27 Şubat 2012 Pazartesi

Siyasallaşmış generallerin maceraları / Namık Çınar

Toplumsal ve siyasal yaşamımızın son elli yıllık takviminde herhangi bir gün yoktur ki, Nemrut sulbünden gelen generallerin müdahalesinden yakasını sıyırıp da, saçlarımızın arasında şöyle meltem yumuşaklığında oyalanarak, bir yaz akşamının berrak serinliğindeki munisliklerde geçebilmiş olsun.
15 yıl önceki 28 Şubat’ın yıl dönümüdür, yarın. Esasen, devamlı matinedeki bir filmin kesintisizliğinden başka bir şey olmayıp, biteviye müdahalelerle dolu günlerin, sadece tespihin taneleri arasındaki belirgin duraklarından biri gibidir, o da.
Acaba müdahaleci bir general ne düşünüp, günlerini nasıl geçiriyordu, dersiniz? Sabah yatağından kalkar kalkmaz, “bugünkü yapılacaklar arasında, başbakanın canına okumak da var!” diye mi başlıyordu, meselâ güne? Sinekkaydı bir tıraş ve duştan sonra, aynanın karşısında giyinirken, üniformasındaki debdebeyi süzüp, “bu yaşa ve düzeye gelmiş biri için, amma da süslü bir giysi bu yahu! Bir an önce yalınlaştırmalı bu kıyafet yönetmeliğini” demek yerine, ruhuna narsisist hava üfleyen, şişinme katkısı sağlayan bir bileytaşı mıydı ki, yoksa bu? Öyle ya, kınnap gibi ipince sarı bir kordonu dahi çok gördükleri gencecik bir astsubay adayının delikanlılık hayâlleri dururken, nedir allah aşkına, o altmışlarına merdiven dayamış koca koca adamların sünnet çocukları gibi ortalıkta dolanmaları?
Kahvaltı sofrasında kızarmış ekmeğine tereyağı sürüp, gençlik yıllarında şarktayken,“Şavullar”dan ilk aldığında tadı damağında kalmış, ama artık en iyisini özel olarak getirtebildiği, Van’ın otlu peynirinden çatalın ucuyla bir yudum alırken, “bakalım YÖK başkanı dün emrettiklerimi yaptı mı” diye programını mı tasarlıyordu, bir yandan da?
Ayakkabısının ucu lojmanının kapısında belirir belirmez, fırlayıp çantasını kapan emir subayının; askerlerden ve polislerden oluşmuş abartılı bir refakat kervanını andıran önlü arkalı eskortların; kırmızılı-mavili ışıldaklarını çalıştırarak sabah sabah ortalığı cayırtılı bir panayıra çevirecekleri ve daha bir sürü telâşlı koşuşturmalarla zenginleştirerek, görkeme ve korkuya dayalı bir gösteriş kültürüne dönüştürecekleri bu seremoni, her günün daha ilk dakikalarında, “ne denli etkili ve vazgeçilmez bir adam olduğunu” hatırlamasını özümseten bir yakıt mı oluyordu, kendisine acaba?

Sonra da, devamı karargâhlarda ve başka yerlerde sürdürülen şaşaaların eşliğinde, ast-üst generaller ve postal yalayıcı kimi sivillerle yapılacak olan toplantılarda, “Türkiye’yi irticai ve bölücü tehlikelerden korumak ve kollamak” nâmı altında, takılı kaldığı ezberleri oldum bittim değişmeyen bir pikap gibi gün boyu tekrarlayıp durarak, firavunların günümüzdeki gaddarlıklarına mı öykünecektir?

Ya pekiyi, o siviller; bugüne değin pişkinliklerini utanmazca sergileyip sürdürerek, siyasette, bürokraside, medyada, iş dünyasında ve üniversitede kolaylıkla fink atabilen, postal düşkünü o yüzsüz siviller; onlara ne demeli?

Halktan aldıkları yetkiyi, umurlarını bağladıkları generallerle takas eden kimi politikacıların, hazineyi siste-pusta daha güzel çarçur edebileceklerini hesap eden kimi bürokratların, önüne atılacak kemiği üniformadan bekleyen kimi gazetecilerin, ithal ikâmesi ve ihâleler yoluyla devletten zengin olmuş rantiye işadamlarının ve kimilerindeki profesörlükler askerlerinki gibi sadece senelerin geçmesine bağlanmış, bilimsellik fukarası üniversitelerin oluşturdukları koalisyon; bu ülkenin koca bir yüzyılını heba etmiş; Cumhuriyet’in demokrasiyle taçlandırılmasına engel teşkil ederek, insanından kurduna kuşuna, toprağından havasına suyuna kadar her şeyine, sadece ve sadece, zarar vermiştir.

Ne ki, bütün hepsinin biraraya gelerek biçimlendirdikleri bu oligarşik yapı, bugün artık giderek, Lût’un gazaba uğramış Sodom ve Gomore’sini çağrıştırmakta; karakalabalıklar olarak gördükleri şu mazlum halkın, nihayet Vezüv gibi “demokrasi” püskürtmesi sayesinde, âdetâ yerle bir edilecekleri Pompei’de son demlerini yaşamaktadırlar.

Lâkin sorunlar vardır. Bu aşamaya gelmedeki emekleri yadsınamayacak olan hükümet, eski dinamizmini artık yitirmişe benzemektedir. İlericilik adına yapılmış olan tüm hamleler bırakıldıkları yerlerde kalakalmış, reformist ve sistemik esaslara bağlanmadıkları için, geriye dönüş emareleri dahi görülmeye başlamıştır.

Örneğin, din ve vicdan özgürlükleri üzerine yapılan genel söylemlerden sapılarak, kendi inanç biçimlerinin öne çıkarıldığı bir çizgiye gelmişlerdir. Uygar bir devletin üstüne vazife olmayan, “dindar nesiller yetiştirmek” gibi amaçlar edinmeye kalkışmışlardır.

Kemalist ideolojinin çağdışı bir fantezisi olan “gençliğe hitabe”nin, antidemokratik bir ferman gibi olur olmaz her yerde asılı durması, haklı olarak yadırganır ve eleştirilirken; Necip Fazıl’a ait bir başka ideolojik ve çağdışı “gençliğe hitabe” fantezisi, âdetâ onun yerine ikâme edilmek istenircesine ve hak edilmedik bir tutarsızlıkla ortaya atılabilmiştir.

Kürt sorununu gidermede hiçbir mesafe alınamamış; siyasal zeminin kapıları mahpushanelere açılarak, Kürtlere gösterilen sadece savaşın yolu olmuştur.

Yeni anayasanın yapımı lâftan öteye gidememiş; geniş kitleler, bir avuç girişimcinin sermaye temerküzü uğruna yoksullaştırılarak, işçileştirilmişlerdir.

AB unutulmuş; Arap dünyasıyla, maddi ilişkilerden çok, kültürel ve giderek dinsel değerlere dayalı bir haşır neşirlik öne çıkarılmıştır.

Eğer iktidarınızın miadı dolmaya yüz tutmuşsa, bilesiniz ki bir başka iktidar yoldadır. Ama ufukta bir başka sivil siyasal dinamik görünmüyorsa; o zaman da kimi generaller, bir yandan yıldızlarını parlatırlarken, bir yandan da kimi dudaklar için postallarını boyatmaya başlayabilecekler, demektir.