31 Aralık 2008 Çarşamba

Neden hasım olsunlar? / Mehmet Ali Kışlalı

Son günlerde iki emekli komutan tartışması kamuoyunda dikkat çekti. Eski Genelkurmay başkanlarından Hilmi Özkök, kendisine görevi sırasında, Cumhuriyeti gereken dinamizm ile, AKP iktidarına karşı savunmadığı için yapılan eleştirilerkarşısında ‘savunma’ yaptı. ‘Zamanın hükümetiyle kavga etmediği için’ eleştirildiğini söyledi.
Yıllardır mesleğim gereği ‘sivil ve asker’ iki camiayı yakından izliyorum. Onların zaman zaman sürtüştüklerini gördüm. Bunun temelinde yatan sebepleri hep algıladığımı düşünmüşümdür. En önemli sebep olarak da iki camianın farklı değer hükümlerine ve üsluplara sahip olmalarını ön plana çıkarmışımdır. Hilmi Paşa şimdi siyasi iktidarla, kimilerinin istediği gibi ‘kavga’ etmemesini kendi görev anlayışının uygulama yöntemine (üsluba) bağlamaktadır. Yoksa mensup olduğu camianın sorumlu Genelkurmay Başkanı olarak asli görevini ihmal etmediğini belirtmektedir.
Demek ki; sık sık bu köşede ifade ettiğim gibi, asker Atatürkçü Düşünce Sistemi’ne göre yetişince, bu sistemin iktidarlar tarafından paylaşılmasını, uygulanmasını beklemektedir. Çünkü bu Cumhuriyet’i kuran ve 85 yıldır yönetiminde esas olarak özümsenen prensipleri muhafaza etmek onlara düşmektedir.
Siyasilerin yetişme sistemleri ise farklı etkilere ve yetişme koşullarına açıktır. İktidara geldiklerinde ülkeyi, diğer demokraslerde olduğu gibi, kendi düşüncelerine ve planlarına göre yönetmek isterler. Bu sırada askeri düş kırıklığına uğratacak, planlar yapıp uygulamaya çalıştıkları da olur. Çünkü onlar da kendilerini askerlerle ortak kabul ettikleri Anayasa kurallarına göre davranan bireyler, kurumlar olarak düşünmektedirler.
Batı demokrasilerinde asker ve sivil arasında bu yetişmelerinden kaynaklanan ikilem yok. Çünkü orada askerlere, kan dökülerek, büyük çabalar sarfedilerek istiladan kurtarılarak kurulan, bizim koşullara dayalı ülke kurmak ve muhafaza etme misyonu kısmet olmamıştır. 27 Mayıs’a kadar siyasilerin mevcut kurallarla yönettikleri ülke, o tarihte bir çıkmaza girmiş. Yapılan yeni Anayasa’da, boşluklar doldurulmuş. Böylece siyasilerin, yeni bunalımlar yaratılmaması için, uygulamaları gereken yeni kurallar konmuş. Kurumlar yaratılmış. Bu yeni getirilen kurumların bir kısmında, askerlerle siyasiler birlikte önemli sorunları irdeliyorlar. Ama olaylara ve sorunlara bakış açıları, en azından yetişme koşullarından dolayı farklı. Bu durum çeşitli vesileyle ortaya çıkıyor. Ama ne siviller ne de askerler diğerinin düşünce sistemini, değer hükümlerinin temelinde yatan sebepleri tam anlamak için gerekli gayreti göstermiyor.
Ortada bir 27 Mayıs olayı bulunduğundan, o yıllarda iktidara gelen siyasetçiler bir süre masalarının üzerinden eksik etmedikleri küçük kırmızı anayasa kitapçığını ellerinden düşürmüyorlardı. İdam edilen siyasilerin durumuna düşme korksu içinde yaşıyorlardı. Ülkenin 27 Mayıs noktasına nasıl geldiğini araştırırken işin kolayına kaçıyorlar. Müdahaleye sebep olan yönetimle ilgili unsurları inceleyeceklerine, askeri müdahaleyi yapanların kişiliklerini incelemekle yetiyorlardı. Özel istihbaratlarına göre saptadıkları ‘darbe yapmaz’ vasıflı komutanları göreve getirmekle sorunu çözeceklerini sanıyorlardı. Bu çıkmaz bir yol. Siyasetçi askerin ne düşündüğünü, neyi korumak için kararlı olduğunu bilmiyor. Bunu öğrenmek de istemiyor. İşte bu inançta olan bir siyasi lider, askerle çatışmasına sebep olan, başarısız görev dönemlerinden sonra, askeri ancak çok uzun yıllar sonra Çankaya’ya çktığında ,tanıyabiliyor, askerin sivillere hasım olmadığını anlayabiliyordu. Siyasiler böyle yapıyorlar da, amaçları kendilerine verilen misyonun sorumluluğu içinde, ülke ve rejimi korumak olan askerler gerekeni doğru yapıyorlar mı? Bu söylenebiliyor mu? Olaylarla ilgili gözlemlerim bana “Bu konuda askerler de sivilleri anlamak ve onlara gereken yöntemlerle yaklaşmak için üzerlerine düşeni yaptılar” dedirtmiyor.

MGK'da Alınan İsrail Kararı

MGK toplantısının ardından MGK Genel Sekreterliği'nce yayımlanan bildiri şöyle:
''Toplantıda, ülke güvenliğini etkileyen iç ve dış gelişmeler ele alınmış; milletimizin güven ve desteği ile sürdürülen bölücü terörle mücadelede elde edilen sonuçların genel bir değerlendirmesi yapılmıştır. Bu bağlamda, terör örgütü ve yandaşlarına karşı yürütülen çok yönlü mücadeleye, tehdit bertaraf edilene kadar aynı azim ve karalılıkla devam edileceği vurgulanmıştır.
İsrail'in Gazze'ye yönelik harekatının çok sayıda Filistinlinin yaşamanı yitirmesine yol açmasından duyulan derin endişe dile getirilmiş, askeri harekatın derhal durdurulması, çatışmaların sona erdirilmesi, diplomasiye imkan tanınması, Gazze'deki halka insani yardımların güvenli şekilde ulaştırılmasının sağlanması ve ayrıca Filistinliler arasında bir an önce uzlaşmaya varılması çağrısında bulunulmuştur.
Irak'taki ABD güçlerinin statüsüne ve geri çekilme takvimine ilişkin olarak Irak ile ABD arasında imzalanmış bulunan anlaşma sonrası dönemde Irak'taki yeni durum ve bu ülkeyle ilişkilerimiz değerlendirilmiş, ayrıca Irak topraklarından kaynaklanan PKK terörüyle mücadele konusu ve bu amaçla Türkiye, Irak ve ABD arasında oluşturulan üçlü mekanizma ele alınmıştır. Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi çerçevesinde Irak ile işbirliğinin çeşitli alanlarda geliştirilmesi üzerinde de durulmuştur.
Kıbrıs'ta 3 Eylül 2008 tarihinde başlayan müzakere süreci ayrıntılı olarak değerlendirilmiştir. Bu çerçevede, Türkiye'nin Kıbrıs'ta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Talat tarafından yürütülmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerini desteklediği, çözümün; yerleşik BM parametreleri temelinde 40 yıllık müzakere sonucunda ulaşılan iki kesimlilik, iki tarafın siyasi eşitliği, iki kurucu devletin eşit statüsü ve yeni bir ortaklık devleti ilkeleri çerçevesinde bulunması gerektiği ve Türkiye'nin etkin ve fiili garantisinin devam etmesinin esas olacağı vurgulanmıştır.''

O KÜÇÜK CÜMLENİN TARİHİ ANLAMI / Mustafa Karaalioğlu

Bazen bir cümle herşeyi değiştirebilir; sayfalarca yazıdan veya koskoca bir geçmişten daha önemli olabilir.Özellikle de kelimeler, sözün ürettiği sembollere taşıdıkları anlamlardan daha büyük misyonların yüklendiği bir ülkede...
Bir cümle alışkanlıkları da önyargıları da yıkabiliyor. Tam tersi olabildiği gibi. Başbakan Erdoğan’ın TRT’nin kanalı Şeş TV’ye yaptığı konuşmanın sonunda Kürtçe ‘Hayırlı olsun’ demesi, komplekse kapılmadan; muhalefet bunu kullanır, marjinaller bunu suistimal eder diye düşünmeden o cümleyi söylemesi bir tabunun daha sonunu getirmiştir. Bir cümle belki hiçbir şey çözmüyor ama zihinlerdeki perdeyi kaldırıyor, toplumdaki öfkeyi dindiriyor ve en önemlisi de Kürtler’e hep cimri davranan siyasetin elini bollaştırıyor. Başbakan’ın o cümlesi aynı zamanda hem topluma hem bürokrasiye hem de siyaset sınıfına verilmiş ince bir ‘Korkulacak bir şey yok’ mesajıdır.
.....
Bırakın politikacıları, en şahin görünen askerler bile gerçeğin ne olduğunu biliyorlar. Emekli olan generallerin sorun yaklaşımlarının üniformalı halleriyle taban tabana zıt olması da bunu gösteriyor. Dahası, 2 yıl önce Kuzey Irak’ı vurma planları yapan ve bunu da kamuoyuyla paylaşmaktan çekinmeyen Genelkurmay’ın bugün aynı bölgeyle işbirliği talebinde bulunacak noktaya gelmesi de sorunun gerçekte hangi boyutta olduğunun herkes tarafından pekala bilindiğini ortaya koyuyor. Hamasetle, afra tafrayla, daha çok vurmakla çözülemeyeceği belli olan bir sorun bu...
......

SEN NE YAPTIN BE AMCA! / Umur Talu

....
Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti; Bu hassas kamu vicdanına hassasiyetle hesap vermek zorunda.
Çünkü, Türkiye tarihinin, en azından hani "Cezayir halkının bağımsızlık hakkına emperyalizm kuyruğunda çekimser kalmış" lekeler tarihimizin en ciddi kirlerinden biri bulaştı üstümüze.Kir ve kan bulaştı hepimize. Üçüncü gün, ısrarla yazmaktan başkası gelmiyor elimden. Ankara; İsrail yüzlerce Filistinliyi katletmek üzere saldırı kararını almışken Türkiye'ye gelen İsrail Başbakanı ile ne konuşulduğunu, ne konuşulmadığını açıklamak zorunda. Hükümet (ve devlet) bundan kaçınamaz. Çünkü, kandırıldıysa bir türlü, kandırıyorsa bin türlü.Her halükârda, kir ve kan üstümüze bulaştı.Kamu vicdanının en hassas olduğu bir konuda, bu ülkede ama varlıklı ama yoksul, soldan sağa, her kesimden, kökenden milyonlarca insanın içi acıdı. Çok acıdı. Acının katmeri, bir de utanç. İsrail Başbakanı "bizimkiler"i kandırdıysa da utanç; "bizimkiler" kendilerini veya bizi kandırdıysa da. Bunu sormak Meclis'in görevi, muhalefetin işi, ama AKP Grubu'nun da sorumluluğu. Bunun peşine düşmek gazeteciliğin gereği.Bunu talep etmek insanlığın, kamu vicdanının doğal sonucu.
Bir şey daha; Devlet; hükümet ve Genelkurmay, aynı kamu vicdanına, "İsrail ile işler"in dökümünü de verebilmeli.Tanklar, helikopterler, uçaklar... Paralar hükümete de Genelkurmay'a da ait şahsi varidat olmadığına göre; siyasi ve askeri kararlarla İsrail savaş, şiddet, baskı, katliam makinesine akıtılan "kamu kaynakları". Öyle turizm, portakal ticareti, lokum, hurma alışverişi filan değil... İsrail silahlarını besleyen kamu kaynakları! İsrail uçaklarına açılan kamu tesisleri! Hassas kamu vicdanını yaralayan, yaraları kanatan, çocuklara kıyan ne varsa!Filistin'in ölü çocukları da soruyor: Bizi vururlarken sen ne yaptın be Amca!Ablukada aç ve yarı ölü kapatırken bir yılı daha, ölü (veya ölümüne sakat) girdikleri yeni bir yılda, o çocukların da hatırasına, daha umutlu, hakikatli, hakkaniyetli günlere tanık olmak dileğiyle.

Ergenekon Çözülmeli! Neden Mi?

Prof. Dr. Mümtaz'er Türköne, 27 Mayıs darbesinden sonra ülkede bir kırılma yaşandığını, bu kırılmanın derin yapılanmalara zemin hazırladığını belirterek, Ergenekon çözülmeden Türkiye'de hiçbir şeyin çözülmeyeceğini söyledi.
Memur-Sen Konfederasyonu Eğitimciler Birliği Sendikası Bilecik Temsilciliği tarafından, 6 Eylül Kültür Merkezi'nde "Türkiye'de Demokratikleşme Süreci" konulu konferans düzenlendi. Çok sayıda izleyicinin katıldığı konferansa Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Mümtaz'er Türköne konuşmacı olarak katıldı.
Türkiye'deki demokrasi tarihini anlatan Türköne, demokrasi tarihimizin 1837 yılında başladığını, 1946 yılında çok partili hayata geçilmesiyle kurumsallaştığını vurguladı. Türköne, kurumsallaşma sürecinin başlamasıyla kesinti sürecinin de başladığını, 1960, 1971, 1982 ve 28 Şubat'ta kesintiye uğradığını söyledi. Bu süreçte, 27 Mayıs 1960'ın en büyük kırılma noktası olduğunun altını çizen Türköne, "Biz bugün bile 27 Mayıs 1960 tarihinde olan şeylerin sonuçlarını hala yaşıyoruz. Hala 27 Mayıs günü bu ülkede rayından çıkan şeyi yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz. Hala 27 Mayıs günü zihnimizde, bedenimizde ve hafızamızda meydana gelen travmayı onarmaya çalışıyoruz. Bizim hafızamızda, kimliğimizde, kişiliğimizde olmayan şey 27 Mayıs 1960 günü olan şey. 27 Mayıs 1960'da iktidara el koyanların kurduğu bir düzenin içinde yaşıyoruz hala. Hala onun oluşturduğu kurumların içinde varolmaya, vazife etmeye, dış politikayı yürütmeye, ekonomiyi toparlamaya ve ülkeyi biraz düzey kazandırmaya çalışıyoruz. Bu Cumhuriyetin başında kurulan şey değil, 27 Mayıs'tan sonra kurulan bir şey. Bugün ülkenin bütün sorunlu alanlarına bakın hepsi 27 Mayıs'ın kurduğu kurumlardır. YÖK'e bakın problem. Anayasa Mahkemesine bakın, bugün Türkiye'de tartışılan Anayasa Mahkemesi kendi aralarında kavga ederek tartışıyor." dedi.
Türkiye'de 27 Mayıs'ın açtığı yolla, iktidarı sadece güçle, komployla ele geçirmeye hazır bir potansiyel ortaya çıktığını vurgulayan Türköne, şöyle devam etti: "Bu potansiyel iktidarı ele geçirmek için ellerinde bulundurdukları imkanları, araçları kendilerine iktidar kapısını açacak şartları olgunlaştırmak için kullanmaya başladılar. 1960'ın sonlarında başlayan ve 1970 yılında da Türkiye'yi tamamıyla kontrolü altına alan şiddet olaylarının arkasında bu iktidar mücadelesi var. 12 Eylül 1980'de yapılan darbenin gerekçesi buydu. Yaygın şiddet olaylarını engellemek, 27 Mayıs darbesi ve 12 Mart darbesinin gerekçesi de buydu. Şimdi ne oluyor kontrol altına alamadığınız, kurala bağlayamadığınız iktidar rekabeti bu sefer halkı birbirine kırdıran, şiddeti yaygınlaştıran ve ön önemlisi de devlet içinde, toplumun, ülkenin huzurunu, güvenliğini temin etmek için görevli olanları, toplumun, devletin güvenliğini tehlikeye atan kişiler haline getiren başkalaşım yaratıyor."
Mümtaz'er Türköne, bu durumun bugün karşımıza somut olarak bir davayla çıktığını, bunun Ergenekon davası olduğunu kaydetti. Türköne, Ergenekon davası ile ilgili olarak da şunları söyledi: "Devlet içinde ihtilal, darbe yapmak, bu amaçla cuntalaşmak, çeteleşmek, ülkede kavga yaratmak, insanları birbirine düşman etmek, onun bir iktidar projesi, modeli olarak ne kadar yaygın ve etkin bir şekilde kullanıldığı ortaya çıktı. Bugün Ergenekon davasında karşımıza çıkan manzara 27 Mayıs'tan beri sürekli tekrarlanan şey. Bunlardan kurtulmanın, uzaklaşmanın yolu 27 Mayıs'la hesaplaşmak. Hafızamızda nesiller boyu bizlere nakledilen, bize öncekilerden devraldığımız ve bizden sonra gelenlere devrettiğimiz kırılmalar, kendi yaşadıklarımızla tecrübe ettiklerimizle kırılmalar, miras olarak bırakacağımız şeyler. Bütün bunların hepsi, bizim 27 Mayıs'tan bugüne 48 yıllık bir tecrübenin özetidir."
Türköne, 2008 yılında, Anayasa Mahkemesi'nin anayasa değişikliğini iptal etmesi ve AK Parti'yi kapatma davası gibi 2 önemli siyasal kriz yaşandığını, bu siyasal krizlerin sonunda Türkiye kendi sistemini çeviremeyen, döndüremeyen, yürütemeyen bir ülke konumuna getirdiğini hatırlattı. Bu sıkıntıların 2009 yılında aşılması gerektiğini ifade eden Türköne, bu değişimin sistemin değişmesi ile mümkün olduğuna da vurgu yaptı. Türköne, "Halk tarafından yapılmış bir anayasaya sahip bir toplum olarak göğsümüzü gere gere yoldan çıkacak, bizi yoldan saptıracak, elindeki silahla iktidara el koymaya niyetlenen ve aklından bu tip şeyler geçirenleri de sindirecek, caydıracak bir durumda olabilirdik. Türkiye 2009 yılı içinde yeni bir anayasaya kavuşur, halkın eliyle doğrudan doğruya iradesiyle, halkın belirlediği şekilde bir anayasa Türkiye'yi temel kurallarını belirleyen, toplum sözleşmesini belirleyen bir anayasa olarak kabul edilir ve ondan sonra ancak belki 27 Mayıs'ta ki kırılmanın bizi sürüklediği, savurduğu yerlerden kurtulup, yeni bir başlangıç yapabiliriz. Bu başlangıcı yapmaya çok ihtiyacımız var, çünkü dünya çok farklı bir yere doğru gidiyor. 27 Mayıs 1960'da darbeyi yapanların dahil olduğu dünya yok. Artık yepyeni bir dünya kuruluyor, yeni kurallarla, yeni aktörlerle yeni bir dönem başlıyor. Bizim de bu yeni başlangıca yeni bir anayasayla katılmamız, kendi irademizi, kendi kararımızı bu anayasayla göstermemiz lazım" diye sözlerini tamamladı.

Masonluğunu İtiraf Etti...

Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından Doç. Dr. Ümit Sayın, Üzeyir Garih cinayetine ilişkin odasında el konulan resim ve yazıları kendisine getiren kişinin ismini hatırlamadığını söyledi.
3. derece Mason olduğunu belirten Sayın, 2005 yılında Orgeneral Hurşit Tolon'a İstanbul Üniversitesi'ndeki gelişmelere ilişkin bilgi sunduğunu ifade etti. Sayın, "Ankara Merkez Orduevi'nde bir kez görüştüm. Daha sonra telefonla bir kaç kez görüşmemiz oldu. Adli Tıp Enstitüsü Müdürü değişmişti. Değişen müdürle ilgili bilgi aldı." dedi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde devam eden Ergenekon duruşmasında sanık Ümit Sayın'ın emniyet müdürlüğü, savcılık ve mahkeme safhasında verdiği ifadelerin okunmasının ardından çapraz sorgusuna geçildi.
Cumhuriyet Savcısı Mehmet Ali Pekgüzel'in, "Behiç Gürcihan ile ilgili iki farklı ifadeniz var. İkinci ifadenizde Gürcihan'ın bu soruşturmanın kilit ismi olduğunu söylüyorsunuz. Aradaki bu çelişkiyi giderir misiniz?" şeklindeki sorusuna Sayın, "Bu konuda ikinci kez verdiğim ek ifadem geçerlidir. O zamanlar etrafta onun hakkında eksik bilgiler dolaşıyordu. Eksik bilgiye dayalı bir kanaattir. Şu anda aynı kanaatte değilim." dedi. Sevgi Erenerol ile görüşmesine ilişkin soru üzerine Sayın, "Erenerol ile 2-3 yıl önce bir tez öğrencisi için görüştük. Öğrenci, Türkiye'deki misyonerlik faaliyetleri ile ilgili tez hazırlıyordu. Erenerol ile kilisede görüştük. Sevgi hanım misyonerlik faaliyetlerinin daha ziyade Protestanlar tarafından yapıldığını söylüyordu. Daha sonra bir görüşmemiz olmadı." diye konuştu.
Savcının, "18 Haziran 2007 tarihinde www.kuvayimilliye.net sitesinden isminizin çıkartılması ile ilgili olarak bazı kişilere mail atmışsınız. Ayrıca bazı komutanlarla konuştuğunu söylemişsiniz. Bu komutanlar kimdir? Bu konuda neden sitenin sahibi Bekir Öztürk'ü haberdar etmediniz?" diye sordu. Bu soruya Ümit Sayın, "Adı geçen komutan, emekli Albay Aziz Ergen'dir. Bu sitede yazmayı bırakacağını bana söyledi. Benim de yazmamam konusunda konuştuk. Bekir Öztürk'e ulaşmak istedim, ulaşamadım. Avukatım daha sonra kendisine ulaşarak durumu aktardı." şeklinde cevap verdi.
Bunun üzerine savcı Pekgüzel, "Ayrılma olayı anladığımız kadarıyla Ümraniye'deki bombaların bulunmasından sonra gerçekleşmiştir. Neden bu konuda tedirgin oldunuz.?" diye sordu. Sayın, "Aynı sitede yazı yazan insanlar hakkında takibat varken ben de endişeye kapıldım. Nitekim de böyle oldu. Buradayız. www.acikistihbarat.com ve www.kuvayimilliye.net'den burada çok insan var. " dedi. Savcının, "Siz Amerika'dan geldikten sonra Doğu Perinçek İstanbul Üniversitesi'nde görev almanız için bir çalışmada bulundu mu?" şeklindeki sorusunu Sayın, "Hayır" diye cevapladı. Cumhuriyet Savcısı Pekgüzel'in "Tuğrul Derme'yi tanımadığınızı söylüyorsunuz. O kişi ifadesinde iki kez telefonla görüştüğünü söylüyor. Bu konudaki çelişkiyi açıklayın" demesi üzerine Sayın, "Tuğrul Derme diye birini tanımıyorum. Belki bir telefon görüşmemizde ismini söyleyip kendini tanıtmış olabilir ama hatırlamıyorum." diye konuştu. Bir görüşmesi sırasında Zekeriya Öztürk'ün Plutonyum elde etme sırrından bahsettiğini belirten Savcı Pekgüzel, "Plutonyum'u elde etme amacınız ne?" diye sordu. Sayın ise Plutonyumun atom bombasının ana maddelerinden birisi olduğunu belirterek, "Zor koşullarda yapılan bir bombadır. Herkesin yapabileceği birşey değildir. Bazı devletler bile bunu başaramamıştır. Bu sözler gevezelikle söylenmiş sözlerdir." diye cevap verdi.
Sayın, kendisinden ele geçirilen ajandasında YÖK üyeleri ve denetleme kurulu üyelerinin isimlerinin bulunduğu ve bazılarının karşısında "Masondur" gibi ibarelerin bulunduğu konusunda ise, "İstihbarat toplamadım. Ben YÖK üyelerini tanımam. Benden böyle birşey çıktığını düşünmüyorum. Olsa olsa ek delil oluşturulmak amacıyla polisler tarafından konulmuştur." şeklinde konuştu.
-ÜZEYİR GARİH CİNAYETİ-
Cumhuriyet Savcısı Mehmet Ali Pekgüzel, "Adli Tıp Enstitüsü'ndeki odanızda yapılan aramada Üzeyir Garih cinayetiyle ilgili birçok yazılar, resimler ve dosya fotokopileri ele geçirilmiştir. Bunların bir kısmı gerçek dava dosyasında bile yoktur. Bunları nereden elde ettiniz?" diye sordu. Sayın, "Bunları kimin verdiğini net olarak hatırlamıyorum. Bunların orijinalleri Adli Tıp Kurumu'nda vardır. Getiren kişi buradan ya da dosyadan almıştır. Bunlar otopsi raporuydu. Bu kişinin ismini net olarak hatırlamıyorum. 2,5 yıl önce Üzeyir Garih cinayetiyle ilgili bir kitap yazacağını belirterek bu konuda beni tanıdığı için düşüncelerimi sormak amacıyla getirdi." dedi.
Savcının, "Sizden ne tür bir bilgi istedi?" şeklindeki sorusuna Sayın, "Farmakoloji uzmanıyım. Adli Tıp uzmanı değilim. Suat Parlar diye ortak bir dostumuz vardı. Bu yüzden bana getirdi. İlgilenmedim ve öylece kaldı. Bu konuda kitap yazıp yazmadığını bilmiyorum." cevabını verdi. Yener Yermez ile Üzeyir Garih'i tanımadığını ve görüşmediğini söyleyen Sayın, "Adli Tıp Kurumu'nda Yener Yermez'in bir kişiyle görüştüğüne ilişkin haberler çıktı. Ancak ben Adli Tıp Enstitüsü'nde görevliyim. İkisi farklı mekanlardadır. Adli Tıp Kurumu'na girmek de o kadar kolay değildir. Ben 21 Haziran 2001 yılında Amerika'dan geldim. Belli bir süre kendi işlerimle uğraştım. Bu süre içerisinde böyle bir ilişki kurmam mümkün değil. Bu sadece basının uydurmasıdır." diye konuştu.
-"KIBRIS'TA İNSANLARIN ULUSALCI BİR ŞEKLİDE BİLİNÇLENMESİ İÇİN BEYİN JİMNASTİĞİ YAPTIM"-
Savcı Mehmet Ali Pekgüzel'in, Kıbrıs'ta Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) yeniden yapılanmasına yönelik bir proje çalışması yapmasıyla ilgili sorusuna Sayın, "Kıbrıs'ta STK'ların aktive edilmesi ve bilinçlendirilmesi için çalışma yaptım. Avrupa Birliği de buna benzer çalışmalar yapmıştı. Ben de Kıbrıs'ta ulusalcı bir şekilde insanların bilinçlenmesi için proje yaptım. Bu bir beyin jimnastiğidir. Bunu Şener Eruygur ile Hurşit Tolon'a da e-mail ile gönderdim ama cevap gelmedi." şeklinde cevap verdi. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile bir bağlantısı olup olmadığı şeklindeki soruyu ise Sayın, "ABD'de iken temsilciliklerini yapmam için bana kağıt gönderdiler. Bir eylemim olmadı." diye cevapladı. Cumhuriyet Savcısı Nihat Taşkın'ın, "Derin devlet üzerine bir yazı yazdığınız ve bunun çeşitli internet sitelerinde yayınlandığı biliniyor. Yazınızda Ergenekon benzeri bir örgütlenmeden bahsediyorsunuz. Bunu açıklar mısınız?" diye sordu. Bunun üzerine Sayın, "Sadece orada Türkiye içinde odaklanmış derin çetelerin olduğundan, derin devletin olmadığından bahsediyorum. Ergenekon diye bir örgüt olduğuna inanmıyorum. Sizin derin devlet tanımı farklıdır. Kastettiğim derin devlet, devletle bağlantılı, devletin kurumlarını içeren TSK ve yargının içinde olduğu bir yapıdır. Sizin tarifiniz ise iddianamede belirtilen Ergenekon gibi bir yapı. Ergenekon, derin devlet olarak algılanmamalıdır." diye konuştu.
Savcı Taşkın'ın, "Derin devlet konusunun işlendiği yazınızda Ergenekon, TİT ve İBDA-C gibi örgütlerin kurulduğundan söz ediyorsunuz. Derin devlet nedir?" diye sordu. Sayın, "Ergenekon diye bir hayalet vardı. Bu hayaletten bahsettim. Orada bahsettiğim Ergenekon ile dava konusu Ergenekon'un bir alakası yok." dedi. Savcı Taşkın'ın, "Zihin kontrolü ve psikolojik savaş konusunda çalışmalar yaptığınız biliniyor. İhsan Güven'i tanır mısınız? bu kişiyle bir ilginiz var mı?" sorusuna Sayın, "İhsan Güven ile herhangi bir ilişkim yoktu. Öldükten sonra ismini duydum." şeklinde cevap verdi. Sayın, zihin kontrolü ve psikolojik savaş konusunda hazırladığı raporun neden ve kime hazırlandığı şelindeki soruyu, "Pek çok yerde gösterdim. Kayseri'deki Atatürkçü Düşünce Derneği'nin davetlisi olarak tugayda sundum. İstihbarat okulunda ve askeri yerlerde sundum." diye cevapladı.
-"ALPARSLAN ARSLAN'I TANIMIYORUM"-
Ümit Sayın, bir soru üzerine Danıştay cinayeti hükümlüsü Alparslan Arslan'ı tanımadığını söyledi. Sayın, ajandasındaki Kuvayı Milliyeci Aydınlar ile ilgili yazısına yönelik bir soruya ise, "Niye yazdığımı bilmiyorum. Kitap okurken aldığım notlar olabilir. Kuvayı Milliye sözü niye bu kadar korkutuyor?" şeklinde yanıt verdi. Bunun üzerine Savcı Taşkın, "Kuvayı Milliye Ergenekon terör örgütü tarafından istismar edilen milli bir değerdir." şeklinde açıklamada bulundu. Savcının bu sözleri bitmeden araya giren Avukat Mehmet Taşdelen, "İddianamede kesinleşmiş böyle bir mahkeme kararı mı var? Kesin bir yargı hükmü varmış gibi konuşamaz." diyerek tepki gösterdi. Sayın, hesabındaki 49 bin YTL ile ilgili soruya ise avukatının itirazı üzerine yanıt vermedi.
Cezaevinde kendisine zorla Savcı Zekeriya Öz aleyhine dilekçe yazdırılması ile ilgili Sayın, "Bunu başka bir dilekçe ile açıkladım. Hayrettin Ertekin'in bana dikte ettiğine dair mahkemede daha önceden beyan vermiştim." dedi. Sayın'ın bu ifadeleri üzerine Hayrettin Ertekin'i söz alarak, "Hasta, ne yaptığını bilmeyen cezaevi yönetimine her gün dilekçe veren, pis, bakımsız, uyuşuk, yerinden kalkamayan, yatağında yemek yiyen bir adamdır. Benim onunla bir ilişkim olamaz. Üç kişinin olduğu bir yerde koğuş ağası mı olur?" dedi. Sayın ise Mahkeme Başkanına, "Hakaret ediyor. Yazıyı kendisi dikte ettirmiştir." dedi. Bunun üzerine Avukat Mehmet Aytekin, "Amaçlanan oldu. Sanıkların birbirine düşürülmesi gerçekleşti. Savcların bu tür soru sormasının engellenmesini istiyorum." dedi.
-"BOMBA YAPIMI VE GERİLLA SAVAŞINA İLİŞKİN KONUŞMAMIZ GEYİK MUHABBETİYDİ"-
Savcı Taşkın, "Masonluğun Mavi Locası'nın 3. derecesinde olduğunuzu söylüyorsunuz. Sizin 3. derece masonluğunuz 33. dereceden daha üstün müdür? Doğu Perinçek'in mason olduğunu söylüyorsunuz? Bu konuda açıklama yapar mısınız?" şeklindeki sorusuna Sayın şu cevabı verdi; "Ben Mavi Localar 3. dereceye kadardır. 4. dereceden 33. dereceye kadar olan Kırmızı Localar vardır. Mavi localar ön gruptur. Doğu Perinçek mason değildir. Net bilgim var. Çok eski bir msn görüşmesinde söylenmiş bir sözdür." Sayın, Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın Sabetayist olduğuna ilişkin internetteki yazının kaynağını araştırdığını, yazının yayınladığı Kürşad Hareketi isimli sitenin merkezinin Boston olduğunu ancak kime ait olduğunu bulamadığını söyledi.
Savcı Taşkın'ın, "Öldürülen Doçent Necip Hablemitoğlu arasınızın açıldığından bahsettiniz. Ayrıca aranızda şüphe oluşturan msn görüşmeleri var. Neden aranız açıldı?" diye sorması üzerine Sayın, "2000'li yılların başıydı. Neden olduğunu hatırlamıyorum. O msn görüşmeleri aramızın açık olduğu döneme aitti. Kısa süre sonra aramız düzeldi." dedi. Sayın bir başka soru üzerine Osman Yıldırım ve Osman Gürbüz'ü tanımadığı söyledi. Bomba yapımı ve gerilla savaşında kullanılması ile ilgili konuşmalarına yönelik bir soruya ise Sayın şu yanıtı verdi: "Öylesine konuşuyorduk. Geyik muhabbetiydi. Öyle planlar olmadı, hayal ürünüdür."
-"TOLON'A ADLİ TIP ENSTİTÜSÜ MÜDÜRÜ HAKKINDA BİLGİ VERDİM-
Savcı Taşkın, Sayın'ın emekli Orgeneral Hurşit Tolon ile görüşme yaptığına yönelik beyanlarını hatırlatarak, "Bu görüşme talebi kimden geldi? ve ne konuşuldu?" diye sordu. Bu soruya Sayın şu cevabı verdi: "Evet .2005 Haziran veya Temmuz ayıydı. İstanbul Üniversitesi'ndeki son gelişmelere ait bilgi sundum. Adli Tıp Enstitüsü Müdürü değişmişti. Değişen müdürle ilgili bilgi aldı. Adli Tıp Uzmanları Derneği'nin Türk Silahlı Kuvvetleri'nin işkence yaptığına yönelik bir çalışması vardı. Avrupa Birliği'nden para almıştı. Yeni gelen Enstitü Müdürü de bu derneğin Başkan Yardımcısıydı. Bununla ilgili konuştuk. Tolon emekli olduktan sonra kendisine rapor vermedim. Ankara Merkez Orduevi'nde bir kez görüştüm. Daha sonra telefonla bir kaç kez görüşmemiz oldu." Savcı Taşkın, Sayın'ın savunmasında askerlerin yönetime müdahale etmesine istediğini hatırlatması üzerine Sayın, "Bu konuda dünya görüşüm çok değişti. Artık devletin diğer kurumlarının araya girmesini düşünüyorum. Nitekim de Yargıtay da araya girmiştir."

TSK'YI GÖREVE ÇAĞIRDILAR

Terör örgütü Ergenekon üyesi olduğu gerekçesi ile yargılanan adli tıp uzmanı Doç. Dr. Ümit Sayın savunmasını yaptı. Ümit Sayın, AKP'nin Anayasa'nın laiklik ilkesine karşı olduğunu bunun Anayasa Mahkemesi kararı ile tescilli olduğunu söyledi. Sayın, "AK Parti'nin ülkeyi açmazlara ve yeni sorunlara götüreceği aşikardır. Bu koşullarda TSK'nın müdahale etmesi Anayasal ve kanuni bir haktır." dedi.
Savunmasını yapan tutuklu sanık Ümit Sayın ifadesine tutuksuz yargılanma talebiyle başladı. Kaçma ve delilleri yoketme olasılığının bulunmadığını belirten Sayın, "Atatürk ilke ve inkılaplarına gönülden bağlı, Türk Anayasası'nı savunan, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü korumaktan yana akademisyen ve bilim adamıyım. Terör ve terör örgütlerine sonuna dek karşıyım. Ergenekon adı verilen ve şu anda huzurda yargılanmama neden olan böyle bir örgüt olmadığı gibi ben de böylesi bir örgüte üye değilim. Olmam da. Vatansever, demokrasiye bağlı dünya görüşüm bahsi geçen örgüte hizmet etmeye engeldir." dedi.
Sanıklardan birinin ya da bazılarının cep telefon numarasının üzerinde bulunmasının suç sayılamayacağını ileri süren Sayın, yargılanan sanıklarla samimi ilişki içerisinde olmadığını söyledi. Yargılanan sanıklardan 16'sının ismini sayarak bu kişilerle bir iki görüşmesi ya da mesaj, mail ilişkisi olduğunu, diğer sanıkları hiç tanımadığını ileri sürdü. İddianamede açık ve gizli toplantılar düzenlendiği yolundaki iddiaları reddeden Sayın, kendisinde bomba yapım planları bulunduğuna ilişkin iddiaları da yalanladı.
İddianamede sıkça bahsedilen KTB'nin, kendisi ve Yusuf Ziya Günaydın tarafından kurulan bir mail grubu olduğunu belirten Sayın, "KTB bünyesinde atom bombası planları bulundurmak gibi bir fonksiyonu olmadı. Sadece plutonyum bularak atom bombası yapmak mümkün değildir." diye konuştu. İddianamede KTB'nin masonik tören düzenleyeceği, masonik yapısı gibi birçok tanımlara yer verildiğine dikkat çeken Sayın, "Bunların hepsi o anlık hayal ve fantezilerdir. Hiçbir zaman gerçekleşmemiştir, zaten birkaç ay sonra pasif hale gelmiştir ve kapanmıştır." dedi.
"Habmit bir yıla kadar gidici", "belki iyi olur", "bir solucan ayıklanır" gibi sözlerinin iddianameye konulduğunu belirten Sayın, "Necip Hablemitoğlu ile bir ara aram bozulmuştu, daha sonra düzeldi. Bu olumsuz sözler günlük duygusal ve mantıksız laflardır. Şimdi bu şekilde hitap ettiğime pişmanım." dedi. Sayın, iddianamede darbe ile ilgili sözler olarak tabir edilen sözlerinin, bir miting, toplantı ya da konferansta söylenmediğini, iki kişi arasında söylenen sözler olduğunu belirtip, "Halkı nasıl hükümete karşı isyana tahrik edebilir bunlar?" diye sordu.
TSK ÜLKE YÖNETİMİNE MÜDAHALE EDEBİLMELİ
Ümit Sayın, telefon konuşmalarında bahsedilen darbenin, Türk Silahlı Kuvvetlerinin devleti "Koruma ve Kollama" kapsamındaki bir müdahalesi olduğunu belirterek, "Anayasa'nın laiklik ilkesine karşı oldukları Anayasa Mahkemesi kararı ile tescillidir. AK Parti'nin ülkeyi açmazlara ve yeni sorunlara götüreceği aşikardır. Bu koşullarda TSK'nın müdahale etmesi Anayasal ve Kanuni bir haktır." dedi.
Sayın, Kemal Alemdaroğlu ile yaptığı telefon görüşmesiyle ilgili olarak da "Türk Silahlı Kuvvetleri ülkeyi kollama ve koruma görevini yapmazsa ülkeye ihanet etmiş olacağı da varsayımsal olarak bir gerçekliktir. Yalnız yorumlarımın tümünde ülkenin durumu hakkında o anki duygusallığa ait bir abartı mevcuttur. Bizler AKP'nin Türkiye'yi şeriat benzeri, anti-laik bir sisteme götürmek istediğini düşünüyoruz. Eğer bu gerçekse askerin konuya müdahale etmesi gerekir. Çünkü laiklik Anayasa'nın değiştirilemeyen ana ilkelerinden birisidir. Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne aykırıdır. Özgür Kürdistan fikirlerinin, federasyon fikirlerinin savunulması da bölünmez bütünlüğe aykırıdır. Bu tehditler karşısında, TSK hiçbir şey yapmıyorsa, görevini yapmıyor demektir. Bu durumda da 'Türkiye'yi satıyor' görünümüne düşmektedir. Tabii ki TSK Güneydoğu'da kahramanca mücadele etmektedir. Fakat ülkenin yönetimine de gerektiğinde müdahale edebilmelidir, çünkü TSK bu devletin sigortasıdır." diye konuştu.
ERGENEKON CANAVARI
İddianamede kendisine ilişkin iddiaları okurken şaşırdığını ifade eden Sayın, "Çünkü böylesine darbe veya askeri müdahale heveslisi değilim. Son yaşadıklarımdan sonra ise kesinlikle askeri darbeye karşıyım." dedi. İddianamede "Asker ihanet etti." şeklinde yer alan sözlerinin hoşgörü içerisinde kalması gerektiğini savunan Sayın, "TSK'dan ise hiçbir konuya müdahil olma, taraf olma girişimi görülmemektedir. Aslında 27 Nisan e-muhtırasında bazı görüşler dile getirilmiş ama daha sonra bu muhtıra ile paralel, onun arkasında duran hiçbir eylem yapılmamıştır." şeklinde konuştu. İddianamenin "Ergenekon paranoyası" olarak kaleme alındığını savunan Sayın, "Savcılar bir Ergenekon canavarı yaratmışlar, her yerde bu canavarı ortaya çıkarmaktadırlar. İddianame tamamen bir cadı avıdır." dedi.
Orgeneral Yaşar Büyükanıt'a bir hakaret kastı olmadığını ileri süren Sayın, "27 Nisan e-muhtırasından sonra, politik gelişmeler karşısında hiçbir şey yapmaması eleştirilmektedir." diye konuştu. Adli Tıp Enstitüsü ve Adli Tıp Uzmanları Derneği üzerinden ülkeye yönelebilecek tehlike doğurucu sonuçları, vatandaş sorumluluğu içerisinde birçok kişi ve kuruma bildirdiğini belirten Sayın, "Verdiğim bilgiler veya iddianamedeki anlatımla 'kaydedilen kişisel veriler' devletin istihbarat kurumlarının da ulaşabileceği açık bilgilerdir. İllegal hiçbir özelliği yoktur. Bütün bunlar vatanına bağlı her öğretim üyesinin yapması gereken işlemlerdir." şeklinde konuştu. Sayın, savunmasının sonuç bölümünde Ergenekon örgütünün dernek başkanlarını, üyelerini ya da taraflarını tanımadığını söyledi. Hakkındaki suçlamaları reddeden Sayın, tahliyesini talep etti. Ümit Sayın'ın savunmasının ardından duruşmaya ara verildi.

30 Aralık 2008 Salı

Silah Özel Sektöre Devredilecek

Savunma Sanayii Müsteşarlığı, hükümete öneri götürdü.
Bakanlık konuyu inceliyor. Cumhuriyet’in sanayi yapılanmasının temel taşlarından olan en eski KİT’i Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun (MKEK) özelleştirilmesi gündemde. Bu konuda bir çalışma başlatan Savunma Sanayii Müsteşarlığı, kurumun özelleştirilmesi için hükümete öneri götürdü. Milli Savunma Bakanlığı’nın da bu teklifi incelediği belirtiliyor.
FATİH’TEN KURTULUŞ’A
MKEK’nın temelleri, 15. yüzyılda Osmanlı İmparatoru Fatih Sultan Mehmet’in “Top Döküm Tesisleri” kurdurmasıyla atıldı. İmparatorluğun çöküşünün ardından, Atatürk’ün direktifiyle İstanbul’dan kaçırılan bir kısım tezgah, teçhizat ve malzeme ustalarıyla yeniden yapılanıp Kurtuluş Savaşı’nda etkin rol oynadı. İlk adı ‘Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü’ olan ve merkezi Ankara’da bulunan kurum NATO üyeliği ile birlikte “Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu” adı ile yeniden teşkilatlandırıldı.
10 FABRİKA 6 BİN PERSONEL
Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olarak Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı faaliyet gösteren MKEK’nın 10 fabrika ve 2 işletme müdürlüğünde toplam 6 bini aşkın personel çalışıyor.
72 MİLYON YTL KÂR ETTİ
350-400 milyon YTL arasında ciroya sahip olan MKEK, 2007 yılında 72 milyon YTL kâr etti. Fabrikaları AQAP 120 ve ISO 9000 Kalite Güvence sistemlerine sahip olan kuruma ait işletme ve fabrikalar şöyle:
MEHMETÇİĞİN CAN DAMARI
MKEK, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silah, mühimmat ve patlacı ihtiyacını karşılıyor. Askerin ana muharebe silahı olan G-3 Piyade Tüfeği başta olmak üzere uçaksavar, makineli tüfekler, havan, obüs ve toplar gibi çok sayıda ürün MKEK’den temin ediliyor. Kurum 2007 yılında 28 ülkeye toplam 24 milyon 810 YTL’lik silah ihracatı da yaptı.
MKE Ağır Silah ve Çelik Fabrikası (KIRIKKALE)
MKE Barut Fabrikası Müdürlüğü (KIRIKKALE)
MKE Çankırı Silah Fabrikası Müdürlüğü (ÇANKIRI)
MKE Destek Tesisleri İşletmesi (KIRIKKALE)
MKE Gazi Fişek Fabrikası (ANKARA)
MKE Hurda İşletmesi (ANKARA)
MKE Kapsül Fabrikası (ANKARA)
MKE Maksam Makine ve Maske Fabrikası (ANKARA)
MKE Mühimmat Fabrikası (KIRIKKALE)
MKE Pirinç Fabrikası (KIRIKKALE)
MKE Roket ve Patlayıcı Fabrikası (ANKARA)
MKE Silah Fabrikası (KIRIKKALE)

2008 Erdoğan’a hiç yaramadı / M.Ali Birand

.......
Erdoğan'ın 2008’de kendi açısından bir çok başarısı mutlaka vardır, ancak kamuoyunun dikkatini çeken en önemli iki adımından biri Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt ile Dolmabahçe görüşmesi ise, ikinci adımı da, kendi medyasını oluşturmasıdır.

Bu iki gelişme sayesinde, özellikle 2008'in ikinci yarısında nispeten rahat bir iktidar olmuştur.
......

Paşalar 6 aydır iddianame bekliyor

21 tutuklu sanık hakkındaki iddianame, aylar geçmesine rağmen bir türlü hazırlanamadı.
Emekli Orgeneral Hurşit Tolon ve Şener Eruygur ile Yeni Parti Genel Başkanlığı'na seçilen gazeteci Tuncay Özkan, eski Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan ile eski İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan'ın da aralarında bulunduğu 21 tutuklu sanık hakkındaki iddianame, aylar geçmesine rağmen bir türlü hazırlanamadı.
Ergenekon davasının 34’üncü duruşması dün yapılırken, operasyonun son dalgalarında tutuklanan emekli orgeneral Hurşit Tolon ve sağlık nedeniyle tahliye edilen Şener Eruygur’un da aralarında bulunduğu 21’i tutuklu 28 sanık, haklarındaki iddianameyi bekliyor. Savcı Zekeriya Öz tarafından yürütülen ilk soruşturmanın iddianamesinin açıklandığı 14 Temmuz tarihinden bir hafta önce yani 6 Temmuz 2008 tarihinde tutuklanan emekli Orgeneral Hurşit Tolon, emekli Orgeneral Şener Eruygur, emekli Albay Hasan Atilla Uğur, İbrahim Özcan, Birol Başaran, Osman Gürbüz ve Kemal Adın ve Durmuş Ali Özoğlu hakkındaki iddianame, operasyonun ardından 5 ay 23 gün geçmesine rağmen hazırlanmadı.
İkinci bölüm soruşturmaya dahil olan Hurşit Tolon ve Şener Eruygur, örgüt yöneticiliği yani örgütün sevk ve idare etmek suçundan tutuklanırken, örgütün basın ayağında çalıştığı iddiası ile 22 Eylül tarihinde tutuklanan gazeteci Tuncay Özkan ise 3 ayı aşkın süredir cezaevinde iddianamenin hazırlanmasını bekliyor. Özkan ile birlikte aynı tarihte tutuklananlar arasında Gürbüz Çapan, Adil Serdar Saçan ve Emcet Olcaytuğ da bulunuyor.
Ek iddianamede kimler olacak?
Hazırlanacak ek iddianamesinde tutuklu isimler şöyle:6 Temmuz 2008 tarihinde tutuklanan Emekli Orgeneral Hurşit Tolon, emekli Albay Hasan Atilla Uğur, İbrahim Özcan, Birol Başaran, Osman Gürbüz, Kemal Aydın, Durmuş Ali Özoğlu;21 Eylül 2008’de tutuklanan Mehmet Ali Çelebi, Eren Mumcu, Noyan Çalıkuşu;22 Eylül 2008 tarihinde tutuklanan Hamza Demir, Mahmut Oğuz, Süleyman Solmaz, Kurtça Bektaş, Rıza Demir, Rıfat Yıldırım, Tuncay Özkan, Gürbüz Çapan, Adil Serdan Saçan, Emcet Olcaytuğ.Ek iddianamede yer alacak olan ve tutuklanmalarının ardından tahliye edilen zanlıların isimleri ise şöyle:Emekli Orgeneral Şener Eruygur, Sinan Aygün, Barbaros Hayrettin Altıntaş, Hasan Hüseyin Uçar, Yaşar Tozkoparan, Tanju Güvendiren, Hüseyin Nazlıkul.

Aselsan, Otokar ile 37.4 milyon dolarlık tedarik alt sözleşmesi imzaladı

Aselsan Otokar tarafından gerçekleştirilecek Türk ana muharebe tankının elektronik ve elektro-optik sistemlerinin tedarikine yönelik olarak Otokar ile 37.4 milyon dolar tutarında tedarik alt sözleşmesi imzaladı. Söz konusu sözleşme, Otokar'ın ile Savunma Sanayi Müsteşarlığı arasında imzalanan Türk Ana Muharebe Tanki Tasarım ve Prototip Üretimi ana sözleşmesi çerçevesinde imzalandı. Şirketten IMKB'ye yapılan açıklamada, teslimatların 2009-2015 yılları arasında gerçekleştirileceği belirtildi.

Gazze'yi bombalayan İsrail uçakları Konya'da eğitiliyor! / Nuh Gönültaş

Şu sıralar çevrede en çok duyduğum söz "Hitler haklıymış" oluyor.

Vatandaş İsrail'in Gazze'de giriştiği katliamı böyle yorumluyor. Doğru ya da yanlış, bunu tartışmıyorum. Sokaktaki vatandaş böyle diyor. Demek ki İsrail'in yaptığı zulüm vatandaşa Hitler'in Yahudilere yaptığı zulmü hatırlatıyor. Ha, bu Yahudilerin umurunda mı? Umurunda olan Yahudiler elbette vardır, ama İsrail'i yöneten kafa tarihte kendilerine yapılanların benzerlerini Müslümanlara yapmaktan çekinmeyen bir kafa olmalı! Şimdi... İsrail bütün bunları yapıyor da bunun sorumlusu kim?
Tabii ki İsrail devletini çevreleyen Müslüman devletlerin basiretsizliği İsrail, öylesine dessas, öylesine sinsi ve öylesine kurnazca davranıyor ki, Türkiye'yi bile ters köşeye yatırdı. Bu da Türkiye'ye ders olsun, 80 yıldır İslam dünyasını ters köşeye yatırdığı için...
Türkiye, İsrail ile çevresini barıştırmaya çabalarken İsrail yeni bir savaş başlatıyor. Türkiye'nin bütün girişimlerini boşa çıkarıyor. Buna "Siyonist siyaset" deniyor işte: Haktan yana görünüp ihanet etmek... Fazla ne beklenir ki "Münafık" kavramını icat eden bir kavimden! Gelelim bütün bu olanlar karşısında İslam dünyasının durumuna: Mısır; İran'ın bölgede siyasi güç elde etmek için Hamas'ı kullandığını düşünüyor. Bu da barışı bozanın İran olduğu anlamına geliyor, ki ahmakça bir yaklaşım! Olup bitenler Arap'ın pek umurunda değil. Eğer umurunda olsaydı, onca Arap devletinin arasında minicik bir Yahudi devletinin böylesine pervasız böylesine saldırgan ve kan dökücü olması çoktan engellenirdi. Paralarını Yahudi bankalarında tutmaya devam ediyorlar. Dubai'de bile ana patron Yahudiler... Filistinliler acı içinde haykırışlarının karşılıksız olduğunu biliyorlar, ama ne yapsınlar.
Her şeye rağmen Türkiye İsrail'e karşı bir şeyler yapabilir. En azında Necmettin Erbakan hocanın İsrail savaş uçaklarının Konya'da eğitim uçuşuna izin veren anlaşmalar iptal edilebilir! Düşünebiliyor musunuz, belki de Gazze'yi bombalayan 40 uçak Türkiye hava sahasında eğitim uçuşlarını yaptılar. İsrail denilen ülke ufacık bir yer. Savaş uçaklarının eğitimine müsait değil. Uçak havalandıktan birkaç dakika sonra başka ülke topraklarına giriyor. Onlar da Türkiye ile anlaşıyorlar. Konya'daki üstte her zaman İsrail uçakları var. Bu anlaşmayı Necmettin Erbakan başbakan olarak imzalamış ama bu anlaşma asıl 28 Şubat'ın Türkiye'ye kazığıdır.
Türkiye'nin hem böyle anlaşmalar yapıp hem de İsrail'in Filistinlilere yaptıklarına karşı olması sizce ne ifade eder? Efendim?

Ergenekon'da 'devlet' komplosu / Bülent Korucu

Silivri'de devam eden Ergenekon terör örgütü davası ilgi çekici bir hal alıyor. Lider konumundaki sanıkların savunmalarındaki tezler, stratejileriyle ilgili ipuçları barındırıyor.

Psikolojik harekâtı çok iyi bilen ve uygulayan bir ekiple karşı karşıya olduğumuzu teslim etmek lazım. Emekli Tuğgeneral Veli Küçük, savunmasında devletin kendisine komplo kurduğunu ileri sürmüştü. Küçük'ün kurduğu çatının altını şimdi diğer bazı sanıklar dolduruyor. Akın Birdal suikastı hükümlüsü Semih Tufan Gülaltay, farklı bir yoldan dolaşarak aynı kapıya çıktı. Gülaltay, Danıştay cinayetiyle ilgili MİT Kontrterör eski Daire Başkanı Mehmet Eymür ve ekibinin incelenmesi çağrısı yaptı. Bu tablodan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkün: Ergenekon terör örgütü neredeyse suçüstü pozisyonunda yakalandı. Savunma yapmanın bir anlamı kalmadığını fark ettikleri için devlet komplosu tezini ince ince işlemeye başladılar.
"Devlet bizi azmettirdi, görev şuuru içinde bir şeyler yaptık" demeye getiriyorlar. Aslında onları azmettirenin devlet değil, kamu içinde gizlenmiş, devlet gücünü emelleri doğrultusunda kullanan memurlar olduğunu biliyoruz. Zaten iddianame de bu tez üzerine kurulmuştu. Bir taraftan 'devlet yargılanıyor, Türk Silahlı Kuvvetleri yargılanıyor' derken, diğer yandan devlet komplosu söyleminin sebebi, her halükarda devleti işin içine sokmak. 'O olmazsa bu' mantığı. Böylece her iki halde de kendilerine dokunulamayacağını düşünüyorlar. Sanıklardan MİT'te de görev almış emekli astsubay Orhan Tunç da dünkü savunmasında "Her ülkenin kırmızı çizgileri vardır. Kırmızı çizgiler derin devlet tarafından korunur." diyerek devleti işaret etti.
Gülaltay'ın ifadeleri içinde Tuncay Güney'le ilgili söylediklerinin altını çizmek gerekiyor. Gülaltay, Güney'in, Yozgat Cezaevi'nde yatarken binbaşı sıfatıyla kendisini ziyaret ettiğini anlattı. Gülaltay, şunları söylüyor: "Tuncay Güney, Yozgat cumhuriyet başsavcısından özel izin almış, cezaevi savcısının refakatiyle geldi. Görevli binbaşı olarak geldiğini söylediler. Binbaşı olacak yaşta değildi, bu nedenle şüphelendim. Devre arkadaşlarını, kimleri tanıdığını sordum. Veli Küçük tarafından gönderildiğini söyledi. Özel Harpçi olduğunu söylüyordu. Ancak elleri manikürlüydü. Sert konuştum, gitti." Burada dikkat çeken, Gülaltay'ın devre arkadaşlarını sorarak Güney'i imtihan etmesi. TSK ile bu kadar içli dışlı olduğu izlenimi veriyor. Aynı zamanda Güney'in, savcı nezaretinde bir cezaevinde siyasî suikast hükümlüsü ziyaret edebilecek konumda bulunduğunu anlatıyor. Veli Küçük'ten, Güney'i kendisine göndermediğini de öğrenmiş. 'O halde kim gönderdi?' sorusunun akıllara gelmesini istiyor.
Ergenekon sanıklarının psikolojik harp taktikleri 'devlet komplosu' ile sınırlı değil. Savcılar, sanıklar, gizli ve açık tanıklar üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlar. Savcıların psikolojik dengelerini, takındıkları aşağılayıcı tavırla bozmayı amaçlıyorlar. Savcıların, suçun takibini kamu adına, Türk halkı adına yaptığını söylemeye gerek bile yok. Mahkeme heyetinin savunma hürriyetini koruması güzel, ama savcılara yönelik tavrın asıl muhatabının halk olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor. Eskilerin 'mahkemenin mehabeti' dedikleri şeyi arıyoruz. Savcılar kadar gizli ve açık tanıklar da sistemli psikolojik yıpratmaya maruz bırakılıyor. Gizli tanıkların isimlerini açıklamak, tehdit olarak algılanabilecek sözler sarf etmek, mahkemenin rutini haline geldi. Mevcutlar dışında tanık ya da itirafçılığı düşünenlere gözdağı veriyorlar. Başta da söylediğimiz gibi bu yeni strateji aslında lider konumundaki sanıkların vaziyeti hiç de iç açıcı görmediklerinin işareti.

29 Aralık 2008 Pazartesi

''ERGENEKON'' DAVASI

''Ergenekon'' davasının başka suçtan tutuklu sanığı Semih Tufan Gülaltay, Mahmut Yıldırım'ın kendisiyle buluşmak üzere Ankara'dan İstanbul'a doğru yola çıktıktan sonra kaybolduğunu bildirdi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmada çapraz sorgusu yapılan Gülaltay, Cumhuriyet Savcısı Mehmet Ali Pekgüzel'in, ''Mahmut Yıldırım ile hangi yıl, hangi vesileyle tanıştığı'' yolundaki sorusu üzerine, ''1996 yılında istihbaratçı Duran Fırat vasıtasıyla istihbaratçıların ve siyasetçilerin bulunduğu bir ortamda tanıştığını'' söyledi. ''MİT'e çalışmadığını'' ifade eden Gülaltay, o dönemlerde Mahmut Yıldırım hakkında bir arama kararı bulunmadığını ve kendisini ''Ahmet Demir'' ya da ''Yeşil'' gibi bir kod ismiyle değil, Mahmut Yıldırım olarak tanıdığını savundu.
Savcı Pekgüzel'in ''Muzaffer Tekin ile ne zaman tanıştığını'' sorması üzerine, Gülaltay, Tekin'in Kastamonu Cezaevinde koğuş arkadaşı olan Namık Zihni Ozansoy'u ziyarete geldiğini, ikisinin devre arkadaşları olduğunu kaydetti.
Gülaltay, Savcı Pekgüzel'in ''Muzaffer Tekin'in Ulusal Birlik Platformu'na neden çağırmadığı'' yönündeki sorusuna da, Tekin'in İbrahim Şahin'in yakın arkadaşı olduğunu, ''Şahin'in o dönem medyatik birisi olması nedeniyle yeni kurulacak bir partinin başında bu şekilde gündeme gelmesini istemediklerini'' anlattı. Tekin'in böyle bir ortama girmesinden imtina ettiğini belirten Gülaltay, ''İyi de etmişim, yoksa dünyayı başıma yıkarlardı'' dedi.
Savcı Pekgüzel'in, Tekin'in kendisi için ''tutarsız ve psikopat'' şeklinde değerlendirmesi olduğunu söylemesi üzerine, Gülaltay ''Tekin ile aramızda bir kırgınlık yok. Olsa bile hakkımda böyle bir kelime kullanacağına inanmıyorum'' diye konuştu. Bu arada tutuklu sanık Muzaffer Tekin oturduğu yerden ''Söylemedim de...'' dedi.
Savcı Pekgüzel'in, ''Mehmet Fikri Karadağ ile nasıl tanıştığını'' sorması üzerine Gülaltay, cezaevinden çıktıktan sonra 2002 yılı sonu 2003 yılı başında Muzaffer Tekin vasıtasıyla tanıştığını, 2004'ten sonra da görüşmediklerini belirtti. ''İstanbul'daki ulusalcı milliyetçi kuruluşların başkanlarının ortak davalarına ilişkin toplantılarda bir araya gelmek zorunda olduklarını'' söyleyen Gülaltay, ''Bir Nevruz toplantısında Veli Küçük, Sevgi Erenerol ve Kemal Kerinçsiz'i bir arada görebilirsiniz. Bu, o insanların yol arkadaşı, dava arkadaşı oldukları anlamına gelmez. Onların yolu ayrıdır, benim yolum ayrı. Fikri albayımla da bu toplantılarda birkaç kez karşılaşmışızdır'' şeklinde konuştu.
-ERUYGUR İLE TANIŞMASI-
Savcı Pekgüzel'in, ''Şener Eruygur ile ne zaman, ne şekilde tanıştınız? Sizin platforma ne zaman katıldı?'' şeklindeki sorusuna Gülaltay, ''Şener Paşa bizim platforma katılmadı. Ulusal Birlik Platformu kurulmadan önce tanıştım. İstanbul'daki toplantımıza geldi. Ankara'ya gidince Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı olduğu için ziyaret ettim. ADD Genel Başkanı ve büyüğümüz olması nedeniyle platformun onursal başkanı yaptık. Kendisinin böyle bir talebi yoktu. Birliğe katılan kuruluşların başkanlarının ricası üzerine bu görevi üstlendi. Şener Paşa ile aramızda hiçbir fikir ayrılığı olmadı ama platforma üye kuruluş başkanları ile birtakım fikir ayrılıkları olmuştur'' diye cevap verdi.
-TUNCAY GÜNEY İLE GÖRÜŞMESİ-
Gülaltay, Savcı Mehmet Ali Pekgüzel'in, ''Tuncay Güney, Yozgat Cezaevi'nde hangi sıfatla sizinle görüştü?'' sorusu üzerine Yozgat Cezaevi'ne ''binbaşı'' sıfatıyla Yozgat Cumhuriyet Başsavcılığı'nın özel izniyle geldiğini söyledi. Gülaltay, ''Baktım 25-26 yaşlarında. Binbaşı olacak yaşta değil. Devre arkadaşlarını sordum. Kimleri tanıdığını sorunca çuvalladı. Özel harpçi, özel kuvvetlerden olduğunu söyledi. Veli Küçük'ün gönderdiğini söyledi. Parmakları manikürlüydü. Hiçbir özel harpçinin parmağı manikürlü olmaz. Biraz da efemineydi. Biraz sert konuştum gitti. Tutuklandıktan sonra Veli Küçük'e sorunca, o da 'Ben Yozgat'a göndermedim, bu adamı ciddiye almıyorum. Bu da bana kurulan komplolardan biri' dedi'' şeklinde konuştu. Savcı Pekgüzel'in ''Osman Yıldırım'ı tanıyor musunuz?'' sorusuna, Gülaltay, ''Tanımıyorum. Kardeşimle de tanışıklığı olduğunu sanmıyorum. Biz Kars'ta tanınmış bir aileyiz. Osman Yıldırım da Karslıymış. Bu nedenle kardeşim Emre Gülaltay ile bir ortamda tanışmış olabilir'' karşılığını verdi.
Bilgisayarında ele geçirilen gizli istihbari bilgilerin yer aldığı dokümana ilişkin soruya ise Gülaltay, bir siyasi parti genel başkanının isteği üzerine gazeteci-yazar Ali Kuzu tarafından yapılan bir araştırma olduğunu, ancak belgeyi okumadığını söyledi. Cumhuriyet Savcısı Nihat Taşkın ise Semih Tufan Gülatay'a ''PKK kampları konusunda sizden yardım istendiğini ifade ediyorsunuz. Devletin herhangi bir kurumu ile çalıştınız mı?'' diye sordu. Semih Tufan Gülatay da devletin hiçbir kurumu ile çalışmadığını söyleyerek, ''Siz savcılık olarak devletin istihbari kurumları ile çalışmadınız mı? İstihbari konuda yardımınız olmadı mı?'' dedi. Bunun üzerine Savcı Nihat Taşkın, ''Savcılık olarak yazışmalarımız olur. Ancak siz bir vatandaş olarak Mahmut Yıldırım ile görüşüyorsunuz. MİT'le mi, emniyetle mi, Genelkurmay istihbaratıyla mı bağlantınız oldu?'' diye sordu. Gülaltay, bu soruya şöyle cevap verdi: ''Hiçbir kurumla resmi bağım olmadı. O dönemde Ankara'da önemli bir şirketin ortağıydım. Büroma bakanlar, milletvekilleri, üst düzey bürokratlar gelirdi. Kimin istihbaratçı olduğunu bilmem mümkün değil. Mehmet Eymür, bu tahkikatı beyanları ve emniyetteki dostları ile başlattı ve yönlendirdi. Bunlar bu mahkemenin aradığı küresel örgütün Türkiye'deki beyin takımıdır. Burada her şey ortaya konmalıdır. Mehmet Eymür ve kadrosunun işlediği faili meçhul cinayetler ortaya çıkartılmalı, devlete ihanet edenlerin hepsi huzura gelmelidir. Elim yakalarında. Bir Türk vatandaşı olarak bunlarla mücadele etmeye devam edeceğim. Suriye ve Irak dışındaki PKK kampları konusunda sıkıntıları vardı. Eymür ve arkadaşları bu konuda benden bilgi istedi. Bu resmi bir görüşmedir. Savcılık isterse bu tutanakları getirtebilir.''
-MAHMUT YILDIRIM KONUSU-
Gülaltay, Mahmut Yıldırım konusundaki soruyu da şöyle yanıtladı: ''Mahmut Yıldırım ile son buluşmamız Arnavutköy'de bir restoranda olacaktı. Ankara'dan İstanbul'a gelmek için yola çıktı. O gece ortadan kayboldu. Ne ailesi ne de başka birisi ondan bir daha haber alamadı. Mehmet Eymür kimle ters düşmüş ise o kişi yok olmuş, cenazesi bile bulunamamıştır. Savcılık bir noktayı gözden kaçırdı. Ertuğrul Yılmaz'ın cezaevinden kaçırılması ile ilgili Mehmet Eymür'ün oğlunun ifadesi alındı. Mehmet Eymür'ün marifetleri ortaya çıkartılmalıdır. Döktüğü kanlar, iktidara gelecek liderlere nasıl şantaj yaptığı ortaya çıkartılmalıdır. Mahmut Yıldırım, Mehmet Eymür'e bağlı MİT Kontrterör Dairesi'nde çalışan ülkücü, vatansever, devletine yardım etmiş, daha sonra resmi olarak da görevlendirilmiş bir insandır. Neden şimdi bu kadar karalıyorlar, iftira atıyorlar?'' Gülaltay, Doğu Perinçek ile de bazı fikirleri uyuşmamasına rağmen partinin bazı yayınlarını takip ettiğini söyledi. Akın Birdal olayından dolayı zan altında kaldığını söyleyen Gülaltay, ''Türk solu'' ve ''Türk sağı''nın birleştirilmesi fikrinin kendisine ait olduğunu anlattı.
Gülaltay, davanın tutuksuz sanığı Fuat Turgut tarafından yapılan bir şikayet sonucu tutuklandığını öne sürerek, ''devlet tarafından Turgut'a çeşitli vaatlerde bulunularak 15 trilyonluk ihale verildiğini'' iddia etti. Sedat Peker ve Ali Yasak'ı tanımadığını ve hiçbir yerde görüşmediklerini anlatan Gülaltay, Danıştay cinayeti ile ilgili olarak ''Bu iş aydınlatılsın. Eğer din adına yapıldıysa facia. Ulusalcılar din adına yaptıysa bu da facia. Aydınlatılmak isteniyorsa Tuncay Güney, Cemal Alparslan Ertuğ ve Mehmet Eymür buraya getirilip sorgulanmalıdır. Koskoca generaller evlerinden derdest edildi'' diye konuştu.
Cumhuriyet Savcısı Taşkın'ın, Hurşit Tolon ile görüşmesinin ayrıntılarını sorduğu Gülaltay, ''Hurşit Paşa Ulusal Birlik Platformu'na gelmedi. Küçükyalı'daki özel büroma geldi. Önceden tanımıyordum. Eski Başbakanlık Müsteşarı Yazıcıoğlu ile birlikte konferanslar verip ulusalcılık yapılanması içindeydiler. Bununla ilgili olarak ziyarete geldi. Özel bir görüşme değildi. Emekli paşalar, müsteşarlar, genel müdürler vardı. Onlar heyet halinde geldi. Biz de heyet olarak karşıladık. Güç birliği yapmayı düşünüyorduk. Aynı fikri paylaşan kuruluşların birlikte hareket etmesiyle ilgili bir toplantıydı'' dedi.
Savcı Taşkın'ın ''Hablemitoğlu cinayeti ile ilgili olarak Eymür'ün bağlantısı olduğunu ileri sürüyorsunuz. Bu konu ile ilgili iddialarınızı şimdiye kadar dile getirdiniz mi?'' diye sorduğu Gülaltay, şöyle konuştu: ''Devlet herkesin kıratını bilir. Taşa vurduğu zaman altın mı, bakır mı olduğunu bilir. Ayarını verir. İstihbaratçılık, jurnalcilik değildir. Analitik bir meslektir. Mehmet Eymür küresel örgütün jurnalcisidir. Biz kimsenin ayıbını ve onun hakkındaki tereddütlerimiz devletin birimleriyle paylaşırız. Ancak kamuoyuna açıklamayız. Devletin bir bildiği vardır. Zamanı gelince herkesin hesabını verir. Çağırın sorgulayın, gelsin hesabını versin. Devlete verdiği zararlar ve ihanetler ortaya çıksın. Onun altındaki meclisteki, bakanlıktaki kadroları ortaya çıksın. Dökülsün bu iş ortaya.''
-MUZAFFER TEKİN VE DOĞU PERİNÇEK-
Bu arada söz alan tutuklu sanık Muzaffer Tekin ise Akın Birdal olayından sonra Gülaltay'ı evinde sakladığı yönündeki iddiaların asılsız olduğunu söyleyerek, savcılığın bilerek bu türden sorular yönelttiğini ve kendisinin Semih Tufan Gülaltay ile irtibatlandırılmaya çalışıldığını öne sürdü. İP Genel Başkanı Doğu Perinçek de savcıların Gülaltay'a yönelttiği soruları eleştirerek, ''Bu dava Gladyonun bir davasıdır. Savcılar bugün sorduğu sorularla kendilerini ortaya koymuşlardır. Türk milletine kast eden soruları ile savcılar Gladyonun aleti olduklarını ortaya koymuşlardır'' diye konuştu.
-VELİ KÜÇÜK'ÜN AVUKATI-
Tutuklu sanıklardan emekli Tuğgeneral Veli Küçük'in avukatı Zeynep Küçük, Gülaltay'a, bir telefon konuşmasında ''Veli Küçük'ün bazı kişilerle ilişkilerinin kulağına geldiğini, kardeşi Emre Gülaltay'ı görüşmemesi konusunda uyaracağını, çünkü Veli Küçük'ün dönem arkadaşları tarafından dahi kabul görmediğini'' söylediğini hatırlatarak, Veli Küçük'ün ilişki içinde bulunduğu kişilerin kim olduğunu sordu. Sanık Gülaltay'ın ''İfadem nasılsa odur'' demesi üzerine avukat Küçük, ''bu anlatımın duyuma mı dayalı olduğunu'' sordu. Gülaltay da bu konuşmasında bahsettiği konuların kendisine duyum olarak geldiğini, herhangi bir görgüsü olmadığını anlattı. Avukat Küçük'ün, ''Veli Küçük'ü devre arkadaşlarının bile sevmediği yönündeki bilginin nereden geldiğini'' sorması üzerine Gülaltay, ''Şimdi herkes her devre arkadaşını sever mi?'' diye cevap verdi. Avukat Zeynep Küçük'ün, ''Veli Küçük'ün sizin partinizi ele geçirmeye çalıştığını söylüyorsunuz'' demesi üzerine ''Doğrudur'' diye cevap veren Gülaltay, avukat Küçük'ün ''Bunu nasıl yapmaya çalıştığını'' sorması üzerine, ''Konuşmayı yaptığı dönemde kendisinde öyle bir kanaat oluştuğunu, örneğin Veli Küçük'ün Tuncay Güney'i kendisine neden gönderdiği yönünde kafasında şüpheler olduğunu, ancak Veli Küçük ile konuştuğunda Güney'i kendisine gönderenin o olmadığının ortaya çıktığını'' dile getirdi. Gülaltay, ''Birçok oyunlar oynanıyor. Kimin ne derece pay sahibi olduğu zaman içinde ortaya çıkacak'' dedi. Gülaltay'ın avukatı Erkut Şahin de müvekkilinin söylediklerine ekleyecek bir şeyi olmadığını kaydetti. Şahin, müvekkilinin Mehmet Eymür ve Cemal Alparslan Ertuğ'a ilişkin ciddi iddialarda bulunduğunu hatırlatarak, mahkemenin bu konuda suç ihbarında bulunması gerektiğini, ancak geçen celseki ara kararlarda bu durumun atlandığını savunarak, bunun dikkate alınmasını istediğini kaydetti.

TÜRK ORDUSUNA ERMENİ GENERAL LAZIM

Nuriye Akman'ın USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) Başkanı Doç. Dr. Sedat Laçiner ile yaptığı röportajın devamı:

....
-Osmanlı ne yaptıysa Ermeniler yine de tatmin olmadılar demek ki...
-İyi de 1921 ve 22 yıllarında tehcir kararını alan kabinenin neredeyse bütün üyeleri, dışişleri bakanı, içişleri bakanı başta olmak üzere hepsi teker teker Berlin'de işte Gürcistan'da şurada burada, dışarıda tek tek suikastla öldürülüyorlar. Yani geriye idam edecek kim kaldı? İntikam alacak, öldürecek, özür dilenecek ne kaldı? Bu da yetmiyor, 1970 ve 80'li yıllarda ASALA terörüne baktığınız zaman bunlar da yine aynı gerekçe ile hepsini öldürmüş. Şimdi ben bugün şunu merak ediyorum. Dedem bu olaylara karışmamıştır ki dedemin babası da Ermeniler gibi asker kaçakları tarafından, jandarmanın kötü muamelesi tarafından öldürülmüş bir insan. Şimdi ben soykırım için nasıl özür dileyebilirim? Yani İstanbul hükümeti hatalarını kabul etmiş, insan haklarında kötü uygulamalar var demiş. Aşırıya gitmiş hatta bu konuda. Göç eden Ermeni'nin saatini çalan erin anında kurşuna dizildiğini biliyoruz. Şimdi ne kalıyor geriye?
-Siz bu soruları imza atan insanlarla oturup paylaşmadınız mı?
-Benim şöyle bir sorunum var. Türkiye'de ne zaman bir kutuplaşma olsa hep ortasında kalıyorum. Meseleye ideolojik yaklaşmadığınız zaman, gizli gündemleriniz olmadığı zaman bu sıkıntıyı yaşıyorsunuz. İmza atanlar iyi niyetli hareket etmiş de olabilirler. Fakat çok akıllı davrandıklarını sanmıyorum. Bu tür kampanyaların çok çeşitli gruplar tarafından yapılması lazım. Demokratik toplumun gereği olarak görmek lazım bunu. Burada çok sayıda Ermeni yanlısı, Türk yanlısı konferanslar, toplantılar yapılması lazım.
-Gerçekten tam ortada mısınız? Sanki devlet tarafına biraz daha yakınsınız...
Yok değilim. Devletin resmi politikalarını sonuna kadar eleştiren bir yer USAK. Ayrıca özür dilenecekse bunu dileyecek olan makam, bir devletin başbakanıdır. Yani yaşanan ortak acıların paylaşılmasında içeriğini güzel doldurursanız özür kelimesini de kullanabilirsiniz. Şunu söyleyebilmesi lazım Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin: "İttihat ve Terakki çok büyük bir hata yaptı. Tehciri beceremedi. Eline yüzüne bulaştırdı. Biz size soykırım uygulamadık. Ama yaptığımız şey sizin çok büyük acılar çekmenize yol açtı. Yüz binlerce Ermeni burada hayatını kaybetti. İnsanlar çocuğunu kaybetti, annesini, babasını kaybetti. Aç kaldı, açıkta kaldı. Bunun sorumlusu da İttihat ve Terakki'dir. Taşnaklar bunu yaptı, ben de önlem aldım. Öyle şey olmaz. Devlet vatandaşını korur."
-Özal demişti ki: "Soykırımı tanısak ne olur? Bu iş kökünden biter gider." Hakikaten ne olur yani? Arkası gelir mi?
-Gelir. Nitekim geliyor da.
-Ne geliyor? Toprak mı isteyecekler?
-Tabii, toprak talebi var.
-Yok öyle bir talebimiz diyorlar...
-Bakın Ermenistan yetkilileri, "Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırlarını tanıyoruz." cümlesini dahi kullanamıyorlar. Niye bu cümleyi kurmuyorsunuz?' diyorum. Diyorlar ki efendim biz bunu söylersek taviz vermiş oluruz. Müzakerelerde karşılığında siz ne vereceksiniz? Şimdi siz komşunuzun evini tanımanın karşılığında bir şey beklemezsiniz. Onun karşılığında komşunuz da sizin evinizi tanır. Siz eğer komşunuzun evini tanımıyorsanız, bu savaş nedenidir.
-Yani Türkiye Cumhuriyeti devletini tanımayan bir devlet ile fiili savaş hali gibi bir hal ortaya çıkar...
-Evet. Bu cümleyi kuramıyorlar. Türkiye'nin doğusuna "Batı Ermenistan" demelerine ben o kadar kafayı takmıyorum. Çünkü tarihsel isimleri olabilir. Kürdistan, Ermenistan, Lazistan gibi isimler bir devlet anlamına gelmeyebilir. Ama Ermeni milliyetçilerinin yayınlarına baktığınız zaman çok net bir şekilde şunları söylüyorlar: "Ağrı Dağı'nı bize verin. En azından bize bakan tarafını verseniz, bizim için çok kıymetli bir şey." Van, Ermeniliğin doğduğu yerdir. Van'ı bize verin. Bir özerklik verin. Oradaki topraklarınızı verin, tarzında istekler gelir ardından.
-Tazminat talebi gelir mi?
-Tazminat, topraktan çok daha evvel gelecek bir talep. Nitekim çalışmalar da yapıyorlar. Axa, işte soykırım yapıldı, o yüzden bunlar öldürülmüştür diye bunlara hayat sigortalarını ödüyor. Kabul edildiği an Türkiye ile ilgili tazminat talebi başlayacaktır. Mesela Almanya'nın İsrail'e ödemiş olduğu tazminat 100 milyar doların üzerinde. Üstelik buna siz enflasyonu eklerseniz, bu bahsettiğimiz rakam karşınıza bir trilyon dolara yakın olarak çıkar.
-Ama bunu Türkiye'nin ödemeyeceği besbelli...
-Hiç belli değil. Niye ödeyemeyeceksiniz? Bu bir suçsa, suç işlediğinizi kabul ettiyseniz tazminat ödeyeceksiniz. AB, İnsan Hakları Mahkemesi bir karar aldığı zaman ödememezlik yapıyor musunuz?
-Bir de Ermeni dönmeleri, tehcirden sağ kurtulan saklı Ermeniler var...
-Şimdi kurtarma olayı var. Adamı alıyorsunuz Ankara'dan. Önce Adana'dır durak. Adana'ya gelinceye kadar adam bir yolunu buluyor, geri dönüyor Ankara'ya. Ankara'ya geldikten sonra kimse buna 'Ya sen niye geldin? Sen tehcir edilecek adamsın.' demiyor. Yani Türk devleti hiçbir zaman bu kadar organize olmamıştır. Yani Türkiye Cumhuriyeti'nden farklı bir Osmanlı Devleti de yok. Kâğıt üzerinde mükemmel, uygulamada berbat bir devlet. Hatta Çanakkale'den bir tane adam alıyorlar. İsmini hatırlayamadım şimdi. Bursa'ya kadar yürüyorlar. Yürürken işte hasta olanlardan, çocuklardan, yaşlılardan ölenler oluyor. Kendisi işte Adana'ya kadar yaşıyor. Adana'ya gelince diyor ki, 'Ben bu memleketi sevmedim. Bura güzel değilmiş." diyor, Çanakkale'ye geri dönüyor. Yani böyle binlerce insan var. Bakıyor Çanakkale'de kimse kalmamış. Çanakkale Savaşı'ndan sonrayı düşünün. Rumlar gitmiş, Ermeniler gitmiş. İstanbul'a gidiyor. Ve İstanbul'da 1990'lı yıllarda vefat ediyor.
-Biz ne kadar Ermeni'yi tehcirde kurtardık?
-Şimdi bu göç edenler içerisinde Ermeni erkeklerinden mühim bir kısmı, fedain diyorlar, militan oluyor. Bunların ailelerinin ortada kaldığı çok olmuştur. Saldırılarda da erkekler hedef olmuştur. Çocuklar ve kadınlar ortada kalmıştır. Bu kadınları işte garip gureba sınıfına sokup, mahallede işte bir tane dul Ermeni kadın var, bunu da nüfusumuza alalım dediği haller var. Bu bir İslam geleneğidir. Osmanlı Türk geleneğidir. Bunu bir Batılının anlaması kolay değildir. Bazı durumlarda şu da olmuştur. Ermeni kadın çok güzel. Adam gözüne koymuş. Kocası da ölmüş kadının. Bir şekilde bir yolunu bulup nüfusuna aldığı durumlar da olmuştur.
-İnsani amaçlarla da yapılsa bu asimilasyon değil mi?
-Batı toplumuna sorsanız bu soykırımdır. Niye?, Çünkü Ermenileri kendi nüfusu içerisinde eritmeye çalışıyorsunuz. Oysa Bosna-Hersek savaşında Sırplar çok, 30 bin civarında Boşnak kadına tecavüz ettiler. Ama hiçbiri ile evlenmediler. Ve doğan çocukları da benim çocuğum diye sahiplenmediler. Ama burada çok farklı bir şey var. Bakınız. Ermeni'yi adam kirli görmüyor. Karısı yapıyor. Hanesine sokuyor, ondan çocuk yapıyor. Çocuğa 'çocuğum' diyor. Kadına da 'karım' diyor.
-Ama Müslümanlaştırıyor onu...
-Zaten kocanızın dinini alırsınız o zaman. Bu Müslümanlaştırma da şöyle, bakın. Çok sofu görünüp bir Fatiha ile namaz kılıp ömrünü tamamlayan Ermeni kadınlar var. Veya işte okuduğu zaman sureyi doğru düzgün okuyamayan. Allah'a inanıyor. Ateist bir toplum değil Ermeni toplumu. Çocuk denecek bir yaşta bu evlilikler gerçekleşiyor. Ve son nefesinde de Müslüman olarak ölüyor. Şimdi böyle bir grup var. Bunların on binlerce olduğu söyleniyor.
-Araştırmalar var mı bu konuda?
-Var. Evlatlıkların anıları var. Gazeteci kitapları bir iki tane çıktı ortaya. Bilimsel araştırmalar daha yeni yeni. Kesin rakamını bilmiyoruz. Şundan dolayı. Adam benim karım Ermeni'ydi demiyor. Bu insanlar yaşlandı, ölüyorlar artık. O dönem tamamlanmak üzere. Bir böyle grup var. Bir evlatlıklar meselesi var. Annesi babası öldüğü için çok sayıda yetim kalan var. Kazım Karabekir Paşa'nın büyük gayretleri var. Onun dışında da annesini babasını, evine altın saklamıştır diye göçe hazırlanırken, tehcire hazırlanırken evini basıyorlar, öldürüyorlar anneyi babayı. Çocuk ortada kalıyor. Ve o çocuğu orada çocuğu olmayan bir yaşlı karı-koca alıyor, böyle hikâyeleri hemen hemen her köyde, kasabada, şehirde böyle hikâyeler duyarsınız. Onu alıyorlar. Bunların bir kısmının Ermeni olduğunu biliyoruz. Mesela bazı yerlerde adamın adı Ahmet'tir, Mehmet'tir. Gâvur Ahmet, gâvur Mehmet falan denir Ermeni olduğu bilindiği için. Hiç cuma namazına gitmeyenler veya kendisini Müslüman gösterip de aslında özel hayatında Müslüman olmayanı var. Gerçekten Müslüman olanı da var.
-Bir de Ermeniliğini unutmuş, kendini Türk ve Müslüman sananlar yok mu?
-Var. Bunların hayatlarını fazla kurcalamanın anlamı yok. Çeşit çeşit on binlerce insan bu durumda. Bu ilk kadınlar, çocuklar veyahut da Müslümanlaşmış Ermeniler dışında bir grubumuz daha var: O grup ise bilinçli olarak Doğu Anadolu'da ve Güneydoğu Anadolu'da özellikle, tehcirde yerlerinden edilmemişlerdir. Tehcirden sonra 350 bin kadar Ermeni geri dönmüştür. Bu tarz geri dönenlerden hayatlarından endişe edenler işte ne bileyim Kars'ın, Erzurum'un veya başka bir yerin köyü demiştir ki biz Müslüman olduk. O köy toplu halde Müslüman'dır. Ama pek o ritüelleri uygulamazlar. Camileri yoktur. Bazı durumlarda göstermelik cami yaptıkları olmuştur. İbadetlerini mesela bir Sünni köyler gibi yapmazlar. Birçoğu da Alevi Müslüman olduklarını söylerler. Bu Ermeni köylerinin içinde bir kısmı da Ermeni oldukları fark edilmesin diye kütük değiştirmişlerdir. Yani İstanbul'a, İzmir'e, Ankara'ya taşınırken kütüğünü önce Rize'ye götürmüştür. Rize'den, Afyon'a götürmüştür. Afyon'dan Konya'ya götürmüştür. Yedi sekiz defa kütük değiştiren var. Normalde, Türk vatandaşları şehir değiştirir, ikamet değiştirir ama kütük değiştirmez. Ve bunların içerisinde Ermeni vatandaşlarımızdan çok yüksek makamlara tırmananlar da var.
-Bu dönemde çok üst makamlara tırmanan Ermeni kökenli kim var? (Sadece merak kaygısıyla sorduğum bu soruma yazılmamak kaydıyla öyle bir isim söylüyor ki, şaşkınlıktan ölüyorum. Canan Arıtman'ın durumuna düşmemek için bu ismin telaffuz edilmemesi gerektiği konusunda Laçiner'le hemfikir kalıyorum. Bize ne canım insanların kökeninden? Çok istiyorsa kendisi açıklar. Saklama arzusuna saygı duymamız lazım.)
-Beni en çok rahatsız eden budur. İnsanların kimliklerini saklamak zorunda olmaları, açık toplum için, sağlıklı bir devlet için de tehlikedir. Yani kendileri Ermeni olduklarını rahatça söyleyebilmeliler. Bu insanlar açık kimlikleriyle milletvekili olabilmeli, bakan olabilmeli, yüksek yargıda yukarılara tırmanabilmeli. Bunu saklamak zorunda kalırsa bir süre sonra gizli cemaatler ortaya çıkar.
-Ne yazık ki Cumhuriyet dönemi pek iyi bir sınav vermedi bu konuda...
-Vermedi. Aslında 1950'lerde Ermeni milletvekili var. Tabii şimdi nüfus problemi de var. Ermeni bir milletvekili adayı gösterseniz nereden seçilebilir ki? Ama devletin şunu yapması lazım. Mesela bir Ermeni general olması lazım. İşte Batı toplumları şöyle yaparlar. Bir siyahı alırlar, bir kadını, kendilerince ezildiğini düşündükleri bir gruptan bir kişiyi alırlar. Mesela Almanya'da çok sayıda Türk polis vardır. Bir tanesini de müdür falan yaparlar. O bir mesajdır o topluma. "Bakınız, sizden birini aldık, biz müdür yaptık. Bizim için mesele değildir bu." demektir. Türkiye'de de bir general olmalı Ermeni kökenli. Veya Kürt kökenli ama Kürtlüğünün altı çizilmiş Kürt kökenli bir insan olmalı.
-Ordu bu konuda daha hassas değil mi? Siz bir ütopyadan bahsediyorsunuz...
-Ütopyadan değil, aklın gereğidir bu. Bakınız ben Türk toplumunun cehaletine güveniyorum. Yani Türk toplumunun cehaleti nedeniyle çok şey başına geliyor. Çok aşırı maliyetler ödemek zorunda kalıyor. Ama Türk toplumunun hafızasının ırkçılık gibi meselelerde hastalıklarının çok köklere gitmemiş olması nedeniyle bir bakarsınız iki yılda, üç yılda bu toplum bu noktadan buraya nasıl geldi diyeceğiniz bir şeyler olur.
-Siz bir generalden söz ediyorsunuz. Askerî okullara alınırken ve sonraki her aşamada, ta tepeye tırmanırken, insanların kökenleri en ince detayına kadar incelenmiyor mu?
-Tamam, kökenine bakılır. Özellikle Ermeni olduğu için birisini alırsınız. Özellikle Ermeni olduğu için general yaparsınız, yeteneklerinden dolayı değil. Bunu kadın için de yapmak lazım. Kadın general olması lazım. Bizim böyle sembolik bir mesaja da ihtiyacımız var.
-Sayın İlker Başbuğ'un sizin bu sözlerinizi okuduğu zaman tüyleri diken diken olmaz mı?
-Sanmıyorum. "Aa ilginç bir fikir" diyeceğine eminim.
-Bir temasınız oldu da o yüzden mi eminsiniz?
-Yok, bu konuda değil. Terör meselesinde biz sık sık Genelkurmay'a gittik. Fikirlerimizi belirttik. Tüylerinin diken diken olduğunu görmedik. Üniformalıydılar ama bilemiyorum tabii. (Gülüyoruz)
-Stratejik araştırma kurumları daha çok emekli generallerin konuşlandığı, devletin resmi tezlerini daha çok dile getiren yerler olarak bilinir Türkiye'de. Sizin USAK olarak bir farkınız var mı?
-Valla Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bizim kadar eleştiren ikinci bir yer olduğunu sanmıyorum. Buna medya da dahil yani. Terör politikalarını bizim kadar eleştiren bir yer olduğunu sanmıyorum. Zaman zaman korkuyorum da açıkçası Türk devletini tanıdığım için
-Neden korkuyorsunuz, can güvenliğinizden mi?
-Tabii canım.
-Ama yine de Genelkurmay sizi muhatap kabul etmiş, gitmiş görüşmüşsünüz.
-Ama Genelkurmay değil ki devlet sadece. Devlet devlet değil sadece yani.
-Önümüzdeki yıl Ocak ayında Ermenistan Cumhurbaşkanı Türkiye'yi ziyaret edecek.
Görüşmelerin nasıl bir hava içinde geçecek sizce?
-Olumlu bir hava içerisinde geçecektir; olağanüstü bir şey olmazsa, ciddi hatalar yapılmazsa. Özellikle ben Obama'nın bu süreci desteklemesi gerektiğini düşünüyorum. Yani soykırım tartışmaları veya diasporanın çabaları üzerine değil de Ermenistan-Türkiye diyaloğu içerisinde kurmak lazım her şeyi. Fransa da dahil olmak üzere, bütün ülkeler Ermenistan-Türkiye diyaloguna odaklanırsa oradan çok ciddi meyveler alınır. Ve tarihte bir kısır döngü kırılmış olur. O noktadan sonra artık hızlı bir şekilde iyileşme başlayabilir. Ama eğer bu imza kampanyalarının da bir şeyi tetiklemesi söz konusu olursa, Avrupa ve Amerika'da ciddi Türkiye'yi kıskaca alacak şekilde adımlar atılırsa bunun sonucunda Ermenistan ile diyalogdan vazgeçilebilir. Çünkü Sarkisyan için de çok zor bir durum. Diaspora sanıldığı gibi zayıf bir şey değil. Diasporanın nüfusu Ermenistan'dan da fazla. Ekonomik gücünden de fazla, entelektüel gücünden de fazla. Ermenistan'da kimse yok. İnsanların parasal düzeyi, eğitim düzeyi çok düşük. Hatta birçok bakanları vs. diasporadandır.
-Ermeniler kimliklerini 1915'te açılan yaralar üzerinde kurdukları, o yaralarını da özenle büyüttükleri için, acaba şimdi bu imza sirkülasyonu büyürse, bu yaraların daha da açık kalmasına mı yardımcı olur, yoksa kapanmasına mı?
-Kapatmaz. Zaten imza atanların onlarla yakın düşündüğünü zaten biliyorlar. Orada yeni bir şey yok aslına bakarsanız. Bir Halil Berktay'ın fikrini, bir Taner Akçam'ın fikrini merak ettiklerini sanmıyorum açıkçası. Eğer Ermeniler Türklerin özür dilemesini istiyor olsalardı farklı bir yöntem izlerlerdi. Yani karşınızdakinden özür diliyorsanız daha farklı bir dil kullanırsınız. Ama karşınızdakinden intikam almak istiyorsanız oradaki dil, işte şu an Ermenilerin kullandığı dildir. İntikam ile özür talebi başka bir şey. Özellikle diaspora için Ermeni sorununun çözümü demek, diasporanın çözülmesi demektir. Yani Ermeni sorununun çözümü ile Ermeni kimliğinin çözülmesi aynı anlama geliyor. Çünkü Türk düşmanlığı üzerine inşa edilmiş bir kimlikten bahsediyoruz.
-Bu çözülme daha büyük bir depreme yol açar yani.
-Orada bir soykırım endüstrisi var. Yani para kazanan var, mevki kazanan var, makam kazanan var. Filmini o sayede satan var. Kilisesini o sayede ayakta tutuyor. Ermeniler Türkiye'yi Türk gazetelerinden daha iyi takip ederler. Yani yüz tane haber sitesinde haber varsa, bunun yetmiş sekseni Türkiye ile ilgilidir. Yani adam her şeyini Türk nasıl yaşıyor üzerine odaklamış durumda. Bu hastalıklı da bir ruh hali. O yüzden sonuç alamıyoruz, bir açıdan. Bundan dolayıdır ki biz ilişkimizi Ermenistan'a kaydırmak zorundayız. Çünkü diasporanın sorumluluğu yok. Devleti yok. Devlet demek aynı zamanda sorumluluk demektir. Ermenilerin bu kadar romantik bir noktaya gelmesinin önemli nedenlerinden bir tanesi de devlete sahip olmamalarıdır. Çok kısa süreli bir devletleri vardır, 1920'lerin başında. Bolşeviklerin ele geçirdiği bir devlet. 91'e kadar devletleri yoktur. Bütün o romantizm bu devletsizlikten kaynaklanmıştır. Şimdi Ankara'nın nüfusundan daha az bir devletten bahsediyoruz. Türkiye'nin desteği olmadan buranın ayakta kalabilmesi mümkün değil. Onu fark etmiş durumdalar. Ermenistan'da diasporadan gelenler diyor ki, Türk'ün ekmeğini yiyeceğinize ölün. Ermenistan meclis başkanının "Siz Kaliforniya'da neyle ölüyorsanız ölün. Ama biz burada Türk'ün ekmeğine muhtacız" şeklinde bir açıklaması oldu. Şimdi meseleyi buraya kaydırmamız lazım.
-Obama Ermenilere verdiği soykırımı tanıma sözünü tutacak mı?
-Bir karar tasarısı beklemiyorum açıkçası. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşmadan çok umutlular. Bunu teşvik edecekler. Bunu baltalayacak bir adım atmak istemeyeceklerdir. Soykırım kelimesini kullanabilir. Ama aynı zamanda Türk tarafını da sakinleştirecek, yöntem, ton seçebilir. Türk Amerikan ilişkileri çok ters bir safhaya girerse Ermeni meselesinde mutlaka işler bozulur. Obama'nın verdiği söz internet sitesinde hala duruyor. Ama onu öyle bir yöntemle söylersiniz ki Türk tarafını sakinleştirirsiniz. Burada bir soykırım olmuştur. Karşılıklı acılar olmuştur, hatalar olmuştur dersiniz. Daha yenilir, yutulur hale getirirsiniz. Türkiye'de buna hazırlandı. Obama'nın bir yıldır soykırım diyeceğini biz hep konuştuk. Konuştuğumuz için ah işte bak gördün mü dedi noktasına da geldi kamuoyu biraz yani.
-Dünyanın değişik parlamentolarında, soykırım tasarıları bekliyor. Onlara ne olur bu yıl?
-Küçük ve orta büyüklükteki devletlerdeki tasarılar büyük devletlere bakar. Yani 2001'de Fransa'da karar alındıktan sonra bir zincirleme birçok ülkede de kararlar alındı. Mesela İngiltere bir karar almış olsa, henüz bu kararı almayan ülkelerde de bu karar çıkar. O yüzden Amerika'da bir karar alınmaması, İngiltere'de bir karar alınmaması önemlidir. Fransa'da soykırım demeyi suç sayan yasayı geriye itelediler. Çünkü yeter artık, daha da fazla ileriye, aşırıya gitmeyelim. Bu kadarı yeter noktasındalar. Türkiye'nin o ülke ile ilişkisine bakar mesele. Amerika süper güç olması nedeniyle Amerika'nın aldığı bir kararı her ülke takip edebilir. Siz hiç kızamazsınız. Amerika'da aldı, niye bana kızıyorsun. Git ona kız der adam. İngiltere'ninki de çok önemli. Çünkü tehcir zamanında işgalci ülke, savaştığımız ülke bir. İkincisi de entelektüel gücü çok kuvvetli. Arşivlerin hepsine hâkimler. Bu bir soykırım değildir diye çok net bir şekilde söylüyorlar. Türkiye'yi de bu konuda en çok destekleyen ülke oldu şu ana kadar.
-Biyografinize, kitaplarınıza, yapıp ettiklerinize baktığımda şaşırdım. Yani bir insan hem Afrika'da, hem AB'de, hem Ortadoğunda, hem Kürt, hem Ermeni sorununda uzman olabilir mi? Dahi misiniz, numara mı yapıyorsunuz?
-Yo çok şanslıyız, Türkiye'deyiz. Başka bir ülkede olsaydık bu kadar çok çalışmamız olmazdı. Türkiye'de maalesef bilim çok iyi seviyelerde değil. Özellikle sosyal bilimler. Devletin baskılarının etkisiyle bir tane bile tez yapılamayan sorunlarımız var. En önemli, en kritik konularımızda üniversitelerimiz tez yaptırmamış. Yeni yeni ortaya çıkan bir iki teze baktığınız zaman farklı bir şey söyleme imkânınız yok. Hem devlet ödüllendirmiyor, hem de can güvenliğiniz tehlikeye giriyor. Bunu göze alabilirseniz, birazcık cesaret gösterebilirseniz, sadece olanı ortaya koyarsanız...
-Uzman kesiliyorsunuz.
-Biz uzman olduğumuzu söylemiyoruz bazı konularda. Ermeni konusunda bu kitap sekiz yılda çıktı ortaya. Bir dehamız yok ama bir emek var, alın teri var. Bilimde de böyledir. İsteyene verilir bilim.
-İlgi alanınızın çok geniş olması her konuda bilim yaptığınız anlamına gelir mi?
-Benim ana konum Türk dış politikası. Ama İngiltere'de doktoramı ve mastırımı yaptım. Orada kendime şöyle bir kriter koymuştum. Türkiye'yi dünyaya anlatayım. Burayı da Türkiye'ye anlatayım. Burada çok şanslıyım. Afrika konusunu çalışan birisi var. Bütün ömrünü oraya vakfetmiş. Terör çalışan insan var, AB çalışan insan var. Ve bunlar çalıştıkları alanı gelip bize arıdan bal almış gibi, özünü aktarıyorlar. Onların aktardığını kurum başkanı olmamız nedeniyle biz anlatıyoruz.
-Peki, burayı kim kurdu?
-Burası İngiltere'de okuyan üç tane arkadaşın hevesiyle oluşturulmuştur. Türkiye'de niye bir Chatham House yoktur, neden birileri fikir üretmiyor dedik. İngiltere'nin en eski think tanklerinin başında geliyor. Biz de buraya USAK evi diyoruz zaten. Yani fikir üretilen bir ev düşünün. Şimdi batıda şöyle bir gelenek var. Kral var. Kralın yanında bir akil adam var. Onlar bir takım fikirleri üretiyorlar ve kral da veya devlet de uyguluyor. Amerika mesela fikir üreten adamlarla birlikte kuruluyor. Ama Türk devletlerine baktığınız zaman öyle çok kuvvetli bir gelenek yok. Osmanlıya baktığınız zamanda sultanın dediği dediktir. Çok katıdır. Öyle bir fikir üreten kurumsal yapı görmekte zorlanırsınız. Cumhuriyette bu hiç yok. Cumhuriyet üniversiteleri kurarım, kapatırım, istediğim adamı yaratırım mantığı ile bakmıştır. Biz bunu kırabilecek, devlet için, toplum için fikir üretebilen, dünyayı Türkiye'ye, Türkiye'yi dünyaya taşıyabilen, hem Türkçe, hem İngilizce konuşabilen bir think tank oluşturmak istedik.
-Parayı nereden buldunuz?
-Bunun için de çok büyük para lazımdır. Zengin adam işidir strateji. Şunu gördük, devlet yurtdışına, İngiltere'ye, Almanya'ya Amerika'ya binlerce adam göndermiş. Ve bunlarda işte Şanlıurfa, Malatya, Kars ne bileyim Anadolu'nun taşra üniversiteleri için göndermiş. Dönenleri de hiç kimse istememiş. Bunlar dışarıdan geldiler, tepeden indiler, burada asistanlık yapmadı, şunu yapmadı bunu yapmadı diye geleni terslemişiz hep. Mutsuz insanlar. Yani Amerika'da büyük deneyler yapan bir adam taşra üniversitesine geldiği zaman sen otur, senden hiçbir şey istemiyoruz denmiş. Onlara yardımcı doçentlik bile çok görülmüş.
-Onlardan mı yararlandınız?
-Evet. Dedik ki bu insanlardan yararlanalım. Bu insanların beyinlerini aldık. Elliden fazla insan, seksene çıktık hatta bir ara. Bunların yazdıklarını beş kuruş para vermeden aldık. Dolayısıyla ihtiyacımız olan sermayenin yüzde 90'ından fazlasını almış olduk. Fiziksel bir mekân. Buranın kirası, elektrik, su gibi masraflarını da yedi tane kurucu işadamı karşılıyor. İşadamı diyoruz ama ufak yani böyle bir butik zinciri olan bir adama, yedi kişiye havale ettik. İki yıllık zaten. Biz masrafımızı ortaya koyduktan sonra projeler yapmaya başladık içişleri bakanlığına, adalet bakanlığına, UNİCEF'e, TÜBİTAK'a bu projeleri yaptığımız zaman para kazanıyoruz. Para sorunumuz yok o anlamda. Projeye yetişememe sorunumuz var. Zaman yetmiyor, adam yetmiyor. Mekân yetmiyor. O yüzden de yeni bir mekâna taşınacağız. Tabii ki en iyi müşterimiz devlet. Devlet olmak zorunda. Burayı, biz önünü kesmemiş olsak, her gün birkaç tane diplomat ziyaret ediyor. Yurtdışından geliyorlar veya buradaki elçiliklerden. Ama bizim zamanımız buna uygun değil. Buna rağmen en az dört beş yabancı diplomat buraya gelir. Sürekli bizden bir şeyler öğrenmeye çalışır. Bizim devletimiz bizi biraz geç keşfetmiştir. Yani Türk devletinden gelen ziyaretçi sayısı yurtdışından gelen ziyaretçi sayısından çok çok azdır.
-Siz mi teklifte bulunuyorsunuz devlete, onlar mı size?
-Biz kimseye gidip, bana para ver, ben de size şunu vereyim demeyeceğimize yemin ettik burayı kurarken. Biz öylesine kaliteli bir ürün ortaya koyacağız ki, devlet bize gelecek. "Benim buna ihtiyacım var. Bana bunu ver" diyecek. Ve şu an geldiğimiz nokta, biz hangi kurumla çalıştıysak, genelkurmay başkanlığı, dışişleri bakanlığı, adalet bakanlığı, içişleri bakanlığı hepsinde kurumlardan talep gelmiştir. "Benim şu konuda bilgiye ihtiyacım var. Ben destek sağlarım, proje veririm size. Yapar mısınız" denmiştir. Biz de o anlamda tabii ki yaparız demişizdir.
-2007 Aralık'ında "2008'de PKK sahneden silinebilir" demiştiniz. Neden isabet tutturamadınız?
-Silinebilirin şartları vardır. Bizim tabi gazeteler sapmalarda çok mahirler. Biz o dönemde çok sayıda rapor hazırladık hükümete. Dedik ki bak arkadaş, şu anda geldiğin ortam harika. Yapman gerekenler var. Bir tanesi Kürtçe televizyon. Bunu yap. İkincisi Kürtçe yönündeki bütün engelleri kaldır. Kürtçeden korkmanı gerektirecek bir şey yok. Kürt Enstitüsü kur. Kürt'e ve Kürtçeye sahip çık. Adamın elinden ideolojik mazeretini al, oksijenini kaybetsin bu terör örgütü. İkincisi para Avrupa'dan geliyor. Almanya'da, Fransa'da, İngiltere'de Türk polisi FBI gibi bürolar açsın. Tek tek PKK'lıların uyuşturucu kaçakçılığından, insan kaçakçılığına kadar delilleri toplasın. Çünkü onların polisi bunları önemsemiyor. Adamın kendi derdi değil birinci derece. Rastlarsa durduruyor, rastlamazsa durdurmuyor. Şimdi bunu yapabilseydi PKK'nın üzerine daha çok giderdi Alman polisi de, İngiliz polisi de, Fransız polisi de. Irak'ta da Barzani ve Talabani ile ilişkileri biran önce düzeltin. Irak içerisinde daralta daralta örgütü belirli politikalara mahkûm edin. Bunu yapabilirseniz ilaveten ekonomik, sosyal zaten bir sürü para harcıyorsunuz. Kömür dağıtıyorsunuz, şunu yapıyorsunuz bunu yapıyorsunuz. Bunu da organize yapın. Hepsi birbirini beslesin. Böyle parça parça yapıyorsun. Milyarlarca dolar gidiyor. Ama adam diyor ki tabii devlet bana kömür verecek, tabii bana okul açacak diyor. Ama siz derseniz ki arkadaş Kürt sorunu var. Bölgesel kalkınma sorunu var. Ben bunu çözmek için sana okul yapıyorum derseniz adam böyle anlar bunu. Kömürü bu yüzden veriyorum derseniz böyle anlar. Bir kampanya havasında. Sonra önerilen başka şeyler de oldu. Dedik ki güneydoğu Anadolu bölgesindeki okul sayısını iki misline çıkarabilirsiniz. Bursa'da dersiniz ki arkadaş Mardin'deki tüm okulları Bursalılar yapacak. Bir cep telefonu kampanyası. Herkes beş YTL, on YTL yapar. İşte bursa bilmem ne okulu. Şirketlere de dedik ki sizi şey yaparsınız. Burada mutlaka on kişilik, yirmi kişilik istihdam açacaksın. Nasıl açacaksın? Oradaki şirketlerin en önemli sorunu şu. Know how'ları yok. İşletme yetenekleri yok. Binlerce şirket var batıda. Manisa'daki bir şirkete diyeceksiniz ki bu şirketin muhasebe defteri, şu defteri hepsi senin. Bu senin kardeş şirketin. Sıkıntıya düşüldüğü zamanda bu kardeş kampanyasına girildiği zaman hangi şirket sıkıntıya girerse maliye de kollar bunları.

İlk kadın mühendise Anıtkabir onuru

Genelkurmay Başkanlığı, ilk Türk kadın inşaat mühendisi ve Anıtkabir’in kontrol mühendisi Sabiha Gürayman’ın bir fotoğrafını Anıtkabir’deki Hürriyet Kulesi’nde sergileyecek.
Eskişehir’de emekli öğretim elemanı Günseli Naymansoy, ilk Türk kadın inşaat mühendisi ve Anıtkabir’in kontrol mühendisi Sabiha Gürayman’ın bir fotoğrafının Anıtkabir’e konulması talebiyle aralık ayının başında başvurduğunu, Genelkurmay Başkanlığı’nın talebi olumlu bulduğunu açıkladı. Naymansoy, "Genelkurmay Başkanlığı’nın talebimi gerçekleştireceğini yazıyla tarafıma bildirmesi, bir Türk kadın mühendis olarak beni çok mutlu etti. Genç meslektaşlarımızın, bize bu yolu açan Gürayman’ı tanıyacak olmaları memnuniyetimi bir kat daha artırıyor. Bu aynı zamanda ülkemizde kadın belleğinin oluşmasına da küçük bir katkı olacaktır" dedi. Naymansoy, Genelkurmay Başkanlığı’nın Gürayman’ın fotoğrafını Anıtkabir Komutanlığı bünyesindeki Anıtkabir Hürriyet Kulesi’nde yer alan vitrinde sergilemeyi uygun gördüğünü ifade ederek, fotoğrafın, Genelkurmay Başkanlığı’nca yakın zamanda düzenlenecek törenle, söz konusu kuledeki vitrine konulacağını sözlerine ekledi.

TSK'da Yerli Malı Dönemi

2009'daki önemli projeler arasında ise halen üzerinde çalışılan genel maksatlı helikopter olacak. Savunma Sanayii Müsteşarı Murad Bayar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) ihtiyacının en az yüzde 50'sinin Türkiye'den karşılanması konusunda, daha önce planlanan 2011 yılı yerine 2 yıl erkene alınarak, 2009 yılında gerçekleştirebileceklerini söyledi. Bayar, Antalya Belek'teki Rixos Premium Otel'de düzenlenen Sinerjitürk 2008 Toplantısı çerçevesinde, Türk Savunma Sanayii'nin 2009 projeleri ve hedefleri konusundaki soruları yanıtladı.
Türkiye’de üretilecek
Bayar, 2009'daki önemli projeler arasında, yer alan halen üzerinde çalıştıkları projenin genel maksat helikopteri olduğunu belirterek, TSK'nını, güvenlik güçleri ile kamunun yanı sıra özel sektörün de ihtiyaç duyacağı genel maksat helikopterlerini Türkiye'de üretmeyi hedeflediklerini kaydetti. Şu aşamada, üretilmesi planlanan helikopterler konusunda lisans yarışması yaptıklarını bildiren Bayar, genel maksat helikopterinin tamamıyla Türkiye'de üretileceğini ifade etti.
Mehmetçik 1250 metreden vuracak
Toplantı çerçevesinde bazı yerli savunma sanayii şirketerinin ürünleri de sergilendi. Sergilenen ürünler arasında ise en çok MKEK tarafından geliştirilen ve 1250 metrelik menzile sahip keskin nişancı tüfeği dikkati çekti. MKEK yetkilileri, tamamıyla yerli üretim olan bu yeni keskin nişancı tüfeğinin, Jandarma'nın da görüşleri ve istekleri çerçevesinde geliştirildiğini ve Türkiye şartlarına uygun bir uzun menzilli tüfek olduğunu vurguladı.

ERGENEKON VE HASDAL KIŞLASI

El bombaları, Karadağ ve Yıldırım’ın Hasdal bağlantısından sonra Yermez’in ‘Yüzbaşı Ömer’ iddiaları gündemde.
İşadamı Üzeyir Garih cinayeti hükümlüsü Yener Yermez’in cezaevinden star’a yaptığı açıklamalar, gözleri Ergenekon soruşturması kapmasında yeniden Hasdal Kışlası’na çevirdi. Hasdal Kışlası ilk olarak Ümraniye’de bir gecekonduda ele geçirilen 27 el bombasıyla gündeme geldi. O günden bu yana Ergenekon ile ilgili birçok olayda adı duyulur oldu.
TÜM YOLLAR HASDAL’A ÇIKIYOR
Ümraniye'de ele geçirilen bombaların Hasdal Kışlası’na kayıtlı çıkması, Ergenekon sanığı Fikri Karadağ’ın bir dönem Hasdal’da görev yapması, Garih cinayetinin işlendiği tarihte Ergenekon’un tutuklu sanığı Oktay Yıldırım’ın Hasdal Kışlası’nda astsubay olarak görev yapmasının ardından, Garih cinayeti hükümlüsü Yener Yermez’in Hasdal’da askerlik yaptığı döneme ilişkin iddiaları dikkat çekti.
YÜZBAŞI ÖMER TORPİLİ
Son dönemde yaptığı açıklamaların ardından infaza karşı korumaya alınan Yermez, Hasdal’da Yüzbaşı Ömer’in kışlaya gittiği günden itibaren kendisini kral gibi karşıladığını ve askerlik yaptığı 3 ay içinde 2 ay izne çıkardığını iddia etmişti. Avukatı aracılığıyla star’a açıklama yapan ve bir mektup yazan Yermez’in iddiaları Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı ve emniyet ekibi tarafından takibe alındı.
ŞAHİN: YERMEZ’İN İFADESİ ALINACAK
Yermez'in Ergenekon ile bağlantılı olduğunu iddia ettiği Meral’in tespiti için, kaldıklarını söylediği Eminönü bölgesindeki otel kayıtları ve görevlilerinin de incelendiği öğrenildi. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, Ergenekon savcılarının Yermez’in ifadesini alacağını bildiğini söyledi. Kırıkkale F Tipi Cezaevi’nde önceki gün avukatı Mustafa Yalçınkaya ile 3.5 saat görüşen Yermez, ‘Umudunu hiç kaybetmedim. Suçsuz olduğum er ya da geç birgün ortaya çıkacaktı. Ben hep o günü bekledim’ demişti.
Savunma sırası Reis’te
Ergenekon terör örgütü davasında savunma sırası ‘Kelebek operasyonu’nun ardından hapis cezası alan ve halen tutuklu bulunan ‘Reis’ kod adlı Sedat Peker’de. Bugünkü oturum Akın Birdal suikastı sanığı Semih Tufan Gülaltay’ın çapraz sorgusu ile başlayacak. Daha sonra Ergenekon liderlerinden olduğu iddiasıyla tutuklu yargılanan emekli Tuğgeneral Veli Küçük ile olan yakın ilişkisi dikkat çeken Peker, Ergenekon soruşturması kapsamında 20 Mart’ta savcılığa 10 saat ifade vermişti.
KAHVE TARARDIK
Veli Küçük ile olan ilişkisiyle dikkat çeken Sedat Peker’in ‘Eskiden kahvehane tarardık’’ ifadesi, Ergenekon iddianamesinde ‘Gazi olaylarını doğrular nitelikte’’ şeklinde yer alıyor. İddianamede, Sedat Peker’in Veli Küçük, Sevgi Erenerol, Kemal Kerinçsiz, Kemal Alemdaroğlu, Doğu Perinçek, Sami Hoştan ve Ferid İlsever ile yurt dışında toplantılar yaptıkları belirtildi. Peker, ‘Kelebek Operasyonu’’ davasında ‘Çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek’’ suçundan 14 yıl 5 ay 10 gün hapis cezasına çarptırılmıştı.
VELi PAŞASININ SEDAT’I
Veli Küçük ile Peker arasında geçen telefon konuşmalarında Peker’in Küçük’e ‘’Siz nasıl emir buyurursanız’ şeklinde hitap ettiği Küçük’ün de kendisine ‘Sedatım’ şeklinde hitap ettiği kaydedildi. Veli Küçük, mahkemedeki savunmasında Sedat Peker’in bir suç örgütü lideri olmadığını iddia etmişti. Peker ile Küçük’ün duruşma salonundaki sıcak yakınlaşması da gözlerden kaçmıyor.

Veli Küçük Paşa Çok Haklı...

Veli Küçük haklı, failleri çok belli
Bingöl’de kayıp ilan edilen Kemal Bektaşoğlu’nun adı Palmiye operasyonu tutuklusu JİTEM’ci astsubay Uğur Doğan Er’in telefon konuşmasında. Karşıdaki soruyor: Bektaşoğlu çatışmada öldürüldü değil mi?
Uluslararası göçmen kaçakçılığı yapan çeteye yönelik Konya merkezli ‘Palmiye Operasyonu’nda, Malatya’daki misyoner katliamının yanı sıra yaklaşık üç yıl önce esrarengiz şekilde ortadan kaybolan Bingöllü Kemal Bektaşoğlu’nun akıbetine de ışık tutabilecek bir ipucu yakalandı. Konya Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü, insan kaçakçılığı yapan bir çeteye yönelik bir yıl önce operasyon başlatmış; aralarında Konya İl Jandarma Alay Komutanlığı’nda görevli Başçavuş Uğur Doğan Er’in de bulunduğu 83 kişi geçen mayıs ayında tutuklanarak cezaevine konulmuştu. Soruşturmayı yürüten Konya Cumhuriyet Savcısı Yusuf Yıldırım, 83’ü tutuklu olmak üzere toplam 186 sanık hakkında geçen ay ağır ceza mahkemesine dava açmıştı.
‘Zirve’yle bağlantısı çıktı
Palmiye iddianamesinde, Malatya’daki misyoner katliamının derinine ışık tutabilecek bilgilere yer verilmişti. Davada tutuklu sanıklardan Uğur Doğan Er’in, başka bir tutuklu sanık Özkan Han’la misyoner katliamından 34 gün sonra yaptığı bir telefon konuşmasında, katliamda öldürülen Necati Aydın’la ilgili bir haberi işaret edip “aramızda kalsın” derken dinlemeye düştüğü ortaya çıkmıştı. Necati Aydın’ın İzmir’de misyonerlik yaparken geçirdiği soruşturmalar nedeniyle AİHM’e şikâyet ettiği JİTEM’ci Uğur Astsubay’ın, Uğur Doğan Er olduğu saptanmıştı.
Telefon kaydı dosyada
Taraf’ın ele geçirdiği Palmiye Fezlekesi ve Palmiye İddianamesi’nde, yaklaşık üç yıl önce kaybolan Bingöllü Kemal Bektaşoğlu’nun akıbetine ışık tutabilecek bilgiler de yer aldı. Uğur Doğan Er ile Özkan Han arasında geçen başka bir konuşmaya da Kemal Bektaşoğlu konu oldu. Konya polisi, iki zanlı arasında 21 Nisan 2007 tarihinde gerçekleşen görüşme üzerine Bingöl Kiğı Eskikavak Köyü nüfusuna kayıtlı, Mehmet ve Elif’ten olma 1968 doğumlu Kemal Bektaşoğlu dosyasını soruşturmaya dahil etti. Adaklı’da arıcılık yapan Bektaşoğlu’nun, 1 Mart 2006 tarihinden itibaren kayıp olduğu bilgisine ulaşıldı. Baba Mehmet Bektaşoğlu’nun, 22 Nisan 2006’da Adaklı İlçe Emniyet Amirliği’ne oğluyla ilgili kayıp başvurusu yaptığı belirlendi. Adaklı’nın Aysaklı Köyü’nde arıcılık yapan Bektaşoğlu’nun, 70 kovan arısını 2005 yılının ekim ayında Adaklı’ya getirdiği; kovanları akrabası Nebi Erkek’in bahçesine yerleştirdiği; ilçe merkezindeki afet konutlarında ev kiralayarak burada yaşamaya başladığı; 1 Mart 2006’da motosikletiyle birlikte esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu anlaşıldı.
Kayıpken adına telefon alınmış
Cep telefonuna da ulaşılamayan Bektaşoğlu’nun evinin arandığı; ancak nerede olduğunu gösteren herhangi bir ipucuna rastlanamadığı saptandı. Kaybolduktan sonra bir hafta sonra Kemal Bektaşoğlu adına 538 874 56 XX numaları bir hat alındığı; 7 Mart 2006 tarihinde kısa süreli aktif hale geçtiği tespit edildi. Hattın nereden ve nasıl alındığını belirlemek için çalışma başlatıldı.
PKK’lı değil, jandarmayı ararmış
Çatışmada öldürüldüğü bilgisinden hareketle Kemal Bektaşoğlu ya da ailesinden herhangi birinin PKK’yla bağlantısı olup olmadığını da araştıran polis, ne kayıp arıcının ne de birinci ve ikinci derece bir akrabasının PKK’yla bağını gösteren bir bilgiye ulaşabildi. Bektaşoğlu’nun, kaybolmadan önce kullandığı cep telefonuyla defalarca Bingöl İl Jandarma Komutanlığı ile Konya İl Jandarma Alay Komutanlığı’nı aradığı saptandı. Tutuklanmadan önce Konya’da görev yapan Başçavuş Er’in, daha önce de Bektaşoğlu’nun memleketi Bingöl’de görevli olduğu belirlendi. İddianamede, “Şüpheli Uğur Doğan Er’in Bingöl ve Konya’da görev yapması ve Kemal Bektaşoğlu’nun da Er’in görevli bulunduğu bu illerdeki jandarma komutanlıkları ile görüşmelerinin bulunması, Er’in Bektaşoğlu ile irtibatının bulunduğunu göstermektedir” dendi.Öldürülen bir kişi var amaBingöl İl Jandarma Komutanlığı, 2 Ağustos 2007’de yaptığı bir açıklamada; 26 Temmuz 2007 günü Yedisu İlçe Jandarma Komutanlığı’na gelip teslim olan Suriyeli ‘Şernaz’ kod ve ‘Ömer Korhamdu’ adlı PKK’lının üstlendiği eylemler arasında Kemal Bektaşoğlu’nun öldürülmesi olayını da saymıştı. Korhamdu’nun, 2006 yılı nisan ayında Kiğı ve Yedisu arasındaki Maltepe Vadisi’ne avlanmaya giden Bektaşoğlu’nun öldürülmesi olayında yer aldığını itiraf ettiği açıklanmıştı. Ancak Palmiye dosyasında, Korhamdu’nun öldürdüğünü söylediği Kemal Bektaşoğlu emniyet ve savcılık kayıtlarında hâlâ kayıp görünen Kemal Bektaşoğlu’yla aynı kişi olup olmadığına dair herhangi bir bilgi yer almadı.
Dinlemeye takıldılar
Er ve Han arasında geçen 21 Nisan 2007 tarihli görüşme şöyle:
Ö. Han: Temiz mi telefonun?
U. D. Er: E sayılmaz.
Ö. Han: Tamam. Dosyalar geldi.
U. D. Er: Tamam abi, görüşürüz.
Ö. Han: Manyak bişey bu.
U. D. Er: Tamam.
Ö. Han: Düşündüğünden daha fazla.
U. D. Er: İyi, sende mi?
Ö. Han: Bende şu an.
U. D. Er: Bana aktarma şansın olacak mı?
Ö. Han: Tabi ki...
U. D. Er: Nasıl yani, mailden mi nasıl yapacağız yani?
Ö. Han: Mail olarak geçecem birazdan.
U. D. Er: Tamam dedeciğim, sağol.
Ö. Han: Şeyi hatırlıyor musun, Kemal Bektaşoğlu.
U. D. Er: He.Ö. Han: Öldürüldü di mi, çatışmada?
U. D. Er: E isim yabancı değil, ama net.
Ö. Han: Şeyde, Dersim’de, operasyonda, 2006 Mayıs.
U. D. Er: Tamam karıştırma, hadi.Ö. Han: Tamam, anladın di mi olayı.