22 Şubat 2012 Çarşamba

Yüksek sesli mırıldanmalar / Ahmet Turan Alkan


Cumhurbaşkanlığı'nın DDK'ya hazırlattığı Hrant Dink raporu, cinayette "Kurumlar"ın ağır kusurlu olduklarını söylüyor. Kurumlardan neyin ve kimin kasdedildiği açıktır: Devlet!

Yüksek seviyeli bir kamu görevlisinden öğle yemeği daveti alan bir işadamı, randevu saatine az kala bir şeyler atıştırdıktan sonra tam saatinde "Makam"da hazır bulunuyor ama "makam"ın umulmadık işleri çıkmıştır. Çaresiz bekleniyor, takriben iki saat sonra işadamı ile kamu görevlisi buluşsalar da yemek saati çoktan geçmiştir. İşadamı, "yemeğin önemi yok" diyor, "karnım aç değil, sağolun". "Ama yemeğe davet etmiştim ben sizi, açsınızdır herhalde." "Yoo" diyor işadamı, "Yemek davetini duyunca devletin sağı-solu belli olmaz diye bir şeyler atıştırıp kendimi sağlama almıştım!"

Devlet böyle bir şey; her vatandaş, devletle -ne seviyede olursa olsun- ilişkiye geçerken kendini emniyete almak mecburiyeti hissediyor. Taşrada bile devletin kritik makamlarında bulunan kişilerle şahsî dostluklar kurmak, bu tedbirlerin en mâsumudur: Adliyede, hastanede, poliste, orduda en azından kapısını çalıp merhaba diyerek derdinizi anlatabileceğiniz birisiyle samimiyet peydah etmek kaçınılmazdır. Fazla okumasa da pratik zekâsı işlek herkes bunu bilir; sadece aydınlar bilmez. Onlar teoriye bulaştıkları için "Ama hukuk ne güne duruyor azizim" diye itiraz ederler; "Kimseye müdânâ etmem gerekmez; sıramı beklerim, sıradan vatandaş gibi hakkımı ararım..." Aradığı hakkı bulur mu dersiniz?

O yüzden, karşıdan bakılınca, devletten hizmet bekleyenlerin bir ahlâk zaafı gibi duran "torpil" müessesesini, aslında o hizmeti vermekle görevli kamu görevlilerinin eseri saymak lâzım. Hrant Dink'in devlette, daha doğrusu kibar söyleyişle bazı kamu kurumlarında "keşke bir torpili" olsaydı diye düşünmeden edemiyor insan.

Devlet kavramına karşı eğitimimiz esnasında bu kadar romantik ve idealist yaklaşımla şartlandırılmasak, şüphesiz daha hizmet eksenli, daha âdil, daha açık ve şeffaf bir kamu cihazımız olurdu. Öyle anlaşılıyor ki muhafazakâr-milliyetçi çizgideki sağ siyaset geleneğinin partileri, seçim kazanarak hükümet etmeyi kâfi ödül saydıklarından olsa gerek, kendilerine bahşedilen küçücük iktidar alanlarıyla avunmak, dipçik görünce şapkayı alıp gitmekle yetinmişler.
Batı düşüncesinde güzellik kavramının kusursuz formlarından biri gibi gösterilen Afrodit'in karnını yarıp kötü kokulu ve bednam şekilli iç organlarıyla yüzleşmek, hâlâ havsalamıza sığar işlerden görünmüyor pek; üstelik onca hükümet tecrübelerine rağmen. DDK raporundaki ilginç ayrıntılardan biri o noktaya işaret ediyor: "Tüm kamu görevlilerinin ilk derece mahkemelerinde yargılanması sağlanmak suretiyle 'zımnî kurumsal korunma' ve 'örtülü dokunulmazlıkların' giderilmesi gereği". Müeyyidesi nedir peki? Yeni dokunulmazlık alanları ihdâsının üstünden üç gün bile geçmemişken, DDK'nın raporu nasıl ve ne gibi siyasî ve hukukî sonuçlar doğuracak?

Son krizden önce hükümetin Ankaralaşması ihtimâlinden söz ediliyordu; Ankaralaşmak, yani bir şekilde bürokrasinin mâlum gerekçelerini savunur hâle gelmek. Hadiseler, hükümete etraflı değerlendirme payı bırakmadan seri harekete zorladı ve hayli sert üslûpla -aslında yeni olmayan- bir örtülü dokunulmazlık alanı daha ihdâs edildi. Görünürde olup-biten budur ve işin bidâyetine değil artık nihâyetine bakmak durumundayız. Hükümet, kararlılıkla himâye ettiği güvenlik bürokrasisinden, şimdi hızla verim almak zorunda. En âcil konuların başında ise Uludere'de olup bitenler hakkında doğru ve etraflı bilgilerle kamuoyunun aydınlatılması geliyor, zira Heron görüntülerini Meclis'teki komisyon üyelerinin seyretmesi (veya herkesin seyredebilmesi) şüpheyi dağıtmadı. Hâlâ cevaplanması gereken en temel soru cevapsız. Aradan neredeyse iki ay geçti; o istihbaratın kaynağını ve o kritik saatlerdeki haberleşme trafiğinin adreslerini hâlâ bilmiyoruz.

Yoksa Uludere göründüğünden daha pis bir tencerenin kapağı mıdır?