28 Şubat 2011 Pazartesi

Jandarma'dan devrimci karargah açıklaması

JANDARMA Genel Komutanlığı, dün bazı basın yayın organlarından çıkan Devrimci Karargah Örgütü’ne ’Bomba Eğitimi Jandarma’dan’ başlık haberlerle ilgili olarak, "Bir Kanun Ordusu olan J.Gn.K.lığının suç örgütleri ve suçlularla ilişki içinde bulunduğu izlenimi verilmeye çalışılması üzüntü ile karşılanmıştır" denildi.

İnternet sitesinde yapılan açıklamada, "Bazı basın yayın organlarında 27 Şubat tarihinde yer alan ’Bomba eğitimi Jandarma’dan’ başlıklı haberde ’Jandarma Genel Komutanlığında görevli Yüzbaşı Necmi SUNA’nın Devrimci Karargah Örgütü mensupları ile ilişkisinin olduğu’, ’Jandarma Komando Astsubay Muzaffer MEHMETÇİLER tarafından Dev-Sol ve PKK’nın taşeronu olan Devrimci Karargah elemanlarına bomba ve suikast eğitimi verildiği’, ’Devrimci Karargah liderlerinden çoğunun Bekaa Vadisi’nde Jandarma’da görevli subaylardan eğitim aldığı’ hususları yer almıştır.

Konu ile ilgili yapılan incelemede; haberde Yzb. Necmi SUNA olarak belirtilen şahsın Astsubay Necmi SUNA olduğu ve Jandarma Genel Komutanlığı’nda görevli iken, yapılan bir soruşturma sonucunda yasadışı bir sol örgüt mensupları ile ilişkisinin tespit edilmesi nedeniyle, 25 Kasım 1991 tarihinde TSK’den ilişiğinin kesildiği, haberde ismi geçen Astsubay Muzaffer MEHMETÇİLER’in, Ankara İl J. K.lığında görevli iken, yapılan bir soruşturma sonucunda yasadışı bir sol örgüt mensubu olduğunun belirlenmesi üzerine, Ekim 1990’da firar ettiği ve firarda iken 25 Kasım 1991 tarihinde TSK’den ilişiğinin kesildiği tespit edilmiştir. Bir Kanun Ordusu olan J.Gn.K.lığının suç örgütleri ve suçlularla ilişki içinde bulunduğu izlenimi verilmeye çalışılması üzüntü ile karşılanmıştır. Kamuoyuna saygıyla duyurulur" denildi.

"Medya 28 Şubat'ta çok kötü bir sınav verdi"

Taha Akyol, HABERTÜRK TV'DE Didem Arslan Yılmaz'a konuştu

Gazeteci Taha Akyol, 28 Şubat sürecinde yaşananları, Orgeneral Çevik Bir ve Aydın Doğan arasında yaşananları HABERTÜRK TV'de Gün Ortası programında anlattı.

"Medya, irticai tehdit olduğu konusunda hem cumhuriyet eğitimden aldığı önyargılarla, biraz da habercilik heyecanıyla ve koalisyon hükmetine karşı olmanın verdiği bir siyaset duygusuyla 28 Şubat sürecinde çok kötü bir sınav vermiştir. Bunun içerisinde direnenler, eleştirenler, mağdurlar olmuştur. Direnenler olmuştur, direndiği için işlerinden atılanlar ya da atılmak tehdidiyle karşı karşıya gelenler olmuştur. Bunlardan birisi benim, birisi de şuanda Habertürk Gazetesi'nde yazan Umur Talu'dur."

"Çevik Bir, Aydın Doğan'a telefon açarak Genelkurmay'a çağırıyor. Genelkurmay Başkanlığın'da Karadayı karşılıyor, diyor ki "Türkiye'de büyük bir yeşil tehlike var. Bunda medyaya büyük görevler düşüyor. Biz medyanın yeterli duyarlılığı gösterdiği kanaatinde değiliz. Çevik Bir Paşa, benim adıma sizinle görüşecek.' 28 Şubat süreci başlamıştı, MGK olmuştu, 1997 yılının Mayıs-Haziran aylarında olabilir. Yan odaya geçiyorlar, Çevik Bir Paşa ve Aydın Doğan beraber yemek yiyorlar. Duvarda bir harita var, yeşile boyanmış. Diyor ki, 'Sizin gazetede şu yazarlar irticaya destek veriyorlar, ordu düşmanlığı yapıyorlar. Bunları işten çıkaracaksınız.' Bu listenin içinde ben varım, Yalçın Doğan var, o zaman Genel Yayın Yönetmeni olan ve ordunun hoşlanmayacağı manşetler atan Derya Sazak var, Umur Talu da var. Aydın Bey listeye bakıp diyor ki, 'bunları işten çıkarmam. Zor dönemlerde, asker sıkıştırınca gazeteci atan bir patron olamam.' Onun üzerine Çevik Bir diyor ki, 'O vakit bir subay göndeririz, gazeteyi o yönetir'. Aydın Doğan da 'peki yarın gönderin' diyor. Sertleşen ortamın sonunda Çevik Bir üslup değiştiriyor. 'Siz irticanın farkında değilsiniz. Bütün yazarları toplayın, 28 Şubat'a karşı çıkan ve sempati duyan bütün yazarlarıyla bir öğlen yemeği yiyelim. Türkiye'nin nasıl yeşilleştiğini, yüksek yargıya anlattığım gibi yazarlara da ben anlatırım' diyor. Çevik Bir'le birlikte yemek yedik. Bütün yazarlar var, sadece Umur Talu, protesto etmek için gelmedi..."

KOMUTANDAN MEKTUP VAR / Önder Aytaç

Şu anda muvazzaf olarak görev yapan bir subaydan mektup geldi. Ben de bu mektubun hiçbir satırına, cümlesine dokunmadan sizinle paylaşayım istedim. Daha sonra da birkaç cümle ile kendi yorum ve değerlendirmelerimi yapacağım.

Ayrıca o kadar çok böylesi gelen e-mail ve mektup var ki? Geleceğin Türkiyesi ve de özellikle güvenlik güçlerinin şeffaflaşması, hesap verebilirliğinin artması ve hukukun üstünlüğünün perçinlenmesi adına, ben bu mektubu ve benzeri gelen yüzlerce mektupları çok ama çok önemli görüyorum.

Bir diğer anlatımla, yapılan hiçbir hukuksuzluk, artık dört duvar arasında kalmıyor. Bunu yaşıyorum ve geleceğe daha bir ümitle / umutla bakıyorum…

‘…Sevgili hocam,
Bizim generallerimiz Atatürkçüdür hocam, hepsi katıksız Atatürkçü…
Ama bunların çoğu salon Atatürkçüsü…

Atatürk Kurtuluş savaşında başkomutan olarak cephelerde, dağlarda yatmış, diğer paşalarımız da öyle… Şimdikiler ise dağa çıkmazlar, operasyon bölgesini görmeden çoğu zaman işi karargâhtan mı yönetirler acaba?
Tuğgeneral veya tümgeneral olanlar ise, operasyon bölgesine en yakın bölük veya tabura mı kurarlar harekât merkezlerini? Ve tugayın / tümenin tüm birliklerini ve harekât bölgesini oradan mı idare ederler ve onlar da mı görmezler harekât merkezlerini?

Hakkını yememek için yazmadan geçemeyeceğim, ben bir tane gördüm dağda yatan general. Kızılay çadırını da ben göndermiştim ona, adı Metin Yavuz Yalçın.

Bu gün bazı köşe yazarlarını konuşturuyorlar. Ergenekon’un medyadaki sesleri diyorlar ki; ‘…“Terörle mücadele etmesi gereken komutanlar Ankara’da kendilerini savunma pozisyonunda, moralleri bozuk…” ya da, ‘…“TSK’ya psikolojik harekât yapılıyor, yıpratılıyor bu yüzden savaşamıyorlar…” veyahutta; ‘“…Hükümet bu yolları asfaltlasaydı mayından şehit vermezdik…” diyenler bile var.

Bu Ergenekon’un sesi gazeteciler bilmezler mi ki, bu ülkede terör tam 26 yıldır var. Ergenekon soruşturması ise 2-3 yıldır devam ediyor.

Eskiden yola mayın döşenir, basınca patlardı. Bazen de tel güdümlü, 150 – 200 metreden patlatılırdı. 2003’ten sonra patlayan mayınların % 80’i yol kenarına, yamaçlara döşeniyor, cep telefonu veya telsiz ile uzaktan kumanda ile patlatılıyor. Sorunun bu olduğunu hepimiz bilmemize rağmen, 8 senedir her araca bir tane cemır –jammer- takamadık. (http://nedir.antoloji.com/jammer/)

Yoları asfaltlayalım tamam kabul de ya yamaçlara ne yapacağız? Her ölümden sonra, şehit cenazelerinde hükümet üyelerini yuhalatacaklar. Ama baskın yiyen tabur komutanına veya bağlı olduğu tugay komutanına hiçbir şey olmayacak. Hesap da mı sorulmayacak? Ankara’da siyaset yapan paşalara da en son olan 11 şehidin hesabı da mı sorulmayacak?

Çukurca’da kendi yedi askerinin ölümüne neden olan tugay komutanı ne oldu? Üstüne vazife olmayan her konuda konuşan bir genelkurmay başkanı, 11 şehitten sonra neden sus pus olup köşesine çekiliyor da, suçlu ve sorumlu olanlar hakkında gereğini yerine getirmiyor?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da umuyorum ki bu işte başarılı olacak. Bazen karamsarlığa kapıldığım oluyor, bu işi kıvıramayacak, ağzına yüzüne bulaştıracak diye… İnşallah ben yanılırım da memleket kazanır…

Başbakan Filistin ile uğraşacağına, İran’a destek çıkacağına, Kuzey Afrika ülkelerine laf yetiştireceğine, TSK’nın komuta kademesini gençleştirecek kanuni düzenlemeleri bir an önce yapmalı değil mi? TSK’da (hiç yoktur ama eğer varsa Ö.A.) obez generallerin kalmaması için gerekli düzenlemeler yapılmalı.

İrtica ile eylem planının arkasındaki dönemin genelkurmay başkanını ve ikinci başkanı çoktan emekli etmeliydi ama yap(a)madı…
Genelkurmay başkanlığı çoktan milli savunma bakanlığına bağlanmalıydı ama bağla(ya)madı.

Ergenekon’un ayak takımını cezaevlerine dolduracağına beyin takımını toplamalıydı ama topla(ya)madı.
Asla Ergenekon ile uzlaşma aramamalı, uzlaşmamalıydı ama eminim yapmadı...

Kendi partisi içindeki demokrasi düşmanları ile mücadele ederken, dışarıda yeni cepheler açmamalıydı ama inşallah açmadı.

Örneğin Alevilerin çok basit istekleri var. Son üç yılda bir sürü çalıştay topladılar. Yapılan tek somut adım ise Sivas Madımak’ın istimlâk parasının gönderilmesi oldu…
Benim de çok önemsediğim ve desteklediğim ‘Demokratik Açılım’ denildi ve fakat hala Anayasanın başlangıç kısmına bile dokunamadılar ve herkesçe kabul görecek ve kendini ‘öteki’ olarak algılamayacağı yeni ve çağdaş bir vatandaşlık tanımını hala yap(a)madılar.

Bunlarla ilgili yenilikleri de anayasa değişikliğine koyacaklardı… Eğer Anayasa Mahkemesi, yapılması öngörülen değişiklikleri Anayasaya aykırı olarak, esastan bozar ve Anayasayı ihlal ederlerse, mahkeme binasından çıkışında da alayını tutuklayacaklardı.

Anayasayı ihlal etti diye başbakanı asmışız, bakanları asmışız… Değiştirmeye kalkıştılar diye Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını asmışız. Bir de Anayasa Mahkemesi Üyelerini tutuklardık anayasayı ihlalden değil mi?

Korktular hocam, korktular. Ama biliyoruz ki, Korkunun ecele bir faydası yok değil mi?..’
Gelen mektup bu şekilde, ben de üzerine hiçbir yorum yapmadan, yazılanları sizinle paylaşayım istedim…

Selam ve dostlukla!...

Yargı lojmanına saldırı olayında TSK-Emniyet gerilimi


Yargı lojmanlarına silahlı saldırı girişiminden gözaltına alınan şüphelilerden birinin asker çıkmasının ardından Genelkurmay ile Emniyet arasındaki kriz büyüyor. TSK, askerin hemen Merkez Komutanlığı'na teslim edilmesi gerekmesine rağmen 36 saat Emniyet'te tutulduğunu açıkladı.


Cuma günü İstanbul'da hakim ve savcı lojmanlarının çevresinde bir kişi silahla yakalandı. İki kişi olduğu belirlenen şüphelilerden birinin silahın namlusuna mermi sürüldüğü öne sürüldü.
Haberin medyaya yansımasının ardından cumartesi günü Genelkurmay bir açıklama ile şüphelinin asker olmadığını duyurdu. İstanbul Emniyet Müdürlüğü ise bugün yakalanan 2 kişinin bölücü terör örgütü üyesi olduğunu açıkladı.
 
Emniyet'in açıklamasının ardından Genelkurmay'ın cevabı geciktmedi. TSK yakalananların asker olmasına rağmen Emniyet'te yasalara aykırı bir şekilde tutulduğu belirtildi.

Genelkurmay Başkanlığı, 26 Şubatta bir gazetede yayımlanan ''Yargı lojmanında esrarengiz asker'' başlıklı haberde asker olduğu ifade edilen kişinin Balıkesir'de askerliğini yapmakta olan bir er olduğunun belirlendiğini bildirdi.
HABERLERE TEPKİ
Genelkurmay Başkanlığının internet sitesindeki açıklamada, haberin yayımlandığı gün, haberdeki ''asker'' ifadesinin gerçeği yansıtmadığı, şahısların sivil olduklarının öğrenildiği bilgisinin kamuoyuyla paylaşıldığı hatırlatıldı.

26 Şubatta yapılan açıklamanın, olayın gazeteden öğrenilmesi üzerine öncelikle İstanbul Merkez Komutanlığı nöbetçi heyetince daha sonra İstanbul Merkez Komutanı'nın talimatıyla Merkez Komutanlığında görevli emniyet yetkilileri tarafından hem olayın meydana geldiği bölgeden sorumlu Başakşehir Polis Karakolundan hem de İstanbul Terörle Mücadele Merkezinden alınan bilgiler doğrultusunda yapıldığı belirtildi.    


Genelkurmay açıklamasında hava değişimi izninde olduğu belirtilen askerin hemen Merkez Komutanlığı'na teslim edilmesi gerekmesine rağmen 36 saat Emniyet'te tutulduğu belirtildi.
ASKER KANUNLARA AYKIRI BİR ŞEKİLDE GÖZALTINDA TUTULDU
Her iki emniyet biriminin olayın doğru ancak yakalanan şahısların asker olmadığını ifade ettiği bilgisine yer verilen açıklamada, şunlar kaydedildi:
''Teyit edilen bu bilgilere rağmen konu araştırılmaya devam edilmiş, saat 16.30'da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüyle yeniden irtibata geçilerek herhangi bir gelişme olup olmadığı sorulmuştur. Bunun üzerine saat 17.20'de aynı şubede görevli bir komiser tarafından, olayın 25 Şubat 2011'de meydana geldiği, asker olduğu ifade edilen kişinin Balıkesir'de askerliğini yapmakta olan bir er olduğu (Birliğinden 1-28 Şubat 2011 tarihlerinde hava değişimine ayrılmıştır) ve İstanbul Emniyet Müdürlüğünde savcı talimatı gereğince gözetim altında tutulduğu ifade edilmiştir. Bunun üzerine 26 Şubat 2011'de sabah saatlerinde yapılan açıklama TSK'nın internet sitesinden kaldırılmıştır.
Bahse konu askeri şahıs, ilgili yasa ve genelgelere aykırı olarak 36 saat emniyet müdürlüğünde gözetim altında tutulmuş ve İstanbul Merkez Komutanlığına bilgi verilmemiştir. 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu'nun 79'uncu maddesinde, suç işleyen asker kişilerin (Aynı kanunun 10'uncu maddesi gereğince erbaş ve erler de bu kapsamdadır) hangi hallerde geçici olarak yakalanabilecekleri düzenlenmiştir. Aynı kanunun 80'inci maddesi 'Yakalanan kişi serbest bırakılmaz ise hemen en yakın askeri inzibat karakoluna veya askeri makama teslim olunur veya yetkili askeri inzibat gelinceye kadar olay yerinde tutulur' hükmünü amirdir. Adalet Bakanlığınca yayımlanan 1 Ocak 2006 tarihli 'asker kişiler hakkındaki soruşturma' konulu ve 23 no'lu genelge hükümleri de bu yöndedir.''

'Askerler Türkçe ezan istedi'

TSK'nın 28 Şubat sürecinde ezanın Türkçe okunması dahil 6 istekte daha bulunduğu öne sürüldü. Gazeteci Çalmuk'a göre Erbakan saatler süren pazarlıkla askerleri ikna etti.

NTV canlı yayınına katılan Gazeteci Fehmi Çalmuk, 28 Şubat kararlarının alındığı Milli Güvenlik Toplantısı'nda açıklanmayan pazarlıklar yapıldığını ileri sürdü.

Çalmuk'un iddiasına göre, 28 Şubat kararları, 18 değil 24 maddeydi.
Milli Güvenlik Kurulu tutanakları açıklanırsa bu gerçeğin ortaya çıkacağını belirten Çalmuk, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin istekleri arasında açıklanmayan başlıklar olduğunu dile getirdi.
Çalmuk, ortaya çıkmayan 6 maddenin Necmettin Erbakan'ın saatler süren pazarlıklar sonucunda gerçekleşmediğini açıkladı.

Çalmuk'un iddiasına göre, askerlerin istekleri arasında çarpıcı başlıklar var:
- Ezanın tekrar Türkçeleştirilmesi,
- Fetullah Gülen'in tutuklanması
- İlahiyat Fakülteleri'nin azaltılması
- İmam Hatip Liseleri'nin tamamen kapatılması.
Çalmuk diğer maddeleri açıklamaktan kaçınırken adres olarak MGK arşivlerini gösterdi. Çalmuk, gizli belgelerin açıklanması durumunda askerlerle Erbakan arasındaki pazarlıkların da gün yüzüne çıkacağını söyledi.

Komutan Ayda 7 Bin TL'ye Isınmış!

Tugay Komutanı Tuğgeneral Gökbayrak'ın kaldığı komutanlık konutunun aylık ısınma gideri dudak uçuklatıyor.3. Zırhlı Tugay'ın 30 odalı 3 katlı binası aylık bin 120 liraya ısıtılırken, Tugay Komutanı Tuğgeneral Gökbayrak'ın kaldığı komutanlık konutunun aylık ısınma gideri 7 bin 425 lira olmuş. Tugay bütçesinden Gökbayrak'ın konutunun ısıtılması için günlük 240 lira ödenmiş.

Geçtiğimiz yıl Çerkezköy 3. Zırhlı Tugay Komutanı olarak görev yapan ve 2010 Ağustos YAŞ'ında 1. Ordu Komutanlığı Harekat Başkanlığı'na atanan Tuğgeneral Göktürk Gökbayrak'ın konutunun ısınma giderleri dudak uçuklatacak gibi. Gökbayrak'ın konutu için aylık 7 bin 425 lira ısınma ücreti ödenirken, 3 katlı ve 30 odalı 3. Zırhlı Tugay Komutanlığı binasının aylık ısınma gideri bin 120 lira olmuş.


AYDA 2 BİN 475 LİTRE MAZOT


3. Zırhlı Tugay harcama kayıtlarında çarpıcı rakamlar yer aldı. Aylık olarak hazırlanan sarf imal istihsal belgelerine göre, 2010 yılı Şubat ayı için düzenlenen ve Gökbayrak'ın da imzası bulunan sarf imal istihsal belgesinde “2 bin 475 kg. motorinin Tugay Komutanı konutu kazan dairesinde yakılarak sarf edildiği” belirtildi. Litresi yaklaşık 3 lira olan mazotun komutan konutunda Şubat ayı tüketimi yaklaşık 7 bin 425 liraya ulaştı.


30 ODALI KARARGAH KOLAY ISINDI


Konutundaki astronomik yakıt tüketimi dikkat çeken Gökbayrak'ın yönettiği 30 odadan oluşan 3 katlı 3. Zırhlı Tugay Komutanlığı Karargah binasının ısınması için 2010 yılı Şubat ayında 800 litre fuel-oil harcandı. Litresi yaklaşık 1.4 lira olan fuel-oil ile 3 katlı Karargahın ısınması için bin 120 liralık yakıt kullanıldı. Aynı ay içinde Karargah bin 120 liraya ısıtılırken, komutan konutu 7 bin 425 liraya ısıtıldığı kayıtlara geçti.


GÜNLÜK ISINMA BEDELİ 240 LİRA


8 Şubat 2010 tarihli ‘Sarf İmal ve İhtisal Belgesi'ne göre, Tuğgeneral Gökbayrak'ın Kasım-Aralık 2009 ve Ocak 2010 aylarında evinde kullandığı mazot miktarı 7 bin 200 kg. Böylece Komutanlık Konutu'nun 3 aylık yakıt maliyeti 21 bin 600 lirayı buldu. Yani Tuğgeneral Gökbayrak'ın konutu 3 ay boyunca günlüğü 240 liraya ısıtılmış oldu. Karargah bin 120 liraya ısınırken, karargahtan kat kat küçük konutun 7 kat daha fazla maliyete ısıtılması kafa karıştırdı. ‘Sarf İmal ve İhtisal Belgesi'nde Astsubay Aydın Koçyiğit, Teğmen Sevcan Yardımcı, Yüzbaşı Savaş Yanar, Albay Ali Ekiyor ile birlikte Tuğgeneral Gökbayrak'ın imzası bulunuyor.

Giresun Fırkateyni iki Türk gemisini kurtardı!

Genelkurmay Başkanlığı, Umman açıklarında iki Türk gemisinin deniz haydutlarının saldırısından kurtarıldığını bildirdi.
 
Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde yer alan bilgi notuna göre, ABD'den Irak'a giden Türk bayraklı ''M/V Kıran Asya'' isimli ticaret gemisi, dün saat 07.30'da Umman'ın doğusunda 85 mil mesafede deniz haydutlarının saldırısına uğradı. Bölgede bulunan TCG Giresun fırkateyni helikopterini de kaldırarak gemiyi deniz haydutlarının saldırısından kurtardı.

Deniz haydutları, bu girişimin ardından aynı bölgede bir Türk şirketine ait Panama bayraklı ''M/V Avramit'' ve Çin bayraklı ''F/V Zen HUA'' isimli balıkçı gemilerine saat 08.30'da saldırıda bulundu. Bölgedeki helikopterden yapılan uyarılarla deniz haydutları engellendi ve gemilerin güvenli olarak seyirlerine devam etmeleri sağlandı.

Bölgede planlı faaliyetlerine devam eden TCG Giresun fırkateyninin ''M/V Kıran Asya'' ve ''M/V Avramit'' gemilerine intikalleri süresince destek sağlayacağı belirtildi.

Cuntanın ajandası ve tezgâhtaki namuslar / Mehmet Baransu

Bundan tam 14 yıl önce, kendi deyimleriyle “Topyekûn savaş”a girdikleri yıllardı. Basının silah gibi kullanıldığı, kalemlerin “namlularıyla” toplumun üzerine çevrildiği günlerdi. Gazetecilik her zamankinden çok farklı amaçlar için kullanılmaya, alınan “emirlerle” toplum dizayn edilmeye girişilmişti. Bu dönem siyasi tarihimize “post-modern darbe” olarak geçti. 28 Şubat 1997 günü Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlarla, Türkiye “dönülmez bir yola girmişti”. Meşru hükümet, psikolojik savaş teknikleriyle alaşağı edilecekti.


Bu dönemin tek bir kuralı vardı. Hak ve özgürlükler ayaklar altına alınacak, statüko kaybettiği mevzileri tekrar kazanacak, “Cumhuriyet’in bekası” için “zinde kuvvetler”, “topyekun olarak” göreve çağrılacaktı. İftira, yalan, kumpas, akla gelecek her tür hukuksuzluğun serbest olduğu bu dönemde, “sonuca gitmek için her yol mubah olarak” kabul ediliyordu. “Alçakları tanıyalım” başlıklarıyla, 30 yıllık arkadaşlar gazete sayfalarından alçakça satılıyordu.
Ortada bir pazar kurulmuş, mesleki namuslar tezgâhlarda satılır olmuştu. Siyasetçisinden gazetecisine, yargısından sendikasına hemen hemen tüm mesleklerden insanları tezgâhlarda görmek mümkündü. Üzerlerindeki elbiseler, kullandıkları dil, dünya görüşleri neredeyse aynı olan bu insanların, tek farkları ise etiketleriydi. Pahalısından ucuzuna her keseye uygun “namus” bulmak mümkündü. En hüzünlü olanı ise korkudan bedavaya gidenleriydi.


Dönem korkakların ve namussuzların cirit attığı, kol gezdiği bir dönemdi. Demokrasi ve insan hakları rafa kaldırılmış, dört yıldızlıların “bin yıl sürecek” emri gereği, hazır kıta tam tekmil cephedeki yerlerini almıştı. Emir komuta zinciri de bu süreçteki hukuksuzluktan nasibini aldı. Çevik Bir Genelkurmay Başkanı, İsmail Hakkı Karadayı onun yaveri olmuştu. Baş, ayak yer değiştirmiş, emireri rolünü dönemin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel almıştı. Çavuşların hemen yanında ise hazır kıta genel yayın yönetmenleri, Ankara temsilcileri “emredersiniz komutanım” diye yüksek sesle tekmil veriyordu.
Topyekûn savaşta “düşmana” karşı brifingler başlatılmış, salonlar “hınca hınç” dolmaya başlamıştı. Yargısından medyasına, siyasetçisinden, “sivil toplum” örgütlerine, katılımcılar “tek yürek” olarak emirleri “ayakta alkışlamış.”, “Türkiye sizinle gurur duyuyor” sesleri Karargâh’ın koridorlarında yankılanmıştı. Brifinglerde, katılımcılara mendil servisi yapılmış, “Cumhuriyet’i koruma ve kollama” için “topyekûn gözyaşı” dökülmüştü.
Bugün yeraltından çıkan onlarca silaha, bombaya, mühimmata inanmayıp, LAW’lara “boru” diyenleri ayakta alkışlayan, “bunlarla mı darbe yapılacak” diyenler, o günlerde nedense “tahta silahlarla rejimin değiştirileceğine”, irticanın “sivil darbe yapacağına” inanmıştı.

“Pompalı silahlarının”
 Türkiye envanteri çıkarılarak, “Refah Partisi’nin bu silahlara ilgi duyduğu” haberleri, post-modern çağda, psikolojik savaş tekniği olarak kullanılacaktı. Bununla da yetinilmeyecek, “Ürperten yemin” başlıklarıyla, “Din devleti kuruluncaya kadar savaşacaklar” haberleri gazete ve televizyonları kaplayacaktı. Yemimin tamamen uydurma, yalan olduğunu 30 yıl önce yine kendi gazetelerinde boy boy haber yapmalarına rağmen.


Cuntanın ajandası

Bunun gibi “binlerce” psikolojik savaş tekniğinin kullanıldığı o dönemde, bugünlerde ismi sıkça kamuoyunun gündemine gelen bir gazeteci Çevik Bir ekibinin bir ajandasını ele geçirmişti. Ajandada cuntanın üst düzey kadrolarının isimleri, kullanılan psikolojik savaş teknik ve yöntemleri ile sürecin yüzlerce ayrıntısının yer aldığı bilgiler vardı. İsrailci-NATO’cu kanat planlarının bir kısmını ajandaya not etmişti.
Gazeteci o günlerde bu ajandayı yayımlatmak için çalmadık kapı bırakmadı. Kendi çalıştığı kurum dâhil, kimse cesaret edip bunu yazamadı. Hazır kıtanın yazmayacağını bildiği için de onlarla temas bile kurmadı. Ajandayı askeriyeden tanıdığı Çevik Bir karşıtı bir isme verdi. Ajanda oradan da bir Çevik Bir ve bağlantılarıyla ilgili kuşkuları bulanan bir orgenerale ulaştırıldı. Ordudaki ve 28 Şubatçılar arasındaki ayrışma da böylece başlamış oldu. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’na Kıbrıs’ta yapılan suikast girişimi ise safları belirginleştirdi. Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte tasfiye edilen NATO’cuların bir bölümünün isminin ajandada olması ise sadece bir tesadüf olarak kayıtlara geçti.

Kitaplık

Bugün size yeni çıkan iki kitaptan bahsedeceğim. Kitaplardan biri gazeteci Nuraydın Arıkan’a ait. 1996-2000 yılları arasında Uğur Dündar’ın Arena programında çalışan Arıkan’ın 28 Şubat Sürecinde Medya isimli kitabı, Uğur Dündar ve Arena programının 28 Şubat sürecindeki rolünü gözler önüne seriyor. Akademik bir çalışmanın daha sonra kitap haline getirildiği eser, Okur Kitaplığı’ndan çıktı. İkinci kitap ise Nesil Yayınları’ndan çıktı. Emekli Askerî Hâkim Yusuf Çağlay’ın içerden gözlemleriyle kaleme aldığı Orduda ve Yargıda Darbeci Kuşatma adlı kitap, darbeci zihniyetin kodlarını keşfetmemize yardımcı oluyor.

Darbeleri nasıl çözümlemeliyiz / Namık Çınar

Darbe plânları.. toplum kesimlerini birbirlerine düşürerek kaos yaratma hinlikleri.. toprak altına gömülen silâh ve mühimmatlar.. faili meçhuller.. söküğün ele geçen ipuçları, yani.. bütün bu olup bitenler, savcıların hazırladıkları iddianamelerden yola çıkarak açıklanmalıymışlar sadece.
Dillere pelesenk olmuş bu eğilim, herkesin ağzında bir sakız, bir moda, şimdi adeta.
Mahkemelerde ileri sürülen argümanlar kadarıyla bakılmalıymış olgulara. Savcıların iddia ettikleri yerlerden görülmeliymiş, ne var ne yok, bütün bu sosyo-politik olaylar.
Ne malûmmuş doğru oldukları, söylenenlerin, yazılıp çizilenlerin. Kanıtlansınlarmış, bir tek mahkemelerde. Kanıtlanamazlarmış ya, neyse.
Kapana sıkışıp kaçacak delik arayanların yandaşları tutuşmuşlar; hep bir ağızdan sürdürdükleri izlek, tutturdukları yol yordam, hepsinde de bu şimdi, eğer dikkat ederseniz.

“Kurtarma operasyonu”
na katılan tartışmacıları ya da yandaş gazetelerin kalemşorları, askerî konuların bilirkişileri kesilmişler, sallıyorlar da sallıyorlar ha bire. On sekiz ay yedek subaylık yapmış olanları dahi, sanırsınız ki, generalliklerden emekliler. Hakî üniformayı 22 sene giydim, onlar kadar hatıram yok, neredeyse orduda.

Sanık avukatlarında da bir afralar bir tafralar ki, sormayın gitsin. Kraldan daha çok kralcılar bir kere. Bırakmışlar müvekkillerini savunmayı, yaptıklarının özünü savunur olmuşlar, onların. Sanki olağan şeylermiş gibi, darbeleri de, kaos plânlarını da, boyunlarındaki aortlarını şişire şişire, meşrulaştırmaya çalışıyorlar kanallarda, avazları çıktığı kadar.
Hele kimi emekli generaller gene, iyice azıtmışlar artık. “Eski meslektaşlarımızı koruyacağız”, derlerken, ekmeklerini yedikleri halka karşı olmakta sakınca görmez olmuşlar.
İşin esasını anlamak bakımından, sadece iddianamelerden gitmekle yetinmek, bir tuzak, bana sorarsanız.    
Biz “tarih”i mahkeme kararlarından mı öğreneceğiz, bir tek?
Örneğin, Büyük Savaş’tan sonra kurulmuş olan “Nürnberg Mahkemeleri”nin kararlarına bakacak olursanız, altı milyon Yahudi’nin yakıldığını ve o cinnetin faturasını elli milyon insanın canlarıyla ödediklerini göremezsiniz orada. İddialarını bu minvalde götürselerdi savcılar, davalar hâlâ sürüyor olurdu şimdi.
Mahkûmiyetler; kanıtların kesin bulgular çerçevesinde tutulmalarıyla verilmiştir, o yargılamalarda. Oyalanıp hedeften uzaklaşılmamış, savaş suçluları hak ettikleri cezalara çarptırılmışlardır, sonuç olarak.
Şimdi biz, o günlerin tarihini Nürnberg’in duruşma tutanaklarındaki sayısallıklardan yola çıkarak mı yazıyoruz, yoksa “Auschwitz”in küllerini eşeleyerek mi?

“27 Mayıs”
ı, “12 Mart”ı, “12 Eylül”ü, “28 Şubat”ı mahkeme kayıtlarından, sıkıyönetim bildirilerinden yola çıkarak mı algıladık ve açıkladık, bugüne kadar?

Bana ne yargı sürecinden, iddianamelerin yaklaşımlarından! Savcı ya da yargıç değilim ki ben.
Ya beceriksiz çıkarlar da kanıtlayamazlarsa, o zaman olmamış mı sayacağız bunca olup bitenleri? Gördüklerimiz rüyaydı mı diyeceğiz? Kuruntularımız mı sayacağız kırk yıllık çilelerimizi ve kaygılarımızı? Birer bardak su mu içeceğiz, yılların faşizanlıklarının üzerine, göz göre göre?
Diyelim, gizlice izleyip yakaladınız karınızı ya da kocanızı, aşna fişne yaparken. Ama yargıcı kesmedi bu ve boşamadı sizi. O akşam sarmaş dolaş mı olacaksınız onunla, hiçbir şey olmamış gibi? Demek, yalayıp yutacaksınız her bir şeyi böyle hâllerde, ha? Bu musunuz siz?
Tabii ki yargısal süreçler de olacak. O işler de yürüyecek bir yandan. Ama bizi bağlamayacak, gerçeğe ulaşmamızda. Biz, “sosyo-politik çözümlemeler”le varacağız, gideceğimiz yerlere. Ve çıkaracağız ortaya bütün dümenlerini, bütün pisliklerini onların; ceza alsalar da, almasalar da.
Çünkü yargı yolunun amacı başkadır, sosyo-politik çözümleme yolununki başka. Ceza Muhakemeleri Usulü Hukuku’nun labirentleri, takılıp kalacağımız yerler değildir bizler için.
Kenan Evren hakkında düzenlenmiş bir iddianame yok diye, ne diyeceğiz şimdi o’na? Masum mu?
Memduh Tağmaçların, Faik Türünlerin, Cihat Akyolların, bir zamanlar komutanı oldukları birliklerin şeref salonlarında fotoğrafları asılı hâlâ, özenle. Adı konmuş koca bir kışlaya, General Mustafa Muğlalı’nın.
Ne yapacağız bu durumda? O referanslara bakarak sayacak mıyız adamdan, yaptıkları onca fenalıkları hayat gözümüze gözümüze sokarken?
Deliğe girip girmeyeceklerine duyarsız değilim elbet. “Hukukun Üstünlüğü”yle de yok, bir alıp veremediğim.
Ama ben, tarihin önünde ve insanlığın vicdanında da mahkûm olmalarını istiyorum mutlaka, onların.
Hepsi bu!

TSK’da eğitim şart! / Ayhan Aktar


Geçtiğimiz günlerde önce internete düşen görüntüler yeni bir rezaleti ortaya çıkardı. 2006 yılında Şırnak’taki Seslice Taburu’nda görev yapan Yüzbaşı Metin Gürcan, askerlerinin eline verdiği hedef tahtasına ateş ediyordu. Yaptığı cambazlıkla erlerin hayatını tehlikeye atan Yüzbaşı Gürcan’a şehit yakınlarından gelen tepkiler büyük oldu. Gazete haberi şöyle:
“Hedef tahtasının etrafına askerleri dizerek önce karşıdan atış yapan yüzbaşının, ‘Komutanım yapmayın’ uyarılarına rağmen arkasını dönüp bacak arasından atış yapmasının akıl ve mantıkla izah edilemeyeceğini vurgulayan Şehit Aileleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, Malatya Şubesi Başkanı Ömer Terkin, ‘O komutanın, önce akıl sağlığının kontrol edilmesi gerekir’ dedi... Şehit ailesi ve dernekleri ordunun bu tür asker ve komutanlardan bir an önce arındırılması gerektiğine dikkat çekti (Zaman, 17 Şubat 2011).
Geçen hafta, Yüzbaşı Metin Gürcan’ın olayı açıklayan bir mektubu yayımlandı. Yüzbaşı Gürcan, 15 Ağustos 2006’da taburunun PKK baskınına uğradığını ve “yaşanan can pazarı sonrası iki şehit ve beş yaralı verdiğini” mektubunda anlatıyor. Bu üzücü olaydan sonra askerlerin moralinin bozulduğunu belirten Yüzbaşı, “Er/erbaş ile rütbeli arasında yaşanan bu güven bunalımında, başta atışta ve eğitimde mevcut yanlış uygulamalar ve eksiklikler ile ilgili Tugay Komutanlığı’nda ciddi bir değerlendirme yapıldığını” anlatıyor. Kendisi önceden Özel Kuvvetler’de görev yaptığı için, eğitim ve moralin yükseltilmesi ile ilgili “beklentilerin” kendisine döndüğünü ifade ediyor. Sözü, Yüzbaşı Gürcan’a bırakalım:
“Biz de bu görevi Evelallah dedik ve sahiplendik. Çünkü o Mehmetçikle iki yıl o dağlarda biz gezecektik. Ancak bu moralle gezmelerin sonuçları çok kötü olabilirdi... Sonuçta benim ... öncülüğümde bir eğitim seferberliği başlattık. Başta er/erbaş ayırmadan kendi bölük personelim, sonra diğer bölüklerin lider personeli ve hatta tugayımızın lider personelini içeren 24 saat esaslı ve sıkı bir eğitim seferberliği başlattık. Sonuçlar gerçekten çok olumlu oldu. Beklediğimden bile fazla şekilde, Kahraman Mehmetçik bu süreci sahiplendi ... Bazıları için ‘yanlış’, ‘hatalı’, ‘aşırı riskli’, ‘aptalca’, ‘psikopatça’, ‘egosunu tatmin eder şekilde’ olan bu güven atışları [!] da bu eğitim seferberliği sonucunda ... bir nevi mezuniyet [töreninde] yaşanmıştır ... Bu atıştaki murâdım ‘ego tatmini’, ‘şövalyelik’, ‘artistlik’ değil ... bölüğümün bana ölümüne teslim olması yani ruhunu teslim etmesidir. Ve sonrasında yaşanan iki yıllık safahatımda, bölüğüm bana ruhunu teslim etmiştir” (Hürriyet, 24 şubat).
Yüzbaşı Metin Gürcan’ın mektubunun samimi olduğunu düşünüyorum. Fakat mektupta takıldığım bazı noktaları dile getirmek istiyorum.

1.
 Modern çağda orduların saat gibi çalışması beklenir. Her kademedeki birliklerin belli tehditlere nasıl cevap vereceği, çıkan sorunlarla nasıl baş edeceği kurallara bağlanmıştır. Modern ordular, kahramanlığın ve cengâverliğin sınırlı olduğu; bunun yerine birliklerin kurallara tabi hareketlerinin koordine edildiği kurumlardır.


2.
 Askerlik yapan herkes bilir ki, orduda sorunlar “kafana göre takıl” metodu ile değil; talimnâmeler ışığında çözülür. Örneğin, Piyade Talimnâme’sinde baskına uğramamak için alınacak tedbirler anlatılmıştır. Dolayısıyla, herkes kitaba uygun davranırsa, baskınlar da önlenebilir.


3.
 Ordu faaliyetlerinin kurallara bağlanmış olması, komuta kademesinden gelen emirlerin her seviyede ve aynı netlik içinde anlaşılmasını sağlamak içindir. Amaç, bireysel yorumları minimuma indirmek ve tehdit karşısında aynı reaksiyonu vermektir. Türkiye 1952 yılında NATO’ya üye olduktan sonra, bu kuralların bağlayıcılığı daha da artmış ve İttihatçı komitacılık tasfiye edilmiştir. TSK mensupları,Kurtlar Vâdisi’nin mafya bozuntusu Polat Alemdar’ını örnek almamalıdır.

Yüzbaşı Gürcan’ın mektubunu okuduğumuz zaman, onun emri altında bulunanlardan istediği şeyin kurallara uymak değil, bölüğün kendisine “ölümüne teslim olması yani ruhunu teslim etmesi” olduğunu anlıyoruz. Yüzbaşı Gürcan, kuralları içselleştirmiş olan askerlerin ve birliklerin koordinasyon içinde hareketini değil, askerlerin komutana ölümüne itaatini istemektedir.
Yüzbaşı Gürcan, mektubunun sonunda kendi döneminde, kendi bölüğünde ölen veya yaralanan olmadığını övünerek anlatıyor. Benim, kendisine basit bir sorum var: Girdikleri çatışmaların birinde, seken bir kurşunla kendisi ölseydi, acaba arkada kalan askerler o çatışmadan sağlam çıkabilir miydı? Yoksa “başsız” kalıp imha mı olurlardı? Benim görebildiğim kadarıyla, Yüzbaşı Gürcan kendisini ilahlaştırarak, o bölüğün savaş gücünün sürekliliğini azaltmıştır.


Son olarak şunları söylemek istiyorum. Kuralları, ellerimizi bağlayan kelepçeler ve talimnâmeleri de kırtasiyecilik olarak gören yönetim anlayışı, her zaman TSK’nın siyaset ve toplum üzerindeki vesayetini güçlendirmeyi hedefler. Emrindeki erlerin kendisine “ölümüne teslim olmasını” isteyen bir yüzbaşı, zamanı geldiğinde kendisi de bir generale ölümüne teslim olacaktır. Sırf bu nedenle, o generalin vereceği, kitabına uygun olmayan emirleri de hiç sorgulamadan yerine getirecektir. Örneğin, Balyoz Darbe Planı’nı okuduğumuzda, Fatih’teki dinî cemaatlere karşı uygulanması düşünülen provokasyonun anlatıldığı bölüm hepimizin kanını dondurdu. Anlaşılan, Fatih’te keşif görevi yapan subaylar gözlerini kapamış, vazifelerini “hiç sorgulamadan” yapmışlardı. Hâlbuki, hiçbir askerî talimnâmede “kendi vatandaşına tuzak kurma” gibi bir başlık bulacağınızı sanmıyorum.
Askerin siyasete müdahalesi sürecinde, ilk olarak askerliğin kendisi kurban edilir. Ordular, savaş yeteneklerini kısa zamanda kaybederler. Galiba, ordunun rejim üzerindeki vesayetini kaldırırken, eğitim sistemini ve kurum kültürünü de dönüştürmek gerekiyor. Evet, Cem Yılmaz’ın sahte cips üreten girişimciyi oynadığı reklamda dediği gibi, “eğitim şart!”
2000 yılına kadar inşallah Refahyol
2000 yılına kadar inşallah Refahyol 28 Şubat darbesinden bir gün önce toplanan Bakanlar Kurulu’nda Refahyol Hükümeti’nin dört yıl süreceği havası hâkim. 28 Şubat’tan sonraki ilk toplantıda ise liderlerdeki kararlılığın yerini ‘teslimiyet’ alıyor 


Başbakanlık Merkez Binası oldukça hareketli, biraz sonra yapılacak Bakanlar Kurulu toplantısı için son hazırlıklar yapılıyordu. Tarih 27 Şubat 1997... Yani 28 Şubat darbesinden sadece bir gün önce... Günlerden perşembe, saatler ise 11.00’i gösteriyordu. Erbakan liderliğindeki Refahyol Hükümeti, 22. Bakanlar Kurulu’nu topluyordu. Medyanın toplantıya ilgisi büyüktü. Çünkü günlerdir 28 Şubat’ta toplanacak Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) “irticai faaliyetlerde bulunan” hükümete karşı tarihî kararların alınacağına dair yayınlar yapılıyordu. Dolayısıyla hemen öncesinde yapılan Bakanlar Kurulu son derece dikkat çekiciydi.

 Erbakan kısa konuştu

Başbakan Erbakan, Bakanlar Kurulu üyelerini selamladıktan sonra kısa bir giriş konuşması yapıyor. Bir kısım basın ve bazı muhalefet partilerinin Refahyol Hükümeti’nin başarılı hizmetlerini engellemek için çaba sarf ettiğini söyleyen Erbakan, buna karşı kararlılıklarını dile getiriyor: “İstikrarı sağladık, koaslisyon da sağlam 2000 yılına kadar hizmete devam edeceğiz. Bu hizmeti engelleme gayretleri boşuna, koalisyon her geçen gün daha da güçlendi ve ülke meselelerini çözmekle meşgul...”

 

Ek ödemeler, Yeşil Kart, don...

Erbakan’nın açılışından sonra Bakanlar Kurulu rutin gündemine geri dönüyor. Brüksel’deki temaslarını yeni tamamlayan Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller, NATO ve AB’nin genişleme stratejisi ile Türkiye’nin olası üyeliği konusunda bir hayli uzun süren bilgilendirme konuşması yapıyor.
ABD’den dönen Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan ise burada yaptığı görüşmeleri ayrıntılı olarak anlattı. Turhan, “ABD Savunma Bakanı, AB’ye girmemiz konusunda çaba göstereceklerini söyledi” diyor.
Maliye Bakanı Abdullatif Şener ek ödemeler, Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna Yeşil Kart Yasası, Turizm Bakanı Bahattin Yücel turizmin genel sorunları, Tarım ve Köyişleri Bakanı Musa Demirci ise don olaylarından dolayı üreticilerin gördüğü zararlar hakkında Bakanlar Kurulu’na bilgi sunuyor.

 

Zeybek tansiyonu yükseltiyor ama...

Dışarıda heyecanlı bekleyiş sürerken, toplantı normal seyrinde devam ediyor. Bu sırada Devlet Bakanı Namık Kemal Zeybek, gündem dışı söz alıyor ve “Türkiye’de görmezlikten gelinmeyecek bazı konuların mevcut olduğunu” söylüyor. Bu konuların konuşulup açıklığa kovuşturulması gerektiğini belirten Zeybek, “çok gizli” ibareli Bakanlar Kurulu tutanaklarına göre şöyle devam ediyor: “Gereksiz yere başörtüsü gibi, ikindi namazı için mesai saatlerinin değiştirilmesi gibi tartışmalar iyi gidişatı örtüyor. Bu gibi tartışma yaratacak şeylerin zamanı değil. Şimdi icraat zamanı, bu türden sözlerin söylenilmesinden kaçınılması gerekiyor.”
Ancak kimse Zeybek’in sözlerini üzerine almıyor. Bakanlar Kurulu, Bulgaristan’dan göç eden Türklerin yaşadığı sorunların masaya yatırılmasıyla devam ediyor. Konuyu gündeme getiren ise DYP’li Zeybek’in partisinden İçişleri Bakanı Meral Akşener.

 Çiller: Engeller var onları aşacağız

Saatler ilerledikçe dışarıda heyecan artıyor. Toplantı bitmek üzereyken sözü DYP lideri Tansu Çiller alıyor. Çiller’in sözleri tutanaklara şöyle yansıyor: “Hükümet kurulduğundan beri önüne birçok engeller kondu. Bu engeller devam edecek, ancak birlik muhafaza edildiği sürece bu engellerin aşılması kolay olacaktır. Her engelin aşılmasından sonra hükümet daha da güçlenecek. Bu hükümetin başarılı olması muhalefet partilerinde siyasi bir korku yaratıyor. Çeşitli kurumların yapmış olduğu olanca muhalefete ve ülkenin resmini çıkaramayan bir medya anlayışı ile karşı karşıyayız. Buna rağmen hükümetin birliği devam edecek. En az 2000 yılına kadar da devam edecek.”

 Son mesaj: Tansiyonu yükseltmeyin

Çiller konuşmasının devamında ise zaman zaman koalisyonda sıkıntılara neden olan ve medyaya da yansıyan Refah Partisi yöneticileri ile DYP’li kurmayların birbirine yönelik eleştirilerine değiniyor. İşte Bakanlar Kurulu tutanaklarından Çiller’in sözleri: “Partiler kendi tabanlarına yönelik mesajlar verebilir. Ancak hükümet bu konunun üstünde. Çünkü hükümetler sadece parti tabanının değil herkesin hükümetidir. Demokratik ortamda da çok seslilik bulunur. Kimse bundan dolayı alınmamalıdır... Bu hükümet bir aile ve bu bakımdan hiçbir ferdi bu konumun dışında konuşmamalıdır. Ayrıca bu aile toplantısında hiçbir ferdin toplumsal tansiyonu yükseltecek bir yaklaşım içinde olmaması gerekir. Hükümet olarak zamana ihtiyacımız var ve bu zamanın kazanılması gerekir. Zaman bu hükümetin haklılığını ortaya çıkaracaktır...”
28 Şubat darbesinden bir gün önceki Bakanlar Kurulu, Çiller’in umut ve kararlılıklarını dile getiren sözleriyle sona eriyor. Ancak yarın Erbakan ve Çiller’i hayli uzun bir gün bekliyor...

İrtica bir nevi hastalıktır


İrtica bir nevi hastalıktır 28 Şubat 1997 sonrası ilk Bakanlar Kurulu’nda Erbakan, MGK bildirisine böyle tepki verdi: İrtica ve kaba softalık bir nevi hastalık 

13Mart 1997 Perşembe...28 Şubat günü yapılan tarihî Milli Güvenlik Kurulu’ndan ancak 15 gün sonra toplanabilen Bakanlar Kurulu üyeleri Başbakanlık Merkez Bina’nın altı salonundalar.
6 mart günü yapılması planlanan Bakanlar Kurulu toplantısı bakanlar biraraya getirilemediği için bugüne ertelenmişti. O günkü toplantının yoklar listesinde Antalya’da olan Devlet Bakanı Abdullah Gül ve Küba’da olan Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna var.

 Bildiri bakanlara okunuyor

Toplantıyı açan Başbakan Necmettin Erbakan gündemin birinci maddesini açıklıyor: “Milli Güvenlik Kurulu kararları.”
Erbakan “Bakanlar Kurulu üyeleri doğrudan bilgi sahibi olsun” diyerek MGK kararlarını ve MGK’nın basına yaptığı açıklamayı okuması için sözü Devlet Bakanı Lütfü Esengün’e veriyor. 15 gündür basında hükümete muhtıra olarak verilen MGK bildirisi bir bakan tarafından hükümet üyelerine okunuyor.

 Çiller: Gerekeni hemen yapalım

İlk sözü Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller alıyor. Postmodern darbe sürecine karşı meydanlara bile inen, darbe sürecine karşı sert açıklamalar yapan Çiller’in 28 Şubat’tan sonraki ilk Bakanlar Kurulu’nda konuşması şaşırtıcı. Çiller MGK bildirisindeki önerilerin bir an önce hayata geçirilmesini istiyor ve hükümetin Refah kanadını açıklamaları konusunda uyarıyor:
“Türkiye çok ciddi bir dönemden geçiyor. Biraz önce kararı okunan Milli Güvenlik Kurulu anayasada yeri olan bir kuruldur. Bu kararlarla ortaya çıkan hususların gereği yapılacak, ilgili bakanlar bu konudaki çalışmaları hassasiyetle yürütecekler ve alınacak tedbirler de kısa, orta ve uzun vadeli olarak düşünülecektir. Kısa vadeli olanlar hemen uygulamaya konulacak, orta ve uzun vadeli tedbirlere yönelik olarak özellikle yasa gerektiren, ek mali kaynak gerektiren hususların tekrar Bakanlar Kurulu’nca değerlendirmeye alınacaktır. Bu çalışmaların ciddiyetle yürütülmesi ve kamuoyuna da bu meseleler üzerine ciddiyetle gidildiği mesajının verilmesi gerekmektedir.”

 

Başkanlarınıza hâkim olun

Çiller daha sonra sözü hükümet ortağına getiriyor ve özetle “tabanınıza ve belediye başkanlarınıza hâkim olun, tahrik etmeyin” diyor: “Her iki parti kendi kimlikleriyle yürümeye devam edecekler. Ancak yapılacak beyanlarla bazı unsurların tahrik edilmesi halinde bu, hükümeti etkileyecektir... Demokratik bir rejimin hükümet üyeleri olarak herkesin üzerine düşeni yapması gerekir. Ortamı bozmaya hazır bir medya, onlarla işbirliği halinde bazı kesimlerin de olduğu göz önünde bulundurularak bu durumun aşılması gerekir. Hükümetin işbirliği içinde tabana, belediye başkanlarına da hâkim olunarak hükümet icraatının öne çıkarılacağı bir atmosferin sürdürülmesi gerek.”

 Mesajımı anladığınızı sanıyorum

Çiller devam ediyor: “Bu ileri sürülen iddiaların haksızlık olduğunu ileri sürmek mümkün. Ancak mesele haklı olmak meselesi değil. Siyasi bir oluşum meydana getirildi. Bu yüzden toplumda bir uzlaşma yaratmak gerek, toplumun kucaklanması gereken bir dönemden geçiyoruz. Hükümetin toplumsal uzlaşma üzerine kurulduğu baştan ifade edilmişti. Milli Güvenlik Kurulu kararlarını kısa, orta ve uzun vadede icraata koyacağımızı ve iyi bir dayanışma içerisinde işin gereğinin yapıldığını topluma da ileterek bunun üstesinden geleceğimize inanıyorum. Bunun için ilgili başkanların ilk etapta gerekli icraatları ortaya koymaları ve bunu da kamuoyuna bildirmeleri gerekiyor. Milli, Savunma, Adalet, İçişleri ve Milli Eğitim bakanları gereğini yapmaları ve buna ilişkin mesajları kamuoyuna vermeleri lazım. Hükümete ilişkin yapılacak icraatlarda, Bakanlar Kurulu’nda karar verilmeden konuşulmamalı...”
Çiller konuşmasını son bir uyarı ile bitiriyor: “Vermiş olduğum mesajın satırlarını ve satır aralarını bütün üyelerin iyi anladığına inanıyorum.”

 Erbakan: Çiller’e katılıyorum

Ve söz yeniden Başbakan Erbakan’a geçiyor. Salon uyarı ve imalarla dolu Çiller’in sözlerine Erbakan’ın yorumunu merakla bekliyor. Erbakan’ın çıkışı da en az Çiller kadar şaşırtıcı: “Sayın Çiller konuyu fevkalade güzel ortaya koydu. Konuşmalarına aynen katılıyorum. Tek kelime bile ilave veya çıkarmaya lüzum görmüyorum...

 İrtica İsrail’de de var

İrtica konusunda Sayın Çiller’in temel tesbitine katılıyorum. İrtica konusu bu hükümetle ilgili değil. İcraatımız ortada, herşey anayasaya uygun yapılıyor. İrtica ve kaba softalık bir nevi hastalık. Bu Türkiye’ye has bir konu değil, mesela İsrail‘de bu hastalık Türkiye’den çok daha fazla. Bugün Avrupa’da da dini taassup var. Ortaçağ’da Avrupa bu hastalığı bütün şiddetiyle yaşadı.

 Evren de Özal’ı uyarmıştı

Türkiye’de bu hastalık bugün meselesi değildir. 27 Aralık 1987 tarihli belgeye bakın. O tarihte, yani 10 sene evvel Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı, Turgut Özal’ın Başbakan olduğu dönemde toplanan Milli Güvenlik Kurulu‘nda irtica faaliyetlerinde alınması gereken tedbirler hakkında bilgi alınmıştır. Ek listede ise belirtilen tedbirlerin uygulanmasının hükümete bildirilmesine karar verilmiştir.
Listeye baktığımızda bugün alınması gerekli görülen tedbirlerin hepsinin o listede bulunduğu görülüyor. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere irtica konusu bugünün meselesi değil. 10 sene önce de aynı mesele vardı, konunun bu hükümetle ilgisi yok. Bugün bu sorunu hükümete izafe etmeye kalkışmak medyanın bir oyunu. 10 sene evvel Milli Güvenlik Kurulu’nun bu 22 maddelik listesini hiç kimse bugün olduğu gibi 20 tane canlı yayınla takip etmedi. Bugünkü durumda asıl maksat irtica ve irtica ile mücadele değil, medyanın asıl maksadı hükümeti yıkmaktır.

 Tavsiyeler isabetli

Ancak hükümet, irticayı önlemek için kesinlikle kararlı ve inançlıdır. İrtica ve laikliğin ne olduğuna medeni bir şekilde bakıldığında ortada ciddi hiçbir meselenin olmadığı görülür. Böyle körü körüne birtakım dogmatik hareketlerde bulunulmasının da kimseye faydası yok. Ancak bu şekilde düşünenler her zaman var. İBDA-C ve Cemalettin Kaplan’ın uzun uzun filmleri gösteriliyor, bunlar tasvip görülen hareketler değildir. Bu tür taşkınlıklar ve şuursuz hareketlerle mücadele hükümetin en samimi dileğidir. Bakanlar Kurulu irtica ve gericilikle mücadelede kesinlikle kararlı olacaktır. Bu hususta gösterilen tepkiler ciddi şekilde ele alınıp gerekenler yapılacaktır.”

Tanklar yürüdü, muhtıralar verildi


Tanklar yürüdü, muhtıralar verildi Taraf, tam 14 yıl sonra 28 Şubat 1997 öncesinde ve sonrasında yaşananlara, Bakanlar Kurulu’nun “çok gizli” tutanaklarına dayanarak ışık tutuyor... 
1995 yılında yapılan genel seçimlerde yüzde 21.38 oy alarak sandıktan zaferle çıkan Necmettin Erbakan, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ancak Refah Partisi, Meclis’te güvenoyu alabilmek için yeterli milletvekiline sahip değildi. Erbakan’ın ilk denemesi başarısız olmuştu. Bunun üzerine Demirel, seçimlerde ikinci olan ANAP lideri Mesut Yılmaz’a hükümeti kurma görevi verdi. Yılmaz ve DYP lideri Tansu Çiller, 53. Hükümeti kurma konusunda anlaştılar. Fakat bu hükümetin ömrü sadece üç ay sürebildi.

Demirel, hükümeti kurma görevini ikinci defa Erbakan Hoca’ya verdi. Erbakan, yapılan pazarlıkların ardından Çiller’le birlikte tarihe “Refahyol” olarak geçen 54. Hükümeti kurdu. Koalisyon protokolü çok netti: İlk olarak Başbakan Erbakan olacaktı, iki yıl sonra ise Başbakanlık görevini Tansu Çiller alacaktı. Yani iki yıl arayla başbakan değişecekti. Cumhurbaşkanı Demirel’in onay verdiği Refahyol Hükümeti 28 Haziran 1996’da göreve başladı. Hükümeti kurana kadar büyük sıkıntı yaşayan Erbakan için zor günler geride kalmıştı. Erbakan’ın mutluluğu, Refahyol Hükümeti’nin 9 temmuzda yapılan ilk Bakanlar Kurulu toplantısına da yansıdı. Hükümet üyelerini tek tek kutlayan Hoca’nın ilk sözleri 


“Sayın Cumhurbaşkanı (Demirel) güven oylamasının ardından telefonla arayarak beni tebrik etti. Kendisini ziyarete gittiğimde ise tebrik mektubu verdi” oldu. Erbakan Hoca, ardından ise Bakanlar Kurulu’na Demirel’in verdiği mektubu okudu. Artık koalisyon tamamdı, ErbakanÇiller ikilisi 2000 yılına kadar iktidardı. Ancak işler hiç de iki liderin beklediği gibi gitmedi, dört yıl süreceği planlanan Refahyol Hükümeti sadece bir yıl dayanabildi. Medyanın hükümet karşıtı yayınları, Sincan’da tankların yürütülmesi ve 28 şubatta yayınlanan MGK bildirisinin ardından Erbakan Hoca, 30 Haziran 1997’de Demirel’e istifasını sundu. İşin tuhafı adım adım gelen darbenin Refahyol Hükümeti tarafından fark edilmemesiydi. 28 şubattan bir gün önce toplanan Bakanlar Kurulu’nda bile bu konu üzerinde hiç durulmadı; bunun yerine, AB, Yeşil Kart, Bulgaristan’dan göç vb. meseleler uzun uzun masaya yatırıldı. Taraf, tam 14 yıl sonra 28 Şubat 1997 öncesinde ve sonrasında yaşananlara, Bakanlar Kurulu’nun “çok gizli” tutanaklarına dayanarak ışık tutuyor... ‘Postmodern darbe’nin yıldönümüne denk düşecek şekilde hazırlayıp yayın tarihini önceden duyurduğumuz bu haberin, darbenin hedefindeki bir numaralı siyasetçinin ölüm haberiyle aynı gazetede yer almasını tarihin bir cilvesi sayıyoruz. Erbakan’a Allah’tan rahmet, ailesine başsağlığı diliyoruz.

Anıtkabir’e gidiyorum, elimde renkli bezler, iki şeker / Esra Uçar


Yok, o türbeydi ekmekle şekerle gidilen... karıştırdım. Sanırım hanımefendiler de karıştırdı...
Vallahi insanımızın bu halleri bir hoştur hakikaten, kiminin altında yılların alışkanlıkları yatar, kimi bıçak kemiğe dayanınca, son çare, ruhani ipe sarılmadır. İpe sapa gelmez lafı da pek uyar bazı durumlara bu hallere...
Yatırları, türbeleri bilirdik bu tip ‘acil yardım’ çağrılarında ama bu seferki seçim ilginç oldu... Anıtkabir yakında türbeye dönerse, sabahları mozole etrafında bez parçaları, şekerler, ekmekler, oyuncak bebek pusetleri, evler, arabalar görürseniz şaşmayın. Müthiş bir ironi olur bu ‘dinci’ hareketi başlatanların paşa eşleri olması!Sarındılar kürklerine, çıktılar Ata’mızın huzuruna. Ata’mız zaten kadın dırdırından kaçmış kısa yaşamında, ‘şuracıkta rahat verin bari’ dediğini duyar gibiyim... ‘Çok kibardır, demez’ diyorsanız daha neler ‘demez’ dediler o’nun için...
Herşey bir yana korkum o ki, bu Atatürk sığınmaları, siperleri, yavaş yavaş ters tepecek ve halkı soğutmaya, uzaklaştırmaya başlayacaklar. Bugün bir suç işlemek istiyorsanız, gazetelere, mahkemelere düştüğünüzde bas bas bağırıp kendinizi pürü pak göstermek, suçu ‘ötekilere’ atmak istiyorsanız, içinde Atatürk, cumhuriyet adları geçen bir dernek ya da site kurun tamamdır, kazara birisi bir şey desin, ‘Atatürk düşmanları, rejim düşmanları’ diye koparırsınız yaygarayı... Sonra da tarafınıza çekemediklerinize ‘aptal’ der, büyük ihtimalle de kıs kıs gülersiniz asıl kendi arkanızdakilere...

Atatürk’ün vasiyeti neden saklanıyor?
Bir daha Anıtkabir’e kadar zahmet etmeden önce hanımefendiler, bir sorsunlar eşlerine ‘Atatürk’ün vasiyeti neden saklanıyor?’ diye... Sonra bizi de aydınlatsınlar. Bu aydınlanmayı beklemeyelim, gözlerimiz kamaştı zaten diyorsanız Serdar Turgut’un yazısını okuyun birkaç gün önceki... Kendisini eleştirmiştim bu köşeden, usturupsuz bulduğum yazıları ile ilgili ama bu sefer elini sıkabilirim. Çok önemli bu konuda dobra dobra yazabilmiş.
Ata’nın öngörüleri de, sözleri de özellikle Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bu günlerde yepyeni bir eksene kayan tüm dünyada artık çok daha fazla gündeme gelecek, kilitler kırılacak, kapalı defterler yakında açılacak. İnternet sitelerinden Anıtkabir’e uzanan ‘şikayet yolları’ boşalacak, ezberle büyümüş, interneti araştırmak değil sohbet için kullanan yeni nesil derin bir nefes alacak. Derin ve sakin...
Bu ülkede Atatürk’ü anlamamış, anladıysa da anladığını beğenmemiş, çıkarlarına uyduramamış bir kitle var. Ve Ata’nın fikirlerini, söylemlerini yeri geldiğinde kesip biçen, yeri geldiğinde kilit altına alan isimler, kurumlar... Ve bir de ezberle büyüyenler, büyütenler... Türkiye, kendini sevmeyen, korumayan, türlü tahriklere kapılıp, türlü oyunlara gelip birbirini yemekten önüne bakamayan halkına rağmen büyüyor. Saçma konuşmaları, rejim tehlikesi adı altındaki kışkıştmaları, elalemin çıkarları uğruna kardeş kardeşe düşmanlıkları, yobazlığı da darbe planlamayı da bir kenara bırakıp, önümüze bakmanın, birlik beraberlik adımları atmanın, dünya haritasında koskoca, kültürel değerleriyle, ekonomisiyle çok kıymetli bir bölgede değer kazanmanın yolunu açalım. Bakın o zaman hangi birlikler, hangi ülkeler bizim kapımızda...

28 Şubat, 27 Mayıs'a mı benziyor? / Nazlı Ilıcak

Bugün 28 Şubat... Darbelerin sonuncusunun yıldönümü.

28 Şubat ile 27 Mayıs'ın (1960) bir hayli benzerliği var. Her ikisi de milleti derinlemesine böldü; birbirine düşman etti. Oysa 12 Eylül'de öyle olmamıştı. Bugün anket yapılsa, sağcı-solcu herkes, 12 Eylül'e karşı tavır alır. Ama hâlâ, 27 Mayıs'ı ve 28 Şubat'ı haklı göstermeye çabalayanlar var. Bu durumun sebebi, CHP'nin "işine gelen" askeri harekete sahip çıkması ve tabanını da buna göre şartlandırması. "Bizim darbemiz güzeldir" zihniyeti.
1) 28 Şubat, tıpkı 27 Mayıs gibi, toplumun bir kesimine dayanarak, bir başka kesimi ezdi.
2) Her ikisinde de, bir kısım medya, yalan haber yayma vazifesini üstlendi. Gazeteci, psikolojik harekât aracı olarak kullanıldı. 1960'ta, "kıyma makineleri", "Harbiye'nin imhası",28 Şubat'ta, Fadime Şahinler, Aczmendiler vs...
3) 27 Mayıs'ta CHP tabii müttefikti. 28 Şubat'ı da "sosyal demokratlar"destekledi. Ama, "merkez sağ" da işin içindeydi: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ve şemsiye amblemli partiyi kuranHüsamettin Cindoruk.
4) Halk, 27 Mayıs darbesiyle siyaset dışına itilen Demokrat Parti'nin devamı olarak gördüğü Adalet Partisi'ni iktidara taşımıştı. 28 Şubat ise, AK Parti'nin önünü açtı.
5) Hem 27 Mayıs, hem 28 Şubat, husumet ekti. DP'lilere "düşük" ve "kuyruk"dedi. 28 Şubat'ta ise, dindarın adı "mürteci" oldu.
6) 27 Mayıs'ın tortusu kaldı: Vesayet rejimi. 28 Şubat'ın tortusu ise, toplum içindeki nefrete dayalı kutuplaşma oldu. Ekilen korkular yüzünden, herkes birbirinin niyetinden kuşkulanmaya başladı. "AK Parti iktidarı süreceğine, ordu gelsin" diyenler vesayet rejimini savundu.
Ama bugün, 27 Mayıs'ta kurulan vesayetçi sistemin sonuna gelmiş gibiyiz. Tabii atılacak adımlar var; bununla beraber hayli mesafe kat edildi. "28 Şubat'ı bin yıl yaşatmak" amacıyla AK Parti'ye kurulan tuzaklar bir bir açığa çıktı. Bu yüzden 28 Şubat'ın "vesayetçi düzenin sonunu getirmek" gibi bir işlevi de olduğunu söyleyebiliriz. Belki 27 Mayıs'la arasındaki önemli bir fark da bu. Biri vesayetçi sistemi kurdu; diğeri, dolaylı bir şekilde sonunun gelmesine vesile oldu.

'İrtica ile mücadele'de yeni duruşma

''İrtica ile Mücadele Eylem Planı'' iddialarıyla ilgili yargılanan Yeditepe Üniversitesi kurucusu Bedrettin Dalan ile Albay Dursun Çiçek'in de aralarında bulunduğu 7 sanıklı davanın 16. duruşması başladı.


Mahkeme Heyeti Başkanı Köksal Şengün, dosyanın aslının Yargıtay Ceza Genel Kurulundan henüz dönmediğini belirtti. Ardından dosyaya gelen evrakları okuyan Başkan Şengün, müdahale talepleri ve şikayetçilerle ilgili başvurumu formlarının gönderildiğini belirterek, dava konusu belgedeki yazı yaşının tespiti için İstanbul Teknik Üniversitesine yazılan yazıya da cevap verildiğini söyledi.
Duruşmada konuşan Dursun Çiçek de, vefat eden Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan'a Allah'tan rahmet, yakınlarına ve millete başsağlığı diledi.
Çiçek, ''Rahmetli başbakanımızın yaptığı her şeyi onaylamakta, bu ülkenin askerine, polisine, hakimine, savcısına sahip çıkmasının, bazı davaların başsavcılığına soyunmamasının, dürüst olmasının, milli duruşunun, milli kalkınma ve azminin, Kıbrıs Barış Harekatında Bülent Ecevit ile gösterdiği onurlu, şerefli politikalarının herkese örnek olmasını diliyorum'' diye konuştu. Duruşma, Çiçek'in beyanlarının alınmasıyla devam ediyor.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'ndeki salonda yapılan duruşmaya, tutuklu sanıklar Albay Dursun Çiçek, avukat Serdar Öztürk ve Mehmet Deniz Yıldırım ile tutuksuz yargılanan Ufuk Akkaya katıldı. Tutuksuz sanıklar İlhami Ümit Handan ve Özel Yılmaz ile kırmızı bültenle aranmasına karar verilen Bedrettin Dalan ise duruşmaya gelmedi.

28 Şubat'ın asker tanıklarından itiraflar


28 Şubat’ın tanığı emekli Askeri Hakim Yusuf Çağlayan, darbenin yıl dönümünde çarpıcı tespitlerde bulundu. Darbenin mağdurları Askeri Hakim Mesut Kurşun ve Ahmet Karamanlı, yaşadıkları sıkıntılı günleri anlattı.

ORDUDA ÖRGÜTLÜ BiR AZINLIĞIN VESAYETİ VAR
Bugün gazetesinden Seda Şimşek'in röportajına göre, 28 Şubat'ın görgü tanığı emekli Askeri Hakim Yusuf Çağlayan, darbenin kodlarını anlattı: 28 Şubat süreci ne kadar ordu hiyerarşisine mal edilmeye çalışılsa da bu doğru değil" diyen Yusuf Çağlayan'a göre bu postmodern darbe, 'toplumdan kopmuş, toplumun değeerlerini iç tehdit olarak algılayan' örgütlü bir azınlığın, ordu üzerinde vesayet kurması ile gerçekleştirildi.

Bugün 28 Şubat. Yakın tarihte, en son yaşadığımız darbenin yıl dönümü. Millet eliyle iktidara gelemeyip, asker postalından iktidar çıkaranların son kutlu günü. Yaşananlar bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Kurulan havuzları, hortumlanan bankaları, çaresizliğe, sefilliğe mahkum edilen aileleri, televizyonlardaki irtica yaygaralarını, okul önlerinde coplanan genç kızları, hukuku askerin emrine tahsis eden yargıçları, milletvekili transferlerini, bir iktidarın alaşağı edilişini hatırlıyorum. En çok da bütün bunlara karşı durması gereken demokrasi mamûlü siyasetçilerin adeta demokrasiyi arkadan hançerleyip vesayetten nemalanması acıtır içimi. Hele "cumhurunbaşkanının, cumhura yönelik suikast girişiminde oynadığı rolü unutmam mümkün değil. Nitekim millet de unutmadı, yıllarca millete "demokrasi mücahidi" şeklinde yutturulan hayat hikâyeleritanklann, postalların içine gömüldü.

Yıllar sonra millet eliyle demokrasi seyrimizde yeni bir sayfa açılırken, onları, o iktidarın ortaklarını Ergenekon ittifakında, referandum sürecinde "hayır"cephesinde, AK Parti'ye, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a yönelik girişimlerin içinde, belki de gerçek yüzleriyle bulduk. Bunları düşünürken gelen haberle sarsıldık. Türk siyaseti Erbakan gibi bir nezaket ve zerafet timsalini kaybetti.

Bir ömrü bir davaya adadı, milletin vicdanında siyaset mühendislerinin alaşağı ettiği son başbakan olarak yerini aldı. Emekli Askeri Hakim Yusuf Çağlayan, 28 Şubat'ın yıl dönümünde darbenin kitabını yazdı, "Orduda ve Yargıda Darbeci Kuşatma" isimli kitabı bugün raflarda yerini aldı. Darbe öncesi ortam hazırlama ve darbe psikolojisini tüm orduya, topluma hakim kılma süreçlerini fiili olarak yaşamış. İçeriden birisinin gözüyle darbenin kodlarını teşhis ediyor. Kendisiyle 28 Şubat sürecini ve Türkiye'deki darbe geleneğini konuştuk.
* 28 Şubat sürecipostmoderm darbe olaraktanımlanıyor, öyle miydi?
28 Şubat postmodern olmak zorunda idi. Çünkü, anarşi ve terör meşrulaştırıa bir darbe gerekçesi olabilirdi. Ancak, dindar kimlik etrafında bir anarşi ve terör üretilemedi. Sadece sanal bir irtica korkusu üretilerek bunun üzerinden ve daha çok diğer kurumlar öne çıkarılarak, yargının, bürokrasinin gücü kullanılarak müdahale yapıldı. Meclis tamamen kapatılmadı ancak istenmeyen siyasi partiler askeri güç ile değil, yargı eliyle kapatıldı.
* Sizce ordu içinde görüş birliği sağlanmış mıydı?
28 Şubat süreci ne kadar ordu hiyerarşisine mal edilmeye çalışılır ise çalışılsın, bu doğru değil. 28 Şubat, toplumdan kopmuş, toplumun değerlerini iç tehdit olarak algılayan örgütlü bir azınlığın ordu üzerinde vesayet kurmaları ile gerçekleştirilebilmiştir. BÇG askeri hiyerarşiyi altüst etti.
* Batı Çalışma Grubu (BÇG) nasıl bir rol oynadı?
BÇG, TSK'nın yasal hiyerarşisine paralel olarak oluşturulmuş yasadışı bir hiyerarşidir. Ancak, BÇG hiyerarşisi TSK'nın normal hiyerarşisini de kendi amaçları doğrultusunda kullandı. Çünkü, BÇG hiyerarşisi içinde olanlar, aynı zamanda TSK hiyerarşisi içinde emir verme makamında. Ancak, BÇG hiyerarşisinde rütbe ve kıdem hiyerarşisi o kadar keskin değil. BÇG mensubu olanlar, alt rütbede de olsa, üst rütbeler üzerinde söz ve yetki sahibi olabiliyor. Hiyerarşi altüst oluyor. Askeri disiplin tahrip oluyor. 28 Şubat sürecinin ilk yıllarında askeri hiyerarşi tamamen ele ge-çirilemese de kontrol altına alındı.
* Batı Harekât Konsepti neydi? Daha sonra AK Parti'ye yönelik darbe planlarında etkisi ne oldu?
Batı Harekât Konsepti, 28 Şubat'ın öne çıkan asker aktörü tarafından kaleme alınmış ve bir askeri hizmet belgesi gibi tüm kurumlara ve devlet kuruluşlarına yayınlanmış bir belgedir. Postmodern darbenin temel belgesidir. Sadece orduya değil, tüm devlet kurumlarına, hatta hükümete ve cumhurbaşkanına dahi bir emir niteliği taşımaktadır. "Durum irtica, vazife darbe" formülünün açılımıdır. Daha sonraki devrede bu formülün geri teptiği görüldü. Halk AK Parti'yi tek başına iktidar yaptı. Batı Harekât Konsepti'nin amaçlan aynen korunmakla birlikte, yöntemde değişikliğe gidildi. "Durum terör, vazife darbe" formülüne tekrar dönüş yapıldı. Arazide bulunduğu iddia edilen askeri malzemeler ve karakol baskınları, eylem planları bu çerçevede anlam kazanıyor. Darbeciler siyasi bir sapıktır
* Askerler kendi içinde bir müdahalenin gerekli olduğuna nasıl inandırılıyor?
Darbecilik, 19001ü yıllardaki pozitivizm ve materyalizm bağlamındaki İslam ve Batı algısının ürettiği bir fikri sapmadır. Toplumun inanç ve değerler sistemiyle ilgili algı hatalarının oluşturduğu bu zihni sapma yanlış bir iç güvenlik kültürüne yol açtı. Bugün resmi ideolojinin şekillendirdiği güven- lik kültürü süreç içinde bir darbe kültürüne dönüştü. Dini değerleri çağdaşlık-irtica, ilericilik gericilik, etnik kimlikleri bölücülük-bölünmez bütünlük gibi ikilemler ekseninde gruplayıp düşman tanımlaması yapan darbeci zihniyet, artık milli iradeyi, meclisi, hükümeti, dindar, demokrat, liberal toplum kesimlerini ve aydınları adeta düşman kampına yerleştirdi. Kendi toplumuna yabancılaşmış, toplumun inanç ve değerlerini tehdit olarak algılayan bir zihniyetin gerçekleştirilecek provokasyonlarla durumdan vazife çıkarmaya sürüklenmesi çok kolay oluyor. Çünkü, onlara göre vatan, rejim böyle kurtarılıyor. Darbeciler, siyasi sapıktır.
Yargıya verilen brifingler durum ve vazife tebliğiydi

* Yargı nasıl bir rol üstlendi?

Ülkemizde anayasa ve yasalar, özgürlük güvenlik dengesini sağlayan, tüm yönetim etkinliklerini hukuka uygun hale getiren birer hukuk metinleri olmaktan uzaktır. Mevzuat böyle olunca, mevzuatı uygulayan kurumlar da ideolojik birer aygıta dönüşüyor. İdeolojik / referans, develerin bu kurumlarının işlevini bozmakta, bu kurumlara ide-kolojik reflekslerle hareket eden bir yapı kazandırmaktadır. Örneğin, yargı kurumunu, hukuka uygunluk denetimi değil, resmi ideolojiye uygunluk denetimi yapan bir ideolojik aygıta dönüştürmektedir.
* 28 Şubatta sivilyargıya verilen irtica brifingleri askeri yargıya da verildi mi?
Sivil yargıya verilen bir brifing değil, durum ve vazife tebliği idi. Askeri yargıya durum ve vazife ile ilgili tüm emirler zaten tebliğ ediliyordu.
* Askeri yargı nasıl kullanıldı?
Daha çok tasfiyelerde hukuki dayanak oluşturmak için bir takım soruşturma emirleri verildi. Örneğin, başörtülü fotoğraf verenler hakkında emre itaatsizlikten soruşturma açmak gibi... Ancak, bu tür girişimler dava açılması ile sonuçlansa da, mahkumiyetle sonuçlanmadı. Askeri mahkemeler de askeri Yargıtay da bu girişimlere geçit vermedi. Sadece iddianameleri belge olarak kullanabildiler.
* Yani 28 Şubat sürecinde askeri yargı sivil yargıya göre daha iyi bir sınav mı verdi?
Askeri mahkemeler başörtülü fotoğraf vermeyenler hakkında beraat kararı verdiler. Bu kararlar Askeri Yargıtay tarafından onaylandı. Yine o dönemde irtica suçlaması ile doçentlik sınavına giriş hakkı elinden alınan bir tabip yüzbaşı hakkında, eşinin başörtülü olmasının ve eşli olarak eğlencelere katılmamasının bir irtica göstergesi olamayacağı doğrultusunda AYİM'-in bir kararı var. Yine AYİM'in irtica suçlaması nedeniyle sicil yoluyla ihraç edilen iki astsubayın ihraç işlemini iptal etmesi üzerine bu astsubaylar bu kez YAŞ kararı ile ihraç edilmişti, ancak AYİM, YAŞ kararı aleyhine de karar vererek işlemi iptal etmiştir. Bunlar örnek bir yargı duruşudur. Ancak, aynı dönemde brifinge gidip alkış tutanlar sınavı kaybetmişlerdir.
Disiplin kurulları YAŞ'a dönüştü

* Nereler irtticadan arındınlmak istendi?

Önce irticanın orduya sızdığı ileri sürülerek önemli TSK personeli tasfiye edildi. Bunu tüm devlet kurumları, medya, şirketler, üniversiteler takip etti. İrticacı olarak tasnif edilenler milletin çoğunluk kesimlerini kapsayacak boyuta ulaştı.
* Diğer kurumlarda nasıl bir disiplin mekanizması işletildi?
Bakanlıkların ve diğer kurumların yüksek disiplin kurulları birer YAŞ'a dönüştürüldü. Emniyet kurumunun da YAŞ benzeri bir üst kurumun kontrolüne bağlanması için çaba sarf edildi. Ancak bu gerçekleştirilemedi.
Darbenin stratejisi Hipnoz işlevi kazandırılmış

* Türkıye sürekli irtica ya da bölünme tehditleri ile karşı karşıya bırakılarak, TSK'ya siyasete müdahale alanı mı yaratılıyor?

Darbe süreçlerinin ana formülü, "Durumdan vazife çıkarmak"tır. Kısaca, "Durum irtica, vazife darbe" veya "Durum terör, vazife darbe..." 1960 ihtilalinde ve 28 Şubat postmodern müdahalesinde "durum irtica, vazife darbe" formülü kullanıldı. 1971 müdahalesi ve 1980 darbesinde ise "Durum terör, vazife darbe" formülü uygulandı. Ancak, müdahale ve darbelerin asıl sebebi, ne irtica ne de terör. Asıl sebep, Türkiye'ye biçilen role uygun bir şekilde vesayet sisteminin uyarlanması. Ülkemizde bu tür uyarlama ihtiyacı doğduğunda, darbeyi meşrulaştıracak durumlar yok ise, böyle durumlar oluşturularak vazife çıkarılmaya zemin hazırlanmaktadır. Böylece siyasete müdahale alanı açılmaktadır.
* Darbe sürecinde nasıl strateji izleniyor?
Darbeciler önce kurum içi kontrolü ele geçirme, kadrolaşma, kendi yapılarını ordu yapısı, örgüt çalışmalarını kurumsal aktiviteler gibi gösterme hedefini gerçekleştirmeye çalışırlar. Bunu sağlamak için kurum içinde örgüte dahil olmuş unsurlar yanında, örgüte açıkça dahil olmayanları da tasfiye edip otoritelerini tesis ederek, hiyerarşiyi kontrol altına alırlar. Bu hiyerarşik kontrol sağlanmadıkça, ordunun kurumsal gücünün darbeci amaçlar doğrultusunda kullanılması mümkün değildir.
* Darbeci zihniyetin kodları neler?
Darbeci zihniyet genellikle tartışılmaz kavramları istismar eder. Örneğin laiklik, ulus devlet, üniter devlet, rejim, iç güvenlik, modernleşme ve çağdaşlaşma gibi... Bu kavramlara resmi ideoloji doğrultusunda anlamlar vererek, bu ideolojik algılarını herkesin inanması, benimsemesi gereken mutlak doğrular olarak kabul ediyorlar. Her şeyi bu ideolojik mihenge vurup dost-düşman tanımlaması yapıyorlar. İç güvenlik kültürü bu kavramlara yükledikleri anlamlar çerçevesinde oluşuyor. Dolayısıyla tehdit algısı da böyle.
* Darbeciler kurumlar içinde ideolojik bir düşünce sistematiği çerçevesinde mi örgütleniyorlar?
Darbeci yapılanmanın en önemli ayaklarından birisini ideolojik kadrolaşma oluşturur. Bu sebeple darbeciler sadece kendileri ideolojik örgütlenme ile yetinmez, tüm devlet kurumlarının, hatta topyekün halkın tek tip olarak ideolojik örgütlenmesini öngörürler. Askeri okullar, resmi ideolojinin etkisine en açık eğitim kurumları olmuştur. Başta askeri okullar olmak üzere, okullara bir eğitim ve terbiye işinden çok, adeta resmi ideolojiyi kitle kültürü haline getirmek için bir toplu şartlandırma ve hipnoz işlevi kazandınlmıştir.
* Hiyerarşik bir düşünce sistematiği mi oluşturuluyor?
Emir komuta zincirinde fikrî bir tartışma ortamı olmaz. Darbe dönemlerinde, askeri hizmet ve disiplin için gerekli olan emir-komuta zinciri düşünce alanına da yansır. Hiyerarşinin tepesindeki kişi ve kurumların siyasi düşüncesi öne çıkar. Mesela, bizzat bana siyasi içerikli bir kitapçık tebliğ edilerek, düşünce ve inançlarımı buna göre düzeltmem istenmiştir. Bu kitapçık Harp Akademileri tarafından yayınlanmış, "Şeriat Mi, Laiklik Mi" isimli bir kitapçıktı.
ÇEVİK BİR'E RAĞMEN...
Serbest Özden'in haberi göre, 28 Şubat darbesinin mağdurlarından Askeri Hakim Mesut Kurşun ve Ahmet Karamanlı, yaşadıkları sıkıntılı günleri anlattı.

Yusuf Çağlayan'dan 28 Şubat tespitiKamuoyunca Köstebek ve Sarmusak davası olarak bilinen davanın kıdemli üyesi Askeri Hakim Albay Mesut Kurşun, dönemin Genelkurmay Adli Müşaviri Tuğgeneral Erdal Şenel'in baskılarına maruz kaldığını belirtti. Şenel'in kendisini 'Ne halt yapıyorsun, neden yargılamaya gerek duyuyorsun. Çok fazla kurcalama' gibi ifadelerle tehdit ettiğini açıklayan Kurşun beraat kararının ardından Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesine (DGM) normal üye olarak tayin edildi. Emekli Askeri Hakim Ahmet Karamanlı ise sınıfı değiştirilerek karacı yapıldı ve Malatya DGM'ye atandı. Hakimler bu haksızlıklara karşı Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'ne açtıkları davayı kazandı. Ancak yaklaşık 15 gün sonra Karamanlı, eşinin başörtülü olması gerekçe gösterilerek YAŞ kararıyla ordudan ihraç edildi.

Karamanlı, "Köstebek davasında 28 Şubat'ın her türlü baskısı ve Çevik Bir'lere rağmen hakim gibi durduk. Genelkurmay bu durumu 'bunlara bir ders verile-meli' şeklinde değerlendirdi. 'Zaten sakıncalısın bu davada şöyle karar verirsen sakıncan temizlenir, kurtulursun' şeklinde mesajlar geldi Ardından 'Eşi kabul edemeyeceğimiz kıyafet giyiyor' şeklinde yazılı uyarı aldım. Bu gerekçeyle ordudan atıldıktan sonra, emekli olmak için 2 sene başka yerde çalıştım" dedi.
Dava bir şekilde kapatıldı
Karamanlı komutanlara dava açan hakimlerin de cezalandırıldığını belirtti. Havacı ve denizci 4 hakimin karacı yapıldığını söyleyen Karamanlı, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Halis Burhan ve 23. Filo Üs Komutanı hakkında suç duyuruları yapıldığını söyledi. Halen Askeri Yargıtay üyesi olan Ahmet Zeki Liman ve Yavuz Sa-yalgı adlı hakimlerle ilgili olayı şöyle aktardı: "İzmir'de Hava Eğitim Komutanlığı'na ait Astsubay Eğitim Kampındaki lojman inşaatlarında yapılmayan işlere ödeme çıkartıldığı için suç duyurusunda bulundular. Halis Burhan ve Tuncer Kılınç'ın adı geçiyordu. Ama dava Askeri Yargıtay'da bir şekilde kapatıldı."
Nasıl bir Türkiye'de yaşadık
Emekli Hakim Albay Mesut Kurşun, Köstebek davası sonra-Csında atamaya tabi tutulduklarını söyledi. Bu olayların psikolojik olarak kendilerini çok yıprattığını kaydeden Kurşun, davayla ilgisi olmayan başka hakimlerin de mağdur edildiğini söyledi. Kurşun, "Olağanüstü bir dönemdi. Köstebek davası bahane edilerek diğer hakimlere de gözdağı vermek istediler. 28 Şubat'ın baskı ortamında haksızlığa kılıf uydurmak istediler. Bunlar kapalı kapılar ardında yapılan işler" dedi.
DEMİREL ÖNCEDEN BİLİYORDU
Refahyol iktidarının Devlet Bakanı Salim Ensarioğlu,28 Şubat döneminin perde arkasıyla ilgili ilginç açıklamalar yaptı.

Yusuf Çağlayan'dan 28 Şubat tespitiTarihe 'post-modern darbe' olarak geçen 28 Şubatla ilgili yeni bilgiler gün yüzüne çıkıyor. Dönemin en önemli aktörlerinden 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e askerlerin 13 Haziran'ı darbe tarihi olarak verdikleri ortaya çıktı.

Demirel ise bu bilgiyi dönemin Refahyol iktidarının Devlet Bakanı Salim Ensarioğlu ile paylaşmış. Ensarioğlu, 28 Şubat'tan sonra Nihat Erim-Ferit Melen gibi dışarıdan bakan ve milletvekilleri ile hükümet kurulsaydı "Siyasiler bir parça mecbur kaldı, idare etti" denilebileceğini belirtti. Ancak olaylardan sonra Demokrat Türkiye Partisi'nin (DTP) kurulduğunu hatırlatan Ensarioğlu, bunun başının Demirel mi yoksa Yılmaz mı olduğunu bilmediğini ifade etti.

Her şeyin Türkiye'nin gözü önünde gerçekleştiğini anlatan Ensarioğlu, bir ara rejim, ihtilal olmadığını ve siyasilerin buna çanak tuttuğunu savundu. Demirel'in tavrını eleştiren Ensarioğlu şunları anlattı: "İdare ettim demek yanlıştı, doğru yöneteceklerdi. Ben o zaman bakandım, 'Parlemanto'da milletvekili pazarı açılmış' demiştim. Bunun için Sayın Demirel ile tartıştık. O Cumhurbaşkanı ve ben bakandım. Çankaya Köşkü'ne çağırdı, gittim. Köşk'te Demirel ile 40 dakika bir tartışmamız oldu. 'Siz hükümetin kuruluşunda Demirel'in parmağı vardır, Parlemanto'da milletvekili pazarı açılmış demişsiniz' dedi. Doğrudur dedim, üç maymunu oynayamayız. Görüm, duydum, düşündüm, baktım, konuştum. Siyasiler çanak tutmuştur. Bana dedi ki 'Ben bunu yapmazsam, askeri idare etmezsem, 13 Haziran'da ihtilal yapacak.' Bırak yapsınlar dedim. Babalarımız, abileri-miz bize ihtilali anlattı, biz de çocuklarımıza sağ kalırsak anlatırız. Ölü olursak davaya bakar anlarlar, ihtilalin antidemokratik olduğunu. Ama sizin içinde olduğunuz bir antidemokratik hareketi anlatamam. Bana aynen şöyle dedi: '13 Haziran'da ihtilal yapıyorlar.' Ben de bırak yapsınlar dedim."
'Ona yakıştıramadım'
Bu olaydan sonra Demirel'e kırıldığını belirten Salim Ensarioğlu, ona bunu yakıştıramadığını söyledi. Ensarioğlu şu tespitte bulundu: "O Cumhurbaşkanıydı, idareci değildi. Tabii idarecilik yapar ama yönetim elinde olmalı. Yönetimi komutanların emrine verecek, o sörf yapacak; böyle bir şey olmaz. O zaman bırak ihtilal yapsınlar."
Vekiller istifa ettiriliyordu
Askerlerin hep darbe düşündüğünü dile getiren Salim Ensarioğlu, kurumu suçlamadığını belirterek bir kısmının "Türkiye'de birinci sınıf, devletin sahibi, sivillere yanlış yapan, çalan insan olarak" gördüğünü ileri sürdü. 28 Şubat'a siyasilerin biraz çanak tuttuğunu savunan Ensarioğlu, "Baktığınız zaman, 55. Hükü-met'in nasıl kurulduğunu, nasıl Doğnı Yol'dan istifalar yapıldığını görüyoruz. Asker baskı yapıp istifa ettiriyor, diğer taraftan bir parti kuruluyor ve bir partinin genel başkanı başbakan oluyor. Bu karışıklık, anlaşılarak yapıldı." dedi. Ensarioğlu o dönem en çok Demirel ve Erbakan'ın askerden çekindiğini ifade etti.