28 Şubat 2011 Pazartesi

Darbeleri nasıl çözümlemeliyiz / Namık Çınar

Darbe plânları.. toplum kesimlerini birbirlerine düşürerek kaos yaratma hinlikleri.. toprak altına gömülen silâh ve mühimmatlar.. faili meçhuller.. söküğün ele geçen ipuçları, yani.. bütün bu olup bitenler, savcıların hazırladıkları iddianamelerden yola çıkarak açıklanmalıymışlar sadece.
Dillere pelesenk olmuş bu eğilim, herkesin ağzında bir sakız, bir moda, şimdi adeta.
Mahkemelerde ileri sürülen argümanlar kadarıyla bakılmalıymış olgulara. Savcıların iddia ettikleri yerlerden görülmeliymiş, ne var ne yok, bütün bu sosyo-politik olaylar.
Ne malûmmuş doğru oldukları, söylenenlerin, yazılıp çizilenlerin. Kanıtlansınlarmış, bir tek mahkemelerde. Kanıtlanamazlarmış ya, neyse.
Kapana sıkışıp kaçacak delik arayanların yandaşları tutuşmuşlar; hep bir ağızdan sürdürdükleri izlek, tutturdukları yol yordam, hepsinde de bu şimdi, eğer dikkat ederseniz.

“Kurtarma operasyonu”
na katılan tartışmacıları ya da yandaş gazetelerin kalemşorları, askerî konuların bilirkişileri kesilmişler, sallıyorlar da sallıyorlar ha bire. On sekiz ay yedek subaylık yapmış olanları dahi, sanırsınız ki, generalliklerden emekliler. Hakî üniformayı 22 sene giydim, onlar kadar hatıram yok, neredeyse orduda.

Sanık avukatlarında da bir afralar bir tafralar ki, sormayın gitsin. Kraldan daha çok kralcılar bir kere. Bırakmışlar müvekkillerini savunmayı, yaptıklarının özünü savunur olmuşlar, onların. Sanki olağan şeylermiş gibi, darbeleri de, kaos plânlarını da, boyunlarındaki aortlarını şişire şişire, meşrulaştırmaya çalışıyorlar kanallarda, avazları çıktığı kadar.
Hele kimi emekli generaller gene, iyice azıtmışlar artık. “Eski meslektaşlarımızı koruyacağız”, derlerken, ekmeklerini yedikleri halka karşı olmakta sakınca görmez olmuşlar.
İşin esasını anlamak bakımından, sadece iddianamelerden gitmekle yetinmek, bir tuzak, bana sorarsanız.    
Biz “tarih”i mahkeme kararlarından mı öğreneceğiz, bir tek?
Örneğin, Büyük Savaş’tan sonra kurulmuş olan “Nürnberg Mahkemeleri”nin kararlarına bakacak olursanız, altı milyon Yahudi’nin yakıldığını ve o cinnetin faturasını elli milyon insanın canlarıyla ödediklerini göremezsiniz orada. İddialarını bu minvalde götürselerdi savcılar, davalar hâlâ sürüyor olurdu şimdi.
Mahkûmiyetler; kanıtların kesin bulgular çerçevesinde tutulmalarıyla verilmiştir, o yargılamalarda. Oyalanıp hedeften uzaklaşılmamış, savaş suçluları hak ettikleri cezalara çarptırılmışlardır, sonuç olarak.
Şimdi biz, o günlerin tarihini Nürnberg’in duruşma tutanaklarındaki sayısallıklardan yola çıkarak mı yazıyoruz, yoksa “Auschwitz”in küllerini eşeleyerek mi?

“27 Mayıs”
ı, “12 Mart”ı, “12 Eylül”ü, “28 Şubat”ı mahkeme kayıtlarından, sıkıyönetim bildirilerinden yola çıkarak mı algıladık ve açıkladık, bugüne kadar?

Bana ne yargı sürecinden, iddianamelerin yaklaşımlarından! Savcı ya da yargıç değilim ki ben.
Ya beceriksiz çıkarlar da kanıtlayamazlarsa, o zaman olmamış mı sayacağız bunca olup bitenleri? Gördüklerimiz rüyaydı mı diyeceğiz? Kuruntularımız mı sayacağız kırk yıllık çilelerimizi ve kaygılarımızı? Birer bardak su mu içeceğiz, yılların faşizanlıklarının üzerine, göz göre göre?
Diyelim, gizlice izleyip yakaladınız karınızı ya da kocanızı, aşna fişne yaparken. Ama yargıcı kesmedi bu ve boşamadı sizi. O akşam sarmaş dolaş mı olacaksınız onunla, hiçbir şey olmamış gibi? Demek, yalayıp yutacaksınız her bir şeyi böyle hâllerde, ha? Bu musunuz siz?
Tabii ki yargısal süreçler de olacak. O işler de yürüyecek bir yandan. Ama bizi bağlamayacak, gerçeğe ulaşmamızda. Biz, “sosyo-politik çözümlemeler”le varacağız, gideceğimiz yerlere. Ve çıkaracağız ortaya bütün dümenlerini, bütün pisliklerini onların; ceza alsalar da, almasalar da.
Çünkü yargı yolunun amacı başkadır, sosyo-politik çözümleme yolununki başka. Ceza Muhakemeleri Usulü Hukuku’nun labirentleri, takılıp kalacağımız yerler değildir bizler için.
Kenan Evren hakkında düzenlenmiş bir iddianame yok diye, ne diyeceğiz şimdi o’na? Masum mu?
Memduh Tağmaçların, Faik Türünlerin, Cihat Akyolların, bir zamanlar komutanı oldukları birliklerin şeref salonlarında fotoğrafları asılı hâlâ, özenle. Adı konmuş koca bir kışlaya, General Mustafa Muğlalı’nın.
Ne yapacağız bu durumda? O referanslara bakarak sayacak mıyız adamdan, yaptıkları onca fenalıkları hayat gözümüze gözümüze sokarken?
Deliğe girip girmeyeceklerine duyarsız değilim elbet. “Hukukun Üstünlüğü”yle de yok, bir alıp veremediğim.
Ama ben, tarihin önünde ve insanlığın vicdanında da mahkûm olmalarını istiyorum mutlaka, onların.
Hepsi bu!