Ana muhalefet partisi ve basındaki uzantılarına göre bu ülkede ne kadar namuslu adam varsa hapse atılıyor. Stratejileri açık: Toplumu cepheleştirmek, mahkemeye duyulması gereken güveni lekelemek, tutuklu generaller üzerinden darbe çağrısı yapmak.
Balyoz davasında “Gölcük delilleri” diye bilinen ikinci grup belgelerin, çok şaşırtıcı bir yerde, tamamen hukuka uygun bir arama sonucu ele geçirilmesinden sonra davayı yürüten mahkeme, o güne kadar tutuksuz yargılanan çok sayıda muvazzaf ve emekli ordu mensubunu tutukladı.
Türkiye’de daha önce de generaller tutuklanmış, hatta ölüm cezası ile yargılanmışlardı. Cumhuriyet tarihinde ilk paşa yargılanması, İzmir Suikastı diye bilinen dava çerçevesinde emekli Millî Mücadele komutanlarından Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar Eğilmez ve Rauf Orbay’ın İstiklâl Mahkemesi önüne çıkarıldığı duruşma ile başladı. Paşalar duruşma sonunda beraat ettiler. İkinci hadise, 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 32 kişinin askerî birlikler tarafından öldürülmesinden sorumlu tutulan Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın 1950’de hâkim karşısına çıkarılması idi. Muğlalı, yargı sonucu hakkında verilen 20 yıl hapis cezası henüz kesinleşmemişken, 1951’de tutuklu iken vefat etti.
27 Mayıs Darbesi sonrasında da dönemin genelkurmay başkanı Org. Rüştü Erdelhun, Yassıada Mahkemesi’nde yargılanıp idama mahkûm edildi. Hakkında verilen karar ömür boyu hapse çevrildikten sonra devrin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından affedilerek salıverildi.
Bir dizi yüksek rütbeli subayın yargılanmasına ramak kalan bir başka gelişme, Mart 1971’de yaşandı. İktidara, demokrasi dışı “ulusçu-devrimci” yollarla gelmeyi amaçlayan emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu, darbeci arkadaşlarının ordu içindeki uzantısı Org. Muhsin Batur ve onun tesirindeki Org. Faruk Gürler ve Celil Gürkan, 9 Mart günü darbe yaparak iktidarı devirme planları geliştirmişlerdi. Ne var ki bu plan ordu üst yönetimince benimsenmedi. Haber alındığında darbeci komita etkisiz hâle getirildi. Ordu üst yönetimince yapılan genişletilmiş komuta konseyi toplantısında darbeciler emekliye sevk edildi ama haklarında kanuni takibat yapılmadı.
9 Martçı komitanın, kurum içinde etkisiz hâle getirildikten sonra kamuoyuna açık bir yargı süreciyle hâkim karşısına zanlı sıfatıyla çıkarılmaması, ilginç bir noktadır. Nitekim ordu üst yönetimi, olaydan üç gün sonra TRT radyolarından yayımlanan bir muhtıra ile işbaşındaki meşru hükümeti istifaya zorlamıştı.
Sonraki zamanlarda münferit yargı olayları görüldü; bunlardan en tazesi, 2001’de emekliye ayrılan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil’in, emekliyken “haksız mal edinme” ithamıyla askerî mahkeme önüne çıkarılarak yargılanmasıdır. Erdil dava sonunda suçlu bulundu, bir yıl süreyle cezaevinde yattı ve rütbesi oramirallikten erliğe tenzil edildi.
TOPLUMU KAMPLAŞTIRMA EĞİLİMLERİNE DİKKAT
Ergenekon davasıyla birlikte emekli ve muvazzaf asker kişilerin haklarında düzenlenen iddianamelerle yargı karşısına çıkmaya başlaması sık rastlanan hadiseler arasına girdi; fakat bu yargı süreçlerinin hiçbiri, Balyoz davası sebebiyle suçlanan 50’si emekli-muvazzaf general, toplam 163 asker kişinin hiç beklenmedik bir anda mahkeme tarafından tutuklanması kadar sarsıcı bir etki uyandırmadı.
Ergenekon davası, başladığı andan bu yana basında ve bir kısım kamuoyunda büyük bir sempati ve himaye gösterisiyle sahiplenildi. Zanlıların orada olmaması gerektiği, itibarlı ve seçkin insanlar oldukları ileri sürüldü; iddianamenin uydurma ve zayıf delillere dayandığı iddia edilerek mahkeme heyeti üzerinde bariz bir baskı kuruldu.
Yeni belgeler ortaya konulup dosya genişledikçe Ergenekon savunucuları, daha ihtiyatlı konuşmak yerine seslerini yükselttiler ve davayı Türk toplumuna yaygınlaştırmayı gaye edindiler. Bu, âdeta mahkemeye karşı bir güç gösterisi şekline dönüştü. Bu safhada sempatizanlar kadrosuna ana muhalefet partisi de katıldı ve basındaki uzantılarıyla birlikte hükümeti ve yargıyı kıyasıya eleştirmeye başladılar. Onlara göre bu ülkede ne kadar namuslu ve aklı başında adam varsa (asker-sivil) hapse atılmıştı veya baskı altındaydı. Öyleyse bütün toplum direnmeli, namuslu insanların yanında olmalı ve zorbalığa boyun eğmemeliydi.
Strateji açıktır: Toplumu Ergenekon ve Balyoz sempatizanları ile buna karşı olanlar (ki onlara göre hemen iktidar safında yer almış olmaktalar!) diye iki ana grup hâlinde bölüp cepheleştirmek, hukukun işlemesini baltalamak, mahkemeye duyulması gereken saygı ve güveni lekelemek ve bu esnada tutuklu subaylar üzerinden bol bol darbe çağrısı yapmak.
Önceki hafta gündeme gelen “Ordu meğerse kâğıttan kaplanmış” nitelemesini bu tablo içine koyup değerlendirmek gerekiyor.
PSİKOLOJİK HAREKÂT UYGULANIYOR
Balyoz tutuklamalarıyla birlikte mahkeme aleyhtarı ama darbeci sempatizanı yayınlar, fark edilecek ölçüde artış gösterdi. Doğan Grubu’nun gazete ve ekranlarında Balyoz iddianamesini çürütücü, sulandırıcı, alay edici yayınlar hissedilecek kadar arttı.
Görünen manzara o ki bugüne kadar yargıyı, orduyu, bürokrasiyi kullanarak açıktan iktidar otoritesine sahip olan çevreler, imtiyazlarını kaybetmemek için zorlu bir psikolojik savaş vermeye hazırlanıyor. Bu süreçte bulanık propaganda taktiklerine başvurularak toplumda cepheleşmeler körüklenecektir. Cepheleşmenin en kötü yanı, hakikat duygusunu, iyi niyet ve sağduyuyu iptal ederek insanların bir mesele hakkında inatla, ısrarla kenetlenmesini sağlamaktır. Önce mahkemeyi yürütmekte olan mahkeme üyelerine, ardından emniyete, hükümete karşı bir nefret kampanyası yoğunlaştırılıyor ve bunun izleri şimdiden görünür hâldedir. Böyle tehlikeli bir yola ancak bütün çaresini kaybetmiş olanların başvuracağını düşünüyorum. Masumiyetinden emin olanların, yargı sonucunu beklemeden toplumu cephelere bölmeye kalkması ve bunu gündelik siyasete âlet etmesi elbette beklenmez.
Bu süreçte muhalefet partileri, bana göre önemli bir fırsat kaçırıyor. Masum olduklarından tamamen emin görünerek Ergenekon ve Balyoz sanıklarını desteklemek için var gücüyle davayı politize etmeye kalkışan muhalefet, galiba kaybetmesi muhtemel bir seçimin hıncını ve muhtemel başarısızlığın hesabını yine karşı tarafa yansıtmaya kalkışarak yanlış yapıyor. Onları gören, Türkiye’de hiç askerî darbe yaşanmadığını zannedebilir. Hâlbuki 27 Nisan 2007’de yaşananlar, daha dün gibi. Muhalefet partileri, 27 Nisan e-muhtıra krizine doğru teşhis koyamadıkları için seçimlerde ağır yenilgiye uğradı. Bu gidişat, 2011 seçimlerinin de aynı istikamette cereyan edeceğini hatırlatıyor.
Türkiye artık, yasaları ihlâl eden herkesin kanun önünde hesap verebileceği bir ülke hâline gelmeli. Aynı zamanda yargımız, zanlının niteliğine ve üzerine atılı suça bakmadan yüksek adalet hissiyle terazinin kulpunu eli titremeden tutabilmeli. Bunu başarmalıyız.
Bazıları tekerleğe çomak sokmaya kalkışsa bile Türkiye, bu medeniyet ödevini yerine getirmeli.