Bir kısım basındaki editör arkadaşlarımız, "İşte o an!" başlığı
atmayı çok seviyorlar; başlığın altında ise insanların hangi hissine
hitap etmekte olduğunu bir türlü kestiremediğim "beslenme" fotoğrafları
yer alıyor: Haysiyet düşkünü timsah, ceylanı arka bacağından dişlerinin
arasına kıstırmış; hayvancağız çırpınıyor; belli ki az sonra çatır çutur
yiyecek!
Sinsi ve şerefsiz yılan bîhaber serçeye arkadan yaklaşmış usulca,
tam yemek üzere veya boğanın, boynuzu bilumum "Toro" nesli nâmına
matadordan rövanşı alırcasına arkadaşın baldırına daldırıverdiği sâlise:
işte o an!
Hayvan belgesellerinin, bir türlü mânâsına eremediğim müthiş bir hayran kitlesi var. Yurdum insanları işi gücü bırakıp saatlerce çakal, kuş, balık, ayı belgeseli seyrediyorlar; en çok da köpek balığı, kaplan ve maymun. Tek satır Rousseau okumadan alayımız birden Rusocu mu olduk nedir? Mâlum, üstad mutluluğun ancak tabii olanda bulunabileceğini ileri sürmüş, bilim ve sanatların gelişmesini insanlığın yozlaşmasına hamletmişti; kezâ insanın fıtraten iyi olduğunu, ona kötülüğü "kurumlar"ın öğrettiğini de savunmuştu. Anarşist miydi neydi üstâd? Lâf açılmışken kaydedeyim bâri; Rousseau Türkiye'de çok anlaşılmış fakat fena halde yanlış anlaşılmış bir filozof olup tafsili uzundur, geçiyorum.
Sadece hayvan belgeselleri seyrederek sistematik bir felsefe kurmak mümkündür fakat bunu aramızdan henüz başarabilen çıkmadı; çok çok, "Bak sen şu işe yahu; cık cık cık!" deyip geçiyoruz ki bu kadarcık hislenişten felsefî bir hüküm çıkarmak pek mümkün görünmüyor. İnsan belgesellerine yönelmek daha iyi bir fikir değil midir?
"Sen editör olsan, hangi insan konularından hangi anların fotoğrafından ibret haberleri yapardın?" diye sormuyorsunuz ama ben yine de söyleyim: Meselâ 27 Mayıs günü sabahı İstanbul'dan bir askerî uçağa doldurularak kargo usulü Ankara'ya sevkolunan bir grup İÜ Hukuk Fakültesi hukukçu profesörün ertesi gün, "Bu mübeccel hareketi hükümet darbesi saymak doğru değildir. Hükümet meşruluğunu kaybetmiştir. 27 Mayıs ise bal gibi meşrûdur" raporunu verdikleri ânın fotoğrafının altına "İşte o an!" altyazısı yazılabilirdi. İşte o an; millet hukukunun hapı yuttuğu, bürokratik vesâyetin yavru ceylânı kameralar önünde fırından çıkmış taze ekmek gibi kıtır kıtır yediği an; kezâ, Yassıada'daki "Yüksek Adalet Divanı" (Şaka gibi!) başkanı Salim Başol'un, tutuklu sâbık Başvekil Menderes'e, "N'apayım abi, ben de emir kuluyum" bâbında, "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" demesi de işte o anlardan biri olup böyle anlamlı sözlerden niçin şarkı bestelenmediğini hep merak ederim.
"Taktın kafayı hoca 27 Mayıs'a, değiştir şu plâğı" diyorsanız başka bir "ân"a geçeyim; yakın tarihimizde o kadar çok "işte o an" var ki, tembellik etmesem albüm tadında, çokça seyredilir ve kolay okunur resimaltlarından mürekkep bir "işte o an"lar fotoromanı bile yazabilirim (Kimse, "Aa ne güzel fikir, ben hemen yapayım bari" diye konuya atlayıp kitap yazmaya filan kalkışmasın, patenti benim!). İşte bir başkası; tarih 13 Eylül 2010. Darbeden tam otuz yıl sonra bir grup sivil toplum kuruluşunun Sultanahmet Adliyesi'ne gelerek 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunduğu dakika da öyle bir an olup geçtiğimiz ay Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından darbeci takımı hakkında resmen ve alenen dâvâ açılması da bu cümledendir.
Konuyu daha magazinel bir boyuta taşıyarak noktalayalım: CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun bir TV programında sunucuya, "Sabahattin Ali'yi kim öldürttü?" diye sorması ve sunucunun "CHP döneminde" cevabını vermesi üzerine "Evvet!" demesi de müthiş bir andı. Tarihî niteliği vardı, bir ilkti. Bu yoğun adrenalin patlamasından hemen sonra öteki sunucunun "Dersim olayı da o dönemde olmuştu" şeklindeki ara gazı sözlerini "Şimdi bakın değerli arkadaşlar" diye savuşturması da üst üste yaşanan "işte o an"lardan bir başkasıydı.
Böyle bir kitap yazsam, kapağına 12 Eylül sabahı devrin başbakanı Demirel'in, evini saran askerleri fark edince söylediği, "Ne gereği var, benim ayrı bir ordum mu var; benim Türk Silahlı Kuvvetleri'm var" diye konuştuğu ânı koyardım. Kitap peynir-ekmek gibi satardı, ben de Boğaz'da yalı alırdım.
Hayvan belgesellerinin, bir türlü mânâsına eremediğim müthiş bir hayran kitlesi var. Yurdum insanları işi gücü bırakıp saatlerce çakal, kuş, balık, ayı belgeseli seyrediyorlar; en çok da köpek balığı, kaplan ve maymun. Tek satır Rousseau okumadan alayımız birden Rusocu mu olduk nedir? Mâlum, üstad mutluluğun ancak tabii olanda bulunabileceğini ileri sürmüş, bilim ve sanatların gelişmesini insanlığın yozlaşmasına hamletmişti; kezâ insanın fıtraten iyi olduğunu, ona kötülüğü "kurumlar"ın öğrettiğini de savunmuştu. Anarşist miydi neydi üstâd? Lâf açılmışken kaydedeyim bâri; Rousseau Türkiye'de çok anlaşılmış fakat fena halde yanlış anlaşılmış bir filozof olup tafsili uzundur, geçiyorum.
Sadece hayvan belgeselleri seyrederek sistematik bir felsefe kurmak mümkündür fakat bunu aramızdan henüz başarabilen çıkmadı; çok çok, "Bak sen şu işe yahu; cık cık cık!" deyip geçiyoruz ki bu kadarcık hislenişten felsefî bir hüküm çıkarmak pek mümkün görünmüyor. İnsan belgesellerine yönelmek daha iyi bir fikir değil midir?
"Sen editör olsan, hangi insan konularından hangi anların fotoğrafından ibret haberleri yapardın?" diye sormuyorsunuz ama ben yine de söyleyim: Meselâ 27 Mayıs günü sabahı İstanbul'dan bir askerî uçağa doldurularak kargo usulü Ankara'ya sevkolunan bir grup İÜ Hukuk Fakültesi hukukçu profesörün ertesi gün, "Bu mübeccel hareketi hükümet darbesi saymak doğru değildir. Hükümet meşruluğunu kaybetmiştir. 27 Mayıs ise bal gibi meşrûdur" raporunu verdikleri ânın fotoğrafının altına "İşte o an!" altyazısı yazılabilirdi. İşte o an; millet hukukunun hapı yuttuğu, bürokratik vesâyetin yavru ceylânı kameralar önünde fırından çıkmış taze ekmek gibi kıtır kıtır yediği an; kezâ, Yassıada'daki "Yüksek Adalet Divanı" (Şaka gibi!) başkanı Salim Başol'un, tutuklu sâbık Başvekil Menderes'e, "N'apayım abi, ben de emir kuluyum" bâbında, "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" demesi de işte o anlardan biri olup böyle anlamlı sözlerden niçin şarkı bestelenmediğini hep merak ederim.
"Taktın kafayı hoca 27 Mayıs'a, değiştir şu plâğı" diyorsanız başka bir "ân"a geçeyim; yakın tarihimizde o kadar çok "işte o an" var ki, tembellik etmesem albüm tadında, çokça seyredilir ve kolay okunur resimaltlarından mürekkep bir "işte o an"lar fotoromanı bile yazabilirim (Kimse, "Aa ne güzel fikir, ben hemen yapayım bari" diye konuya atlayıp kitap yazmaya filan kalkışmasın, patenti benim!). İşte bir başkası; tarih 13 Eylül 2010. Darbeden tam otuz yıl sonra bir grup sivil toplum kuruluşunun Sultanahmet Adliyesi'ne gelerek 12 Eylül darbesini yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunduğu dakika da öyle bir an olup geçtiğimiz ay Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından darbeci takımı hakkında resmen ve alenen dâvâ açılması da bu cümledendir.
Konuyu daha magazinel bir boyuta taşıyarak noktalayalım: CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun bir TV programında sunucuya, "Sabahattin Ali'yi kim öldürttü?" diye sorması ve sunucunun "CHP döneminde" cevabını vermesi üzerine "Evvet!" demesi de müthiş bir andı. Tarihî niteliği vardı, bir ilkti. Bu yoğun adrenalin patlamasından hemen sonra öteki sunucunun "Dersim olayı da o dönemde olmuştu" şeklindeki ara gazı sözlerini "Şimdi bakın değerli arkadaşlar" diye savuşturması da üst üste yaşanan "işte o an"lardan bir başkasıydı.
Böyle bir kitap yazsam, kapağına 12 Eylül sabahı devrin başbakanı Demirel'in, evini saran askerleri fark edince söylediği, "Ne gereği var, benim ayrı bir ordum mu var; benim Türk Silahlı Kuvvetleri'm var" diye konuştuğu ânı koyardım. Kitap peynir-ekmek gibi satardı, ben de Boğaz'da yalı alırdım.