ın Açık Görüş ekinde okudum. Açık Görüş artık entelektüel hayatımızın vazgeçilmez bir tartışma platformu haline geldi. İşte bu platformda Ertan Aydın Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadarki reformlarını ‘uzlaştırmacı reformizm’ olarak adlandırıyor ve onun vizyonunu “kurumların haysiyetini koruyarak ıslahat yapmak” olarak özetliyor. Aydın’ın TSK’daki değişim ile ilgili görüşü de oldukça iyimser. Şöyle diyor: “TSK’daki darbeci kültürün kırılıp, şimdiki demokratik kültürün yerleşmesi ise yine ordu içindeki Hilmi Özkök gibi demokrat subayların yardımı ve liderliğiyle oldu... TSK’da bir dönüşümden söz ediliyorsa, bu dönüşüm yine mevcut kadrolarla gerçekleştirilmiş oldu”.
Doğrusunu isterseniz ben Aydın kadar iyimser olamıyorum. Hatta Sayın Aydın ve onun gibi düşünenlerin analizlerini son derece tehlikeli buluyorum. Çünkü TSK’daki değişim içeriden olmadı. Eğer tüm süreç Hilmi Özkök Paşa ve onun gibi subaylara kalsaydı şu ana kadar en az birkaç darbe yaşamıştık ve muhtemelen Hilmi Özkök de ya hapiste ya da mezarda olurdu. Ayrıca TSK’ya şu anda demokratik bir kültürün yerleştiğini iddia etmek de doğrusunu isterseniz iyimserlik kelimesiyle dahi açıklanamayacak kadar gerçekçilikten uzak bir iddiadır.
Aydın’ın denemesinde en canlı örneklerinden birini bulan bu iyimserliğe göre hem reform yapmak, hem de darbecilerle, Ergenekoncularla uzlaşmak mümkün... Bu bağlamda TSK ile nasıl uzlaşıldıysa (!), karanlık Türkiye’nin diğer kurumlarıyla da aynı şekilde uzlaşmak mümkündür. Buna göre ne kadar faili meçhul cinayete bulaşmış olurlarsa olsunlar, ne kadar işkence yapmış olurlarsa olsunlar ve ne kadar kirli işin içinde boğulurlarsa boğulsunlar önemli olan kurumların haysiyetini koruyarak ıslahat yapmaktır. Oysa zorba ile oyun olmaz, darbecinin şakası yoktur. Kurumlar bir gecede değişmez, kültürler birkaç yılda yıkılıp yerine ıslah edilmiş kültürler hemencecik yerleştirilemez. Eğer bir kurum kurtarılamayacak kadar pisliğin içine battıysa yenisini kurarsınız. Esas olan bakanlıklar, emniyet veya ordu değil milleti ve devletiyle ülkedir.

Elbette reformlarda hedef kurumları yıpratmak değil, onları ıslah etmektir. Ancak tepeden tırnağa darbeciliğe ve diğer karanlık işlere bulaşmış kurumlarda reformu onların insafına bırakmak, içeriden iyileşme beklemek ateşle oynamaktır.
II. Mahmud
Son olarak tıpkı İşçi Partililer gibi Ertan Aydın da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırarak yerine yeni bir ordu kuran II. Mahmud’u eleştirmiş. Ancak bu noktada hatırlamak gerekir, II. Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken Yeniçeriler artık Osmanlı Devleti’nin ordusu olmaktan çoktan çıkmıştı. Eğer ocak kaldırılmasaydı devletin başı olan II. Mahmud’un kellesi giderdi. Bu çerçevede sormak gerek, 27 Mayıs’ta kendi başbakanını ve bakanlarını yağlı ilmikte boğduran Ordu bu milletin ordusu muydu? Ya da oğlu şehit olmuş anneyi, babayı başörtülü veya sakallı diye şehit oğlunun anma törenine almayan generaller bu milletin generalleri miydi?

Uzlaşmacı olmak, iyi niyetli ve iyimser olmak iyidir. Ancak kötüye karşı yumuşak olmak da bir o kadar kötüdür. Şeytan ile uzlaşılmaz. Geçmiş ile hesaplaşmadan reform yapılamaz. Erdoğan hükümetlerinin reformlarını sadece basit bir uzlaşma olarak görmek doğru olmaz. Bu bağlamda diğer yazılarını beğenerek takip ettiğim Ertan Aydın’ın son yazısını çok erken kaleme alınmış bir deneme olarak görüyorum.

BİRİNCİ ORDU'YU SARSACAK ŞOK İDDİALAR?

aşkın öğreten, fenerbahçe orduevi, yalçın ataman, Şenol Tunçay,

Yarbay Aşkın Öğreten ölümünden önce askeri savcıya gönderdiği mektupta 1. Ordu ile ilgili ciddi iddialarda bulundu:
"Birçok ihalede usulsuzlük yapıldı, harfiyat işinde 20 milyon TL'lik rant sağlandı. 1. Ordu Komutanı'nın olanlardan haberi vardı. Karşı çıktığım için başka birliğe sürüldüm"

1. Ordu Komutanlığı'nda uzun dönem görev yapan 66. Zırhlı Tugay personeli Yarbay Aşkın Öğreten'in şüpheli ölümünün perde arkasında şok suçlamalar çıktı.

Yarbay Öğreten'in ölümünden kısa bir süre önce askeri savcılığa gönderdiği ihbar mektubunda Albay Şenol Tunçay ve 1. Ordu Kurmay Başkanı Tümg. Muharrem Yavaş ile ilgili ağır iddialarda bulunduğu öğrenildi.

Usulsüz ihaleleri tek tek sıralamış
Albay Ş.T’nin, Başbuğ ve Büyükanıt ile emekli orgeneraller için inşa ettirildiği iddia edilen 32 milyon TL’lik binada, Kuleli Askeri Lisesi resterosyonu, Fenerbahçe Personel Yatakhanesi tadilatı ihalelerinde, ve 1. Ordu bünyesindeki ihalelerde usulsüzlük yaptığı, kişisel çıkar karşılığı ihale verdiği anlatıldı. İhbarda ayrıca, 2006’dan itibaren 220 bin kamyon kum dökmeden yaklaşık 20 milyon lira rant sağlandığı, bundan 1.Ordu Komutanlığı yapan Y.A’nın da bilgisi olduğunun iddia edildiği öğrenildi.

"İşi Başıma Yıkacak
Öğreten, mektubundaki 1. Ordu Komutanı Org. Yalçın Ataman ve Kurmay Başkanı Tümg. Muharrem Yavaş tarafından baskı gördüğünü ve sıkıştırıldığını ifade ediyor. Öğreten ihbar mektubunda bu ilişkilerden rahatsızlık duyarak bazı istekleri reddetmesi üzerine Sayıştay denetimi öncesinde tayin ettirildiğini de anlatıyor.

Albay Tuncay için "işi başıma yıkacak" ifadesini kullanan Yarbay Öğreten, mektubunda Kurmay Başkanı Tümg. Muharrem Yavaş'ın da bu işlerin içinde olduğunu ileri sürüyor. İhbar mektubu mercek altına alınırken şüpheli intihar ile ilgili soruşturma devam ediyor. Fenerbahçe Orduevinde 2 hafta yapılması planlanan Sayıştay denetimlerinde 3. haftaya girildi.

Paşa eşinin hakaret dolu ses kaydı internete düştü

İnternete düşen ses kaydında, Paşa eşinin Başbakan'a, Curmhurbaşkanı'na, TSK'ya ve Başbuğ'a ağır hakaretleri var

Video paylaşım sitesi Youtube'da yayınlanan ses kaydının GATA öğretim üyesi Prof. Tbp. Tuğgeneral Fikret Arpacı'nın eşi Dilek Arpacı olduğu iddia ediliyor. Ses kaydındaki kişi Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, TSK'ya, subaylara ve halka çok ağır hakaretlerde bulunuyor…

BAŞBUĞ'A AĞIR HAKARETLER

Habervaktim'de yer alan habere göre, TSK'ya hakaretlerde bulunulan ses kaydında “TSK kof bir kurum”, “subayları geri zekalı”, “genelkurmay başkanları da sınırda zekalı” gibi ifadeler sarf ediliyor. Dilek Arpacı olduğu ileri sürülen kişi, eski Genelkurmay Bşk. Org. İlker Başbuğ için “Allah'ın belası Amerikancı, geri zekalı bir general” diyor.
Arpacı Genelkurmay Başkanı'ndan başladığı hakaretlerine TSK subaylarına yönelik “geri zekalı” ifadeleriyle devam ediyor. İlker Başbuğ'un “Atatürkçü de olmadığını”, Başbuğ'u dinlerken “sınırda zekaya sahip olduğunu” gördüğünü, “nasıl genelkurmay başkanı olduğunu”, “kimin onu genelkurmay başkanı yaptığını, buralara kadar yükselttiğini” merak ettiğini ifade ediyor, “yazıklar olsun” diyor. İlker Başbuğ'un oğluna da asker çocukları içinde geri zekalı olan tiplerden” tanımlamasında bulunuyor.

HALKA: PİSLİKLER, SALAKLAR… ÖNLERİNE B… KONSA YİYECEKLER

Ses kaydında, GATA öğretim üyesi Prof. Tbp. Tuğgeneral Fikret Arpacı'nın eşi Dilek Arpacı olduğu ileri sürülen kişi, halk için de “Pislikler, salak ve önüne b.. bile konsa yiyecek kadar aşağılık, salak ve geri zekalı” şeklinde hakaretler savuruyor.

BAŞBAKAN'A HAKARETLER

Kayıttaki kişi Cumhurbaşkanına “ikiyüzlü”, Başbakana “sinirli b… teki, abuk sabuk konuşan bir üç kağıtçı” hakaretlerinde bulunuyor.

VERDİĞİ SALAK OYLARLA

Dilek Arpacı olduğu iddia edilen kişi kayıtta, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un “son gelişmeleri Türk milletinin takdirine bırakıyorum” sözüyle alay ederken, halkı aşağılıyor: “Vah zavallı, Türk milletinin takdirine bırakıyorsa işi zor, bu durumlara bizi kim düşürdü zaten, verdiği salak oylarla geri zekalılar…
Kayıttaki kişinin bunlarla da kalmayarak “Cumhurbaşkanı'nın yaptığı da çok adice bir şeydi”, “Bu kadar salak bir halkı bulmuşlar, b… bile koysan önüne yedirirsin yani bu salak halkın önüne. Pislikler. Böyle bir halk olur mu yaa? Nasıl bir halksın? Menfaatçi, ikiyüzlü dini bile ikiyüzlü bu halkın be” dediği görülüyor.

Teşekkürler Çevik Bir / Yıldıray Oğur

Andıç olayından aylar sonraydı. 32. Gün, ODTÜ’den canlı yayın yapacaktı. Ben o sırada ODTÜ’de öğrenciydim. Öğrenci Kulübü olarak 32. Gün ekibine yayın için yardımcı oluyorduk. (Bunu tam olarak niye ve hangi amaçla yaptığımızı hatırlamıyorum. Galiba motivasyonumuz çocukluğumuzun “milli TRT”sinde Barış Manço ile birlikte dünyayla tek bağımız olan, yayınlandığı gün kimselere randevu vermediğimiz Mehmet Ali Birand’ın 32. Gün’ünün cazibesiydi) Program öncesi Mehmet Ali Birand’ın yanına gittim ve canlı yayın sırasında söz alarak andıcı eleştiren bir soru sormak istediğimi söyledim. “Aman sakın, gerek yok” derken ki yüzündeki gülümsemeyle karışık endişeli ifadeyi hatırlıyorum.

Ben o soruyu sormak için o canlı yayın sırasında herhalde iki saat boyunca elimi kaldırdım ama ne soracağımı bilen Birand bana söz vermedi. Dünyanın bütün liderleriyle karşılıklı ayak ayak üstüne atıp, istediği her şeyi soran Birand’ın yüzündeki o endişeydi 28 Şubat.

Ya da Başbakan Erbakan’ın gelmekte olan 28 Şubat’ı engellemek Temmuz 1996’da Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’yı bütün teamüllere aykırı olarak kapıya kadar geçirirken yüzünde beliren o endişeli mütebessim ifade.

Benim için 28 Şubat, o günlerde öğrenci olduğum ODTÜ’deki Kemalist profesörlerin kendilerinden geçerek okudukları 10. Yıl marşları, Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi’ni dinleyerek çağdaşlık mesajı vereceğini zanneden Ankara burjuvazisinin Türk Metal İş’in bitmemiş salonunun çamurlu yollarına saplanan jipleri, Mercedesleri, (Dün gece Esenboğa Havalimanı’nda Başbakan’a sürpriz doğum günü partisi için beş saat bekleyen beş bin kişi arasında bu tiplerden bazılarının olması muhtemeldir), Demirel’in o klasik müzik konserini hınca hınç dolduran kitleyi gösterip “İşte çağdaş Türkiye bu” deyişindeki taşralı kompleksi, 1998’de Kızılay Meydanı’ndaki 75. yıl kutlamasında Tamer Levent’in bugün ancak Yalan Dünya’da parodi olabilecek bir tonlamayla attığı çağdaşlık-sanat nutku, Mediha Şen Sancakoğlu’nun “meşaleyiz sönemeyiz başka rejim denemeyiz” gibi kült sözlere sahip “Aydın Bir Türk Kadınıyım” şarkısı, ille de rakı içmek isteyen paşalar, Güven Erkaya’nın korkutucu kibirli bakışları, şimdi ırkçı bir dergide yazan ama o günlerde Anayasa Mahkemesi’nin emanet edildiği Yekta Güngör Özden’in Atatürk için söylediği “Nereden baksa güzel, nereye baksa güzel” sözleri, Ertuğrul Özkök’ün yarı tehditkâr “sıra silahsız güçlerde” yazıları, Genelkurmay’daki brifinglerde ayakta kalınca koridorlarda oturan kelli felli Yargıtay üyelerinin kolejli heyecanı, Sincan’daki tankların sabahki geçişi çekemeyen Hürriyet için yeniden yürütülmesi, 28 Şubat’ın genç sivili Ahmet Hakanlı Haber Saatinde çalan Pink Floyd, Tansu Çiller’i ve Hasan Celal Güzel’i ülkenin en cesur ve demokrat siyasetçisi haline getiren çölleşme, hakkı teslim edilmemiş bir demokrasi kahramanı olan Kadir Sarmusak’ın keli, Erol Özkasnak’ın bir geceyarısı dayanamayıp Ceviz Kabuğu’na bağlanarak “28 Şubat postmodern darbeydi, evet” derkenki loser sesi, Çevik Bir cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklarken salonu dolduran gazeteci büyüklerinin şen suratları, Ayşenur Arslan’lı, Ali Kırca’lı içinde bolca şeriat, irtica, aydınlık, çağdaş geçen ATV haberleri izlerken içimde oluşan büyük nefret, bütün bunların daha sonra Mekkeli bir fen öğretmeni olduğu ortaya çıkan kefiyeli bir adamla tokalaşıp Mekke ile Rize’yi kardeş şehir ilan etmiş Şevki Yılmaz, basiretsizlik abidesi, acemi iğneci Bekir Yıldız, o zamanlar mehdi olduğunu bilemediğimiz Hasan Mezarcı için yaşandığını düşünüp duyduğum isyan, Mesut Yılmaz’ın 23 Nisan çocuğu gibi başbakan olma heyecanı, darbe olacak diye lojmanını bırakıp ev bakan Refahlı milletvekilleri, Ali Bayramoğlu, Gülay Göktürk yazıları okurken duyduğum büyük ferahlık, en iyisi Yeni Yüzyıl gazetesinin bile çağdaşlık tıraşlarına dayanamayıp Yeni Şafak ’ı keşfim, STK ile beşli çete arasındaki farka uyanmam, “çağdaşlık”la demokrasi arasındaki tüm ipleri koparmamdı 28 Şubat.

Ama en çok da izlerken başörtülü annemle birbirimize bakıp sinirden ağladığımız Merve Kavakçı’nın Meclis’ten atılışı.

15 yıl içinde aldığımız sivil mesafeyi Mehmet Ali Birand’ın muhteşem 28 Şubat Belgeseli’ni izlerken kolundaki turuncu saatten daha iyi ne açıklayabilir. 15 yıl sonra artık daha renkli bir Türkiye var. 28 Şubat’ın paşaları ne yaparız da bu dindarların önünü keseriz sorusu üzerinde uzun mesailer harcadı. 2020 yılında imam hatipli sayısı şu kadar olacak gibi hesaplar bile yaptılar. Ama istediklerinin tam tersi oldu. 28 Şubat sayesinde Refah Partisi’nden bir AKP çıktı, merkez sağ tarihin çöplüğüne gitti, liberaller ve dindarlar arasında güçlü bir entelektüel blok oluştu, dindar ailelerin çocukları yurtdışında okudu, Türkiye’deki muhafazakârlar örgütlendi, siyaseti öğrendi, sivil toplumu keşfetti, medyaya girdi.
Yani 28 Şubat aslında dindarlar için bir aydınlanma devrini başlattı. Ne diyelim, bu mahkemede işine yaramayacak ama teşekkürler Çevik Bir...

Kötü gidiş / Ahmet Altan


Valla ne diyeyim, “Allah encamını hayra tebdil eylesin”, bu gidiş iyi gidiş değil.
Güya Hocalı katliamını protesto etmek için bir yürüyüş yapılıyor ve birden bire hedef “Hrant Dink’in öldürülmesine” karşı sesini yükselten insanlar oluyor.

“Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz”
 pankartları açılıyor.

“Bozkurtlar burada, Hrantlar nerede”
 diye sloganlar atılıyor.

“Beyaz şapkalı”
 gruplar AGOS Gazetesi’ne yürümek istiyor.
Tam anlamıyla ırkçı ve faşist bir gösteri, ölümü, cinayeti, suikastı meşru göstermeye çabalayan bir şoven kabarma.
Ve, bu gösterinin konuşmacısı, asli görevi “Hrant Dink’in katillerini” bulmak olan İçişleri Bakanı.
Dink cinayeti, AKP’yi devirmek için yürürlüğe konmuş bir “cinayetler zincirinin” en kanlı halkalarından biri ve AKP böyle bir cinayeti yücelten gösterinin göbeğinde.
Bu İçişleri Bakanı mı yakalayacak Dink’in katillerini?
Dink’i ölümünden önce mahkeme kapılarında tehdit eden Ergenekon sanıkları hapiste, onların görüşlerinin takipçilerinin düzenlediği mitingin başında ise Ergenekon’un “hedefi” olan AKP’nin bakanı.
Bunu, akıl ve mantıkla açıklayabilecek biri var mı?
Ergenekon’a karşı çok ciddi bir mücadele vermiş olan AKP şimdi ne yapıyor?
Nasıl bir politikası, nasıl bir stratejisi, nasıl bir hesabı bulunuyor?
Ben AKP’nin ne yaptığını, ne yapmak istediğini tam anlamıyorum, “beyaz şapkalı” cinayet heveskârlarıyla böyle kol kola girmekten nasıl bir hayır bekliyor?
Niye yapıyor bunu?
Ergenekonvari gösterilere sahip çıkmak AKP’ye ne kazandıracak?
 AKP’nin yakın geçmişini “inkâr eder” bir tutum sergilediği tek olay da bu değil üstelik.
Dün Milli Eğitim Bakanı, Milli Güvenlik Kurulu’na katıldı.
Tam da “4+4+4” sisteminin tartışmaları sürerken.
Milli Güvenlik Kurulu, hükümetin bazı üyeleriyle generallerden oluşuyor.
Eğitim Bakanı, arkadaşlarına bu konuyla ilgili bilgi verecek olsa kabine toplantısında verir bu bilgiyi.
Oraya askerlere hesap vermeye gidiyor.
Ya da askerleri “iyi niyeti” konusunda ikna etmeye.
Hani askerî vesayet gerilemişti, hani 28 Şubat bitmişti?
Eğitim Bakanı’nın Milli Güvenlik Kurulu’nda işi ne, ne diye askerlere hesap vermek zorunda?

“Ben iktidarımı atanmışlarla paylaşmam”
 diyen hükümete ne oldu?
Nerden çıktı askere hesap vermek?
Askerler eğitimden ne anlıyor?
Bunu generallerle değil eğitimcilerle konuşmak gerekir, eğitimcilere boşver, generallere hesap vermeye koş.
Generallere ne eğitimden, onlar kendi işlerine baksınlar.

“Ben 4+4+4 sistemine geçeceğim, izin verir misiniz komutanım?”

Onlar da izin vermediler anlaşılan, eğitimcilerin itirazlarına aldırmayan iktidar askerlerden zılgıtı yiyince “sistemini” bir dakikada değiştirdi.
Bu yol bir kere açıldıktan sonra hükümet her konuda generallere hesap vermeye, onlardan izin istemeye başlar.

“Askerin hassasiyeti”
 cümlesi bir siyasinin kafasında dolanmaya başladı mı, o “bitti” denen askerî vesayet de ağır ağır canlanır.
Sonu gelmez bunun.
Ergenekonvari mitinglere katılmalar, generallere eğitim konusunda brifing vermeler, askerden paparayı yiyip boyun eğmeler...
Hayırlı gelişmeler değil bütün bunlar.
AKP, son zamanlarda saçma yemiş kuş yavrusu gibi darmadağınık bir görüntü sergiliyor.
Adalet Bakanı, “gerekirse Oslo görüşmeleri yeniden başlar” diyor, iki gün sona Başbakan’ın başdanışmanı “asla başlamaz” diyor, bir hafta geçiyor aynı başdanışman, “aslında öyle demedim belki de başlar” diye yazıyor.
Kafaları karışmış gibi gözüküyor.
Kimin ne yaptığı, kimin ne dediği, aslında ne yapmak istedikleri belli değil.
Cesaretlerini, enerjilerini, kararlılıklarını kaybetmiş gibiler.
Bu dağınıklık AKP’yi geriye çekiyor.
Generallerden korkan, “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” diye bağırıp AGOS gazetesi’ne yürümek isteyen beyaz şapkalılarla birlikte miting düzenleyen bir parti miydi AKP?
Generallere “haddinizi bilin” diyen, Dink Ailesi’ne taziyeye giden, Kürt açılımını başlatan, Apo’yla görüşmekten korkmayan, Ergenekon’la sonuna kadar hesaplaşılacağını söyleyen, “Müslüman demokrat” kimliğinin altını çizen AKP nereye gitti?
On yıl boyunca, bugün yaptığının tam tersini yaparak Türkiye’de büyük değişimler sağlayan, halkın büyük desteğine kavuşan AKP, şimdi neden kendi on yıllık geçmişini inkâr eden işlere girişiyor?
Bu yol hayırlı bir yolsa neden on yıl boyunca yapmadılar?
Hayırlı değilse neden şimdi yapıyorlar?
Bunun cevabını verebilecek kimse var mı AKP’nin içinde?
Yoksa eğitim sistemini bile generallerin emirleriyle belirleyen o “tarumar beldede” artık sorulara bile yer kalmadı mı?