31 Ocak 2011 Pazartesi

Bakan Gönül: 5 yılda 408 asker intihar etti

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, BDP Van Milletvekili Fatma Kurtulan’ın asker intiharlarıyla ilgili soru önergesine verdiği yanıtta son beş yılda 408 askerin intihar ederek yaşamını yitirdiğini bildirdi.

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, BDP Van Milletvekili Fatma Kurtulan’ın TSK’ndeki asker intiharlarına ilişkin soru önergesini yanıtladı. Bakan Gönül önergede adı geçen askerlerin intiharlarına ilişkin şu bilgileri verdi:

"Önergede adı geçen Jandarma Er Hasan Çakır’ın ölümü hakkında 5’nci Zırhlı Tugay Komutanlığı Askeri Savcılığının, Er İdris Çiftçi’nin ölüm olayı hakkında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığının, Er Erdi Alkan’ın ölüm olayı hakkında 5’nci Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığının, Piyade Er Şaban Koçak’ın ölüm olayı hakkında 12’nci Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı Askeri Savcılığının, Onbaşı Mehmet Çavdar’ın ölüm olayı hakkında Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığının, Er Turgut Aydoğan’ın ölüm olayı hakkında Hava Eğitim Komutanlığı Askeri savcılığının Er Osman Kulaber’in ölüm olayı hakkında 12’nci Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı Askeri Savcılığının soruşturma dosyaları üzerinden soruşturmaya devam edildiği, Er Said Kızılkaya’nın ölüm olayı hakkında ise Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Savcılığı tarafından yapılan soruşturma sonunda kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiği, kararın halen tebliğ aşamasında olduğu tespit edilmiştir."

-"REHBERLİK DANIŞMA MERKEZLERİ BÜTÜN KIŞLALARDA GÖREV YAPIYOR"-
Bakan Gönül TSK’nde meydana gelen kaza ve olaylara ilişkin raporların titizlikle hazırlandığı ve incelendiğini belirtirken kaza ve intihar olaylarının asgariye indirilmesi için de TSK’nde görevli personelin, psikososyal sorunlarının değerlendirilmesi, askeri ortamın bireyin psikolojik ve sosyal yönü üzerindeki etkilerinin araştırılması için Rehberlik Danışma Merkezleri’nin TSK’nın bütün kışlalarında görev yaptığını söyledi. Bakan Gönül "Birliğe yeni katılan erbaş/erlere kayıt kabul sırasında psikososyal risk faktörü tarama anketi uygulanmakta, ruhsal problemleri tespit edilenler için ‘Askeri İşlevsellik Değerlendirme ve Kıt’a Kanaat Formu’ tanzim edilmekte, bilahare, ‘Askeri İşlevsellik Değerlendirme ve Kıt’a Kanaat Formu’ ile birlikte sağlık kurumlarına sevkleri sağlanarak tedavileri yaptırılmakta ve bu personel devamlı kontrol altında bulundurulmaktadır" dedi.

-"İNTİHAR RİSKİ OLANLARA MERMİLİ NÖBET TUTTURULMUYOR"-
Bakan Gönül, alınan tedbirler arasında ateşli silahların intiharın en yaygın yöntem olduğu düşünülerek ‘potansiyel intihar riski olanlar’ın mermili nöbet yerlerinde görevlendirilmemesi ve izinsiz nöbet değişikliği yapılmamasını da saydı. Bakan Gönül intihar etmekte kullanılabilecek silah, ilaç ve benzeri malzemelerin de kontrol altında bulundurulduğunu kaydetti.

-"SON BEŞ YILDA 408 ASKER İNTİHAR ETTİ, İNTİHAR AZALDI"-
Gönül soru önergesine verdiği yanıtta son beş yılda ordudaki asker intiharlarına ilişkin de sayısal bilgi verdi. Buna göre son beş yılda orduda 408 asker intihar ederek hayatını kaybetti. Bakan Gönül ise alınan tedbirlerle Emniyet ve Kaza Önlemi Sisteminin etkin şekilde işletilmesi sayesinde TSK’nde gerçekleşen intihar olaylarında önceki yıllara göre azalma olduğunu kaydetti. Gönül "Alınan tüm tedbirlere rağmen vefatla sonuçlanan herhangi bir kaza/olay meydana geldiğinde; vefat eden personelin ailesine Garnizon Komutanlıkları vasıtasıyla bilgi verilmekte, ailenin talep etmesi halinde olayın gerçekleştiği birliğe davet edilmekte, kaza/olayın oluş şeklini ilk ağızdan dinlemeleri temin edilmekte ve zihinlerde herhangi bir şüphe kalmamasına özen gösterilmektedir" dedi.

Hava Kuvvetleri'nde Yazıcıoğlu açıklaması

Hava Kuvvetleri Komutanlığı, eski BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekilerin hayatlarını kaybettiği helikopter kazasının olduğu tahmin edilen saatlerde, olay mahallinin 74 kilometre içerisinde F-4 ve F-16 uçakları da dahil TSK’ya ait herhangi bir hava trafiğinin olmadığını bildirdi.

Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan yapılan açıklamada, 29-30 Ocak 2011’de bazı gazetelerde "Enkaz Üssünden Uçuş" ve "F-16 Şüphesi" başlıklı haberlerin yer aldığı belirtildi.

Haberlerde, "Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte beş kişinin ölümüyle sonuçlanan helikopter kazası ile ilgili Devlet Denetleme Kurulu (DDK) raporlarına göre olay sırasında bölgede hava trafiğinin yoğun olduğu, Safa 51 adlı bir uçağın enkazın üzerinde daireler çizdiği ve TSK’nın yazılı olarak iletilen soruya cevap vermediği"nin iddia edildiği belirtilen açıklamada, şöyle denildi: "Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun talebi üzerine, olay gününe ait bölgedeki askeri radarlar tarafından izlenen tüm hava trafik bilgileri ayrıntılı bir şekilde incelenerek Devlet Denetleme Kurulu’na gönderilmek üzere 21 Ocak 2011 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına bildirilmiştir.

Daha önce ayrıntılı inceleme raporlarında da belirtildiği gibi habere konu olan ve Safa 51 adlı olduğu söylenen eğitim uçuşu, kazanın muhtemel saatinden yaklaşık dört saat sonra, GMT saat dilimine göre 16.48’de (Türkiye saatine göre 18.48), anılan bölgeden 19.000 feet (6300 m) irtifadan geçiş şeklinde icra edilen TSK’nın günlük planlı rutin eğitim görevidir.

Söz konusu görevin askeri radarlar tarafından takip edildiği ve kaza ile ilgili bir boyutunun olmadığı gibi, olayın olduğu tahmin edilen saatlerde olay mahalli 74 kilometre içerisinde F-4 ve F-16 uçakları da dahil TSK’ya ait herhangi bir hava trafiğinin olmadığı kamuoyuna saygı ile duyurulur."

Başbakan'a 'yırttı yani' sorusu

DSP İstanbul Milletvekili Süleyman Yağız, Başbakan Erdoğan’a "Polislerin askerlikten muaf tutulması ‘yırtmak’ deyimiyle sevinilecek ve sevindirilecek bir durum mudur?" diye sordu.

Yağız Meclis Başkanlığı’na sunduğu yazılı soru önergesinde, Başbakan Erdoğan’ın Erzurum’da görev yapan bir polisin eşine, ‘eşinin askerlik yapıp yapmadığı’nı sorduğunu ve ‘henüz yapmadı’ yanıtını alınca da ‘yırttı yani’ dediğini belirtti. Yağız Başbakan Erdoğan’a "Polislerin askerlikten muaf tutulması ‘yırtmak’ deyimiyle sevinilecek ve sevindirilecek bir durum mudur?, TSK ‘peygamber ocağı’ askerlik de ‘vatani görev’ olarak anılmaktadır. Askerliğini yapmaktan kurtulan bir polis eşine ‘yırttı yani’ diye yanıt vermeniz, bu algılamalara ‘saygıda kusur etmek’ anlamı taşımaz mı? Şu ya da bu görevden ‘yırttınız’ diye sevindirmeyi düşündüğünüz başka kesimler var mıdır? Örneğin uzun süredir bedelli askerlik bekleyenlerin de ‘askerlikten yırtmalarını sağlayacak’ düzenleme yapılmasını düşünüyor musunuz?" sorularını yöneltti.

TERÖR ÖRGÜTÜ ELEBAŞI ÖCALAN VE TSK İLE İLGİLİ İDDİALAR

Genelkurmay Başkanlığı, terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili iddialar üzerine yapılan incelemelerde herhangi bir bilgi ya da belgeye rastlanmadığını, somut bilgiler (tarih, yer ve isim) verilmesi halinde incelemenin derinleştirileceğini bildirdi.

Genelkurmay Başkanlığından yapılan açıklamada, son günlerde çeşitli basın-yayın organlarında yer alan ve ''Avukatları Kandil'e askeri helikopter getirdi'', ''Apo'nun mektupları asker izniyle Kandil'e gitti'', ''Askeri helikopterlerle kampa gidip savaş kararı aldırdılar'', ''Şakar Kandil'e helikopterle gitti'', ''Genelkurmay temsilcisi beni karşıladı. 'Sana büyük işler düşüyor' dedi'', ''Askerden Öcalan'a: Birlikte çalışalım'', ''Öcalan: Asker bana 'savaşı tırmandırın' dedi'' gibi birçok iddia içeren haber ve yorumların yer aldığı belirtildi.

Açıklamada, ''Basın ve yayın organlarında yer alan bu ve bunun gibi iddialar üzerine yapılan incelemelerde herhangi bir bilgi ya da belgeye rastlanmamıştır. Somut bilgiler (tarih, yer ve isim) verilmesi halinde inceleme derinleştirilecektir'' denildi.

TSK bu orduyu eğitecek!

Türkiye ve Suriye arasında son yıllarda yoğunlaşan askeri düzeydeki temaslar çerçevesinde, Suriye askerinin Türk askeri tarafından bazı alanlarda eğitilmesi konusunda mutabık kalındığı bildirildi.

AA muhabirinin çeşitli kaynaklardan aldığı bilgiye göre, Genelkurmay İkinci Başkanı Aslan Güner’in Aralık ayında Şam’a yaptığı ziyaret sırasında eğitim konusunun detayları değerlendirildi.

Suriye bölücü örgüte sığınak verdiği için 1998 yılında savaşın eşiğine gelen ancak günümüzde PKK’ya karşı tam bir işbirliği yürüten Türk ve Suriye orduları arasındaki ilişki, karşılıklı askeri ziyaretlerle pekiştirildi. İki ülke askeri birlikleri, son yıllarda çeşitli boyutlarda ortak tatbikatlar gerçekleştirdi.

Orgeneral Aslan Güner’in katılımıyla Aralık ayında Şam’da yapılan Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Askeri Diyalog Toplantısında bu işbirliğinin derinleştirilerek eğitim konusunun ele alındığı öne sürüldü. Bu çerçevede, Türk askerinin Suriye askerlerini bazı alanlarda eğitmesine ilişkin konunun detaylarının görüşüldüğü kaydedildi.

Suriye askerlerinin Türk askerleri tarafından eğitilmesi halinde, uzun yıllar eski Sovyetler Birliği ile müttefik olan Suriye ordusunun Sovyet ekolünden Batı ekolüne kayabileceği yorumları yapılıyor.

İki ülke orduları arasında savaşın eşiğinden ortak tatbikatlara kadar uzanan askeri işbirliği süreci, 1998 yılında imzalanan ve PKK’ya karşı işbirliğini öngören Adana Mutabakatı ile başladı.
Türkiye ve Suriye arasındaki siyasi ilişkilerin de miladı sayılan Adana Mutabakatı, PKK’ya karşı iki ülkenin işbirliği yapmasını öngörüyordu. Ancak iki ülke ilişkilerinin kısa sürede gelişmesi ile askeri temaslar arttığı gibi PKK’ya karşı yürütülen işbirliği de pekiştirildi. Suriye güvenlik güçleri, PKK’ya yönelik çok sayıda operasyon yaptı.

Dahiliye Vekâletinden : (Resmi Gazete: 11.06.1960)

Tuğgeneral İrfan Baştuğ'un Ankara Valiliğinde, Tuğgeneral Refik Tulga'mn İstanbul Valiliğinde, Veteriner Tuğgeneral Burhanettin Uluç'un İzmir Valiliğinde, Tuğgeneral Lütfi Hancıoğlu'nun Ağrı Valiliğinde, Topçu Kurmay Albay Vefa Poyraz (937-124) ın Bitlis Valiliğinde, Piyade Albay Fikret Ersanlı (929-C. 90) nın Van Valiliğinde, Millî Müdafaa Vekâletinin lâhik olan muvafakatlerine binaen, 1281 sayılı kanuna tevfikan Millî Müdafaa Vekâleti kadrolarında gösterilmek suretiyle istihdamları, Yüksek îcra Vekilleri Heyetinin 2/6/1960 gün ve 5/11 sayılı kararma istinaden tensip edilmiştir.

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ KARARNAMESİ (Rütbe nasıplarının 30 Ağustos'a Alınması Hakkında) (11.06.1960)

Madde 1. 19 Haziran 1942 tarihli ve 4273 sayılı Subaylar Heyetine mahsus Terfi Kanununa aşağıdaki üç muvakkat madde eklenmiştir.
Muvakkat madde 1. Bu Kararın mer'iyete girdiği tarihte :
a. Muvazzaf Subay ve Askeri Memurlarını (Teğmen rütbesindekiler hariç) haiz bulundukları rütbe veya sınıf nasıpları bir evvelki 30 Ağustos tarihine götürülür.
b. Teğmen rütbesinde bulunanların ilk subaylık nasıpları bir yıl evvelki 30 Ağustos tarihine götürülür.
Muvakkat madde 2. Muvakkat birinci madde gereğince yapılacak nasıp düzeltmelerinden dolayı terfi sırasına
girenlerden :
a. Terfi şartlarını haiz bulunanların terfileri derhal yapılır ve nasıpları, düzeltilen nasıplarına göre, bekleme müddetlerini tamamladıkları 30 Ağustos tarihine götürülür.
b. Menfi sicil alanlar hariç terfi şartlarını haiz bulunmayanlar ise; bu şartları tamamladıkları tarihlerde ve yukardaki fıkra hükümlerine tabı tutularak terfi ettirilirler.
Muvakkat madde 3. Bu Kararla; nasıplarına göre 1960 ve 1961 yıllarında terfi sırasına gireceklerden :
a. Bir yıldan fazla kıta hizmetine tabi bulunanlar için kıta hizmeti enaz bir yıldır.
b. Bir yıl kıta hizmetine tabi bulunanlardan:
(1) Yarbaylar için kıta hizmeti mecburiyeti aranmaz. Bunların terfileri bu Kararnamenin neşrinden önce almış oldukları son sicillerine göre yapılır,
(2) General ve Amirallerden muharip sınıflara mensup olanlar kıta noksanı sebebiyle terfi edemedikleri müddetçe, aynı nasıplı yardımcı sınıf General ve Amiraller terfi edemezler.
Madde 2.
Bu Kararla yapılan nasıp düzeltmelerinden dolayı maaş farkı verilmez.
Madde 3.
7140 sayılı Kanun mer'iyetten kaldırılmıştır.
Madde 4.
Bu Karar 28 Mayıs 1960 tarihinde mer'iyete girer.
28/5/1960
C E M A L GÜRSEL
Orgeneral
MİLLİ BİRLİK KOMİTE BAŞKANI VE TÜRK SİLAHLI KUVVETLER BAŞKUMANDANI

İKİNCİ ''ERGENEKON VE ''POYRAZKÖY'DE ELE GEÇİRİLEN MÜHİMMAT'' DAVALARI

İkinci ''Ergenekon'' davasının tutuklu sanıklarından, aleyhine delil üretildiği iddiasıyla gündeme gelen teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin tutukluluğuna itiraz edilerek tahliyesi talep edildi. Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesine gelen teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin avukatlarından Serkan Günel, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine dilekçe sundu.

Dilekçede, somut delil olmadan gözaltına alınan teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin 29 aydır tutuklu olduğu ve kendisiyle aynı dönemde, aynı koşullarla tutuklanan 4 teğmenin mahkemece tahliye edildiği belirtildi. Hakkında Süleyman Solmaz'la görüşmesi nedeniyle Hizb-ut Tahrir örgütüne sızma iddiası bulunduğu kaydedilen dilekçede, Çelebi'nin taksisine bindiği Solmaz'la tesadüfen karşılaştığı ifade edildi.

İkinci ''Ergenekon'' davası duruşmasında sorgulanan Çelebi'nin cep telefonu rehberinde bulunan telefon kayıtlarıyla ilgili çelişki olduğu savunulan dilekçede, 20 Ocak 2011 itibariyle mahkemeye ulaşan bilgilerle şüphenin giderildiği ve Çelebi'nin telefonunda yer alan Mahmut Oğuz Kazancı'ya ait telefon numaralarının gözaltına alınmasından sonra Çelebi'nin telefonuna yüklendiğinin ortaya çıktığı ileri sürüldü.

Dilekçede, bu olayın anlaşılmasından sonra kamuoyunda büyük tartışmalar yaşandığı, emniyet müdürlüğünün çözüm tutanağındaki bilgilerin ''sehven'' karışmış olabileceğini kabul ettiği ve mahkemeye ulaşan 15 Aralık 2010 tarihli bilirkişi raporuna göre telefon numaralarının Çelebi'nin telefonunda kayıtlı olduğunun anlaşıldığı kaydedildi. ''Sayın mahkemenizce müvekkilin tutukluluğuna ilişkin yeniden değerlendirme yapılması gereği doğmuştur. Emniyet Müdürlüğü personeline güven sarsılmıştır'' denilen dilekçede, tutuklu kaldığı süre 29 ayı bulan Çelebi'nin tahliye edilmesi istendi.

-ÜYE HAKİME REDDİHAKİM TALEBİ-
Bu arada, ''Poyrazköy'de bulunan mühimmat'' davasının tutuklu sanıklarından emekli binbaşı Levent Bektaş'ın da avukatlığını yapan Serkan Günel tarafından davaya bakan İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesine sunulan dilekçede, mahkeme heyetinin üye hakimi Mehmet Ali Karababa'nın duruşmalarda yönlendirici sorular sorduğu, konuların üzerindeki sis perdesinin kaldırılmasını engellediği ve duruşmada sanıklara ısrarlı müdahalelerde bulunduğu iddia edildi. Dilekçede, diğer üye hakimlerin aksine emniyet müdürlüğünce kendisine özel imkanlar tanındığı savunulan Karababa hakkında, duruşmalarda tanıklara yönlendirici sorular yönelttiği, sanıklara ve avukatlarına çıkıştığı ve gazetelere yansıdığı şekliyle tarafsız hareket etmediği izlenimi uyandırdığı dikkate alınarak, Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 24/1. maddesi uyarınca reddihakim kararı verilmesi talep edildi.

Cengiz Kapmaz: ‘Görüşmeler için kosteri bozdular’ / Neşe Düzel

“Öcalan’ın avukatlarını taşıyan koster, üç hafta önce denizin ortasında arıza var diye durduruldu. Arıza, bir buçuk saat sürdü. O esnada, devlet heyeti Öcalan’la görüşme yaptı.”

“Öcalan, devletle görüşmelerini sürdürüyor. İmralı’da devlet heyetiyle görüşmeler, bazen altı saat bazen üç ya da bir buçuk saat sürüyor. Son dokuz ayda İmralı’da 12 görüşme yapıldı.”

“Öcalan ‘burada konuşulan, kararlaştırılan hiçbir şey pratiğe dönüşmedi. Konuştuğumuz hususların gereği yapılmadı. Demek ki devlet heyeti çözüm istiyor ama AKP istemiyor’ diyor.”
***
NEDEN CENGİZ KAPMAZ
Türkiye’de içi doldurulması gereken pek çok paket var. Bir kere herkes barış istiyor. Ama nasıl bir barış? Herkes yeni bir anayasa istiyor. Ama nasıl bir yeni anayasa? Herkes özgür ve bağımsız bir yargı istiyor. Ama nasıl özgür ve bağımsız bir yargı? Bütün bu paketlerin içinin somut olarak doldurulması gerekiyor. Tabii ki hiç şüphe yok, bu ülkede büyük haksızlıklardan, eziyetlerden ve acılardan geçen Kürt vatandaşlarımızın tamamı barış talep ediyor. Buna, 27 yıllık bir iç savaşın tarafı olan PKK ve Abdullah Öcalan da dâhil. Bölgede milyonlarca Kürt vatandaşımızın desteğini alan ve bir süredir İmralı’da devletle barış görüşmeleri yapan Öcalan peki nasıl bir barış planlıyor? Devlet-İmralı görüşmeleri devam ediyor mu? Bu sürecin barışla sonuçlanması için neler yapılıyor? Bu görüşmeleri kimler, hangi sıklıkla yürütüyor? Son on yılda devlet-İmralı ilişkisinde neler yaşandı? Niye barış gerçekleşmedi? Taraflar, Kürt sorununun çözümünden ne anlıyorlar? Öcalan’ın barış için şartları neler? Öcalan yeni bir yol haritası hazırlıyor mu? “Silahların susması, çatışmasız ortam, PKK’nın dağdan indirilmesi, onurlu barış, demokratik özerklik, üniter devlet, tek bayrak, demokratik toplum, Kürt kimliğine anayasa güvencesi, iki dillilik” gibi Kürt siyasetçilerinin her an dilinde olan cümleciklerin içini Öcalan nasıl dolduruyor? Öcalan, barış için umutlu mu? PKK’nin ve BDP’nin son politik söylemlerinden memnun mu? Bu konuları, Öcalan’ın avukatlarına en yakın kişi olan ve yeni yayınlanan Öcalan’ın İmralı Günleri isimli kitabıyla yerleşik kanaatleri sarsan gazeteci Cengiz Kapmaz’la konuştuk. Kitabında, Kürt siyaseti-Öcalan-PKK ilişkisinin, devlet-İmralı temaslarının son on yılını çok çarpıcı bilgi ve belgelerle anlatan Cengiz Kapmaz Günlük gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.
***
NEŞE DÜZEL: Sizin “Apo ne istiyor” sorusuna, “barış istiyor” diye cevap verdiğinizi biliyorum. Onun için, daha somut ve net bir cevap alabilmek için izninizle şunu sormak istiyorum, Apo nasıl bir barış istiyor?
Onurlu bir barış.

“Onursuz” bir barış zaten kalıcı olamayacağı için, ben de zaten “kalıcı” bir barıştan söz ediyorum. Öcalan nasıl bir barış istiyor?
Abdullah Öcalan, istediği barışın işaretlerini 2009 ağustosunda İmralı Cezaevi yönetimine teslim ettiği 156 sayfalık yol haritasında verdi. Öcalan üç aşamalı bir barış istiyor. Önce silahlar susacak. Yani kesin ve kalıcı bir ateşkes ortamı sağlanacak. Silahlar sustuktan sonra, PKK sınır dışına çekilecek. Öcalan, “Mesela bu yer Birleşmiş Milletler gözetiminde bir yer olabilir” diyor. Üç, Kürt sorununu var eden koşullar ortadan kaldırılacak. Yani, bugün Kürtlere verilmeyen hak, hukukları verilecek. Ondan sonra da zaten silahsızlandırma ve dağdan indirme süreci yaşanacak.

Peki, söyler misiniz, barış yapmış bir Türkiye’nin güneydoğusunda neler gerçekleşecek? Örneğin, PKK’nın silahlı bir güç olarak bölgede güvenliği sağlaması, bu barışın parçalarından biri mi olacak?
Bu, bir şarttır ama koşul değildir. Yani, olmazsa olmaz değildir. Öcalan, “Türkiye’nin mevcut güvenlik sistemi Kürtlerde kaygı yaratıyor. Mevcut sistemin Türkleri ve Kürtleri memnun eden bir sisteme dönüşmesi lazım. Eğer yeni güvenlik sistemi, Kürtlerin hakkını gasp etmeyen bir sisteme dönüşürse, yeni bir güvenlik sistemine ihtiyaç yok. Bu konu tartışılsın” diyor. Biliyorsunuz, ordu, jandarma, polis ve istihbarat, bu haliyle Kürtlerde kaygı yaratıyor. Eğer Kürtlerin kimliğini, hak ve hukukunu güvence altına alan ciddi bir güvenlik sistemi oluşturulursa, alternatif bir güvenlik sistemine ihtiyaç kalmaz.

Biliyorsunuz, PKK ve Öcalan bölgede Kürtlerin tamamını temsil etmiyor. Son 27 yılda, sadece Kürtlerle Türkler değil, Kürtlerle Kürtler de çatıştı. PKK’nın oluşturduğu bir silahlı gücün güvenliği sağlaması durumunda, Kürtlerin tümü kendini güvende hissedebilir mi Güneydoğu’da?
PKK, “ben ille de oranın Türkiye Cumhuriyeti ordusu gibi ordusu olacağım” demiyor ki... “Mevcut güvenlik sistemi dönüştürülebilir” diyor. Aslında şu var.

Ne var?
İslamcısından liberaline, bütün Kürtler için ısrarla Demokratik Toplum Kongresi gibi çoğulcu bir yapı öneren, kent konseylerinin kurulmasını isteyen, demokratik özerkliği savunan Öcalan’a, diğer kesimlerin, “sen bizi ezeceksin” demeleri haksızlık olur. Demokratik özerklik, bütün bunların güvencesidir. Öcalan’ın kendisi, “eğer bir güvenlik sistemi demokratik mekanizmalara bağlı olmazsa, çeteleşir, özgürlükleri ortadan kaldırır” diyor. Dolayısıyla gelecekte kurulabilecek yerel bir güvenlik sistemi demokratik mekanizmanın dışında olamaz.

Öcalan, Güneydoğu’nun bir eyalet olmasını mı istiyor?
Eyalet sistemini düşünüyor ama bunu etnik kökene dayandırmıyor. Bence Öcalan’ın kafasında daha çok Bask sistemi var ama bunu bire bir önermiyor. Çünkü Bask etnik kökene dayalı. Mesela Öcalan’ın Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi yönünde tezleri oldu. Bence Öcalan, demokratik özerklik sisteminin en iyi eyalet sistemi içinde ifade edileceğini düşünüyor.

Eyaletlerin sınırı nasıl çizilecek?
Öcalan’a göre, eyaletler etnik kökene göre oluşmayacak. Coğrafyaya ve koşullara göre oluşacak. Mesela İstanbul’u örnek veriyor. “Devasa nüfusuyla İstanbul’da niye demokratik özerklik sistemi olmasın? Bunun topluma ve Türkiye’ye ne zararı olur? Tam tersine toplumun enerjisi daha iyi ortaya çıkar. Mesela Diyarbakır’da demokratik özerklik olursa ve Diyarbakır kendine ait tüm renklerle Türkiye’den ayrılmadan yaşamak isterse, bunun ülkeye ne zararı olur? Aksine bunu engellemek, Türkiye’ye zarar verir?” diyor. Dille ilgili de...

Evet, ne diyor?
“Kürtçe eğitimin önünde hiçbir yasal engel bırakılmamalı. Ama Türkçe ortak iletişim dilimizdir. Buna hiçbir itirazımız yok” diyor.

Öcalan’a göre resmî dil Türkçe mi olacak?
Evet. Resmî dil Türkçedir ama bir de toplumun iletişim dili vardır. Demokratik özerklik, iki dili reddetmeyen bir sistem. Öcalan, üst kimlik konusunda ortak değerlere önem atfediyor. “Üst kimliğimiz Türkiye ulusudur. Mustafa Kemal ortak değerimizdir, kurucu önderimizdir. Türkiye Cumhuriyeti bayrağına, üniter yapıya, sınırlara saygılıyız. Üniter yapının sorgulanmasına karşıyız. Ama her türlü ulus-devlet formülüne de itiraz ediyoruz. Ulus-devlet, kapitalist modernitenin insanlığa dayattığı ve insanlığı çürüten bir olgudur” diyor. Öcalan bütün renklerin, farklılıkların kendisini var edebildiği bir “demokratik modernite” istiyor. “Bizim ana ilkemiz az devlet, çok toplum” diyor.

Güneydoğu’daki yönetimi kim nasıl belirleyecek? Orayı PKK kadroları mı yönetecek yoksa oradaki bütün Kürtlerin tercihleri yönetime yansıyacak mı?
Kürtlerin tüm tercihleri yansıyacak. Zaten demokratik özerkliği de öyle tanımlıyor. Adına, “radikal demokrasi” diyor. Vesayetçi sistem istemiyor. Eğer sadece PKK yönetirse, vesayetçi bir sistem olur. Radikal demokrasi öyle tanımlanabilir mi? Öcalan, “Ben yeni bir paradigma getiriyorum. Çoğulculuğa, demokratikleşmeye en çok ihtiyacı olanlar, Kürtlerdir. Bir toplumdaki tüm renkleri öldürürseniz, o topluma ihanet edersiniz” diyor.

Öcalan da mı değişti?
Kesinlikle... O, ortak bir Kürt stratejisini benimsiyor. Öcalan, İslamcısından liberaline, PKK’sine tüm Kürtlere, “biraraya gelin, Kürtlerin haklarına ve çıkarlarına yönelik ortak bir Kürt stratejisi belirleyin. Biz, Kürtler olarak şunları istiyoruz deyin. Nasıl bir Kürt demokratik özerklik sistemini istediğinizi tartışın, bir taslağa dökün. Bir proje yaratın. Barış için bir yol haritası oluşturun” dedi.

Barış için Öcalan’ın şartları neler peki?
Mesela şu anda devletle Öcalan arasında bir diyalog süreci yaşanıyor. Öcalan’ın diyalog stratejisi şu... Onun için “silahsızlanma”, en son halledilmesi gereken bir konu. Çünkü hiçbir adım atmadan silahsızlanmayı konuşursanız, sorunu çözümsüzlüğe sevk edersiniz. Önemli olan Kürt sorununun çözümü için gerekli yasal demokratik düzenlemeleri yapmaktır, Kürt kimliğini anayasal güvence altına almaktır. Bunlar yapıldıktan sonra, silahsızlanma aşaması en kolay aşamadır. Önemli olan silahsızlanma aşamasına gelmektir. PKK’nin demokratik siyasi hayata katılımını sağladığınız takdirde dağdan inişi sağlarsınız.

Barış olduğunda ortada hâlâ silah olacak mı?
Olmayacak tabii. Barış, silahların konuşmadığı bir ortamdır.

PKK, Diyarbakır’daki bombalı saldırı gibi bazı şiddet olaylarının kontrol dışı gerçekleştiğini açıkladı. PKK’nın içindeki kontrol dışı birimler ne olacak?
PKK’nin içinde kontrol dışı birimler yok. PKK içinde birilerinin yaptığı eylemlerden ötürü, evet, PKK zaman zaman özür diledi. PKK’nin bu tutumuna bir iyi niyet olarak görmek lazım. Murat Karayılan bir yıl önce PKK’nın tavrını net olarak tanımladı. ANF’ye bir röportaj verdi ve “Sivillere yönelik bir eylemimizin olmayacağı yönünde taahhüdümüz var. Bu, gayrıahlaki bir eylem tarzıdır” dedi.

Peki, geçenlerde Taksim’deki canlı bomba saldırısını yapan TAK ne olacak?
Murat Karayılan yine geçmişte, TAK yapılanmasını doğru bulmadıklarını. TAK’ın PKK’yle organik bir ilişkisinin olmadığını ve eylemlerini durdurması gerektiğini defalarca söyledi. Taksim’deki olaydan sonra da, eğer eylemleri devam ederse TAK’a misilleme yapacaklarını açıkladı. Zaten o günden sonra da TAK’ın bir eylemi olmadı.

Öcalan, devletle görüşmelerini sürdürüyor mu?
Sürdürüyor. Benim bildiğim kadarıyla, geçen yıl mayıs ayından beri İmralı’da 12 görüşme gerçekleşti. Zaten 2009 yılında Habur’u isteyen de devlettir. Devlet adına İmralı’ya giden bir heyet, Öcalan’a, “demokratik açılım sürecinin bozulmaması, sürecin önünün açılabilmesi için, sizin, dağdan bir grup getirmeniz gerekir. Aynı zamanda devlet, sizin dağ üzerindeki etki gücünüzü de öğrenmek istiyor” diyorlar. Habur süreci böyle başlıyor.

Kim görüşüyor Apo’yla devlet adına?
Öcalan, kendisini ziyaret edenlerin bir devlet heyeti olduğunu söylüyor. İsim vermiyor. Onları bir devlet heyeti, bir devlet aklı olarak tanımlıyor. Öcalan, kendisiyle görüşmeye gelenlerin hâl ve tutumlarından memnun. Karşılıklı bir saygı olduğunu ifade ediyor. Görüşmelerin içeriğine ilişkin bir görüş belirtmiyor. Ama biz şunu biliyoruz. Bundan üç, dört hafta önce, Öcalan’ın avukatlarını taşıyan koster, deniz ortasında arıza var gerekçesiyle durduruldu. Bu arıza, bir buçuk saat sürdü. Ancak o esnada, devlet heyeti Öcalan’la görüşme yaptı. Böyle enteresan olaylar da yaşanıyor! Bu görüşmelerin bazen altı saat, bazen üç ya da bir buçuk saat sürdüğü söyleniyor.

Siz, Öcalan’ın İmralı Günleri isimli çok çarpıcı bir kitap yazdınız. Bu yeni kitabınızda, Öcalan’ın on yıldır İmralı’da neler yaşadığını, kimlerle görüştüğünü, hangi görüşleri savunduğunu ve devletle görüşmelerinde neler önerdiğini anlattınız. Devlet, geçmişte, Öcalan’la bugün olduğu gibi mi görüşmüştü?
Devletle Öcalan’la 1999-2001 döneminde görüştü. Öcalan 16 Şubat 1999 tarihinde İmralı’ya getirildi ve devletle temas o tarihten 2001 eylülüne kadar sürdü. O dönemde, bir sorgu komisyonu Öcalan’la temas halinde oldu. Öcalan o süre zarfında, Kandil’e sekiz kez de mektup yazdı. Devlet, o dönemde Öcalan’ın mektuplarının ve mesajlarının dışarı çıkarılmasını kolaylaştırdı. Yani devlet, Öcalan’ın yapmak istediklerini zorlaştıran değil, kolaylaştıran bir tutum sergiledi.

Devlet Öcalan’ın PKK’yı yönetmesine izin verdi, öyle mi?
Şu söylenebilir. Eğer İmralı’da sekiz mektup yazılıyorsa ve devletin onayı ve bilgisi dâhilinde bu mektuplar dışarı çıkarılıyorsa, kimse biz terörü mü muhatap alacağız, terörist başıyla mı konuşacağız deme hakkına sahip değildir. O dönemde bunu yapan askerî yetkililer. Öcalan İmralı’ya ilk geldiğinde zaten muhatap alınmıştı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun özel temsilcisi onu “hoş geldiniz. Barışı tesis edeceğiz” diye karşıladı.

Kimdi bu komutan?
Albay Atilla Uğur... Şimdi Ergenekon davasında Silivri’de yargılanıyor. Zaten Öcalan’ın sorgu süreci klasik bir sorgu değildi. Tarafların bir masa etrafında biraraya gelip, sorunu konuştuğu, müzakere ettiği bir süreçtir bu. Atilla Uğur, o dönemde sorgu komisyonunun başında çok önemli bir aktördü. Öcalan’a “çözüm öneriniz nedir? Bu sorunu çözelim ama nasıl çözebiliriz?” diyorlar. Hatta Öcalan, “sizin bu işi çözebilecek gücünüz var mı” diye soruyor onlara ısrarla. Onlar da “evet, biz devlet adına buradayız” diyorlar. Anlayacağınız bu mealde devam eden bir sorgu süreci bu...

Sadece asker mi vardı bu sorgu komisyonunda?
Jandarma’dan, Emniyet’ten ve MİT’ten insanlar olduğunu biliyorum. Medyaya da yansıdığı için söyleyebilirim. MİT’ten Emre Taner, Mikdat Alpay da o sorgu sürecinde yer alıyordu. MİT Müsteşarı olduktan sonra da Emre Taner sık sık İmralı’ya gidip Öcalan’la görüşüyor. Komisyonda Emniyet’ten ve Jandarma’dan da yetkililer var. Ama o dönemde sevk ve idare ağırlıklı olarak askerlerde. Genelkurmay Ana Karargâh’tan bazı komutanların İmralı’ya geldiği yönünde de duyumlar var.

Kitabınızda, 1999-2003 döneminde İmralı’yla ilişkili komutanların isimlerini veriyorsunuz. Bunlar Hurşit Tolon, Şener Eruygur, Atilla Uğur, Levent Ersöz.... Bu komutanların hepsi bugün Ergenekon davasının sanıkları... Peki, dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu hiç İmralı’da Öcalan’la görüşüyor mu?
O konuda herhangi bir bilgi yok... Öcalan 2 Ağustos 1999 da gerillalara “sınır dışına çıkın” çağrısı yapıyor. O tarihten önce Çevik Bir, İmralı’da görünüyor. Kapı aralığında bekliyor. Öcalan, “üzerime düşen sorumluluğu yerine getirebilirim. Bir şey yapılabilirse çözüme hazırım” diyor. Bunun üzerine Çevik Bir, “sen dağa çıkardın, sen indireceksin” diyor. Herkes zannediyor ki, o dönemki süreç sancısız geçti.

Çok mu sancılı geçti?
Öcalan ile devlet arasında sorunlar yaşandı. 1999’da devlet, PKK’nın sınırdışına çıkarılması taraftarı değil. Devlet teslim olunması taraftarı. Öcalan ise bunu kabul etmiyor. “Sınırdışına çekmem sizi rahatlatır” diyor. Devlet bunu istemiyor. Çevik Bir’in ziyareti bu anlamda manalı. Zaten orada başlayan Öcalan’la devlet arasındaki gerginlik büyüyor, kriz ve restleşmeye dönüşüyor. Mesela ilginçtir, Öcalan’ın en umutlu olduğu yıl 2000. Devletin adım atacağı yönünde beklentileri var. Ecevit’in hükümetinden çok umutlu. “Ecevit sorunu gerçekten çözmek istiyordu ama engellediler. MHP tarafından engellendi” diyor.

Ecevit’in sorunu gerçekten çözmek istediğini nereden biliyor?
Gerek dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay, gerek Emre Taner, Başbakan’a bağlı olarak geldiklerini söylüyorlar. Zaten Öcalan’ın “Başbakan’ın temsilcileriyle görüştüm, konuştum” diye ifadelerinde de var. Başbakan’ın temsilcilerinden kastettiği MİT’tir. Devletle Öcalan arasında gerginliği doğuran da MİT-ordu kapışmasıdır.

Hangi konuda kapışıyorlar?
Dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, bir grup gazeteciyi Ankara’da davet ediyor ve “Kürt sorunu böyle devam edemez. Adım atmamız lazım. Örneğin Kürtçe televizyon bu adımlardan biri olabilir” diyor. Genelkurmay, buna zehir zemberek bir yanıt veriyor. Öcalan’da, devletin barış niyetine ilişkin kaygı oluşuyor. Bu kaygı sürekli büyüyor ve nitekim 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren de bütün irtibatlar kesiliyor. 2006 yılına dek, devletten hiç kimse İmralı’ya gitmiyor, Öcalan’la görüşmüyor. 2006’da MİT Müsteşarı Emre Taner’in İmralı’ya gidip görüşmeler yaptığı bugün değişik kesimler tarafından ifade ediliyor.

Tekrar başlayan diyalog sürecinde, devletin Öcalan’la 12 kez görüştüğünü söylediniz. Öcalan, devletin ve hükümetin samimiyetle barış istediğine inanıyor mu yoksa bu konuda kuşkuları var mı?
Öcalan’ın bu konuda devlet ve hükümet algısı farklı. Devletin samimi ve çözüme hazır olduğunu, ordunun süreç önünde engel olmadığını söylüyor. Ama AKP için aynı şeyi söylemiyor. Öcalan’a göre devlet barışa engel olmuyor. AKP’nin kendisi barışın önünde engel oluşturuyor. Bu yüzden de “hepimizin AKP’ye, barışı gerçekleştirmenizin önündeki engel nedir? Çıkın kamuoyuna açıklama yapın dememiz gerekir” diyor. Öcalan’a göre barışın önünde engel AKP. Öcalan, devlet heyetiyle birbirlerinin dilinden iyi anladıklarını söylüyor.

Devletle Öcalan ne konuşuyorlar?
Bence herşeyi tartışıyorlar. Öcalan’ın madde madde gittikleri yönünde bir ifadesi vardı. Demek kendilerince bir gündem oluşturmuşlar. Öcalan, devletin samimi olduğuna inanıyor. Hükümette o samimiyeti görmüyor, çözüme engel olduğunu düşünüyor. Eğer Öcalan, bu görüşmelerle ilgili olarak, “birbirimizin dilinden anladık, birbirimize saygılıyız” diyorsa, bayağı mesafe kat edilmiş demektir. Ama Öcalan şunu da söylüyor, “burada konuşulan, kararlaştırılan hiçbir şey pratiğe dönüşmedi. Konuştuğumuz hususların gereği yapılmadı. Demek ki devlet heyeti çözüm istiyor ama AKP çözüm istemiyor” diyor.

‘Hacı’yatar / Mehmet Baransu

Hürriyet gazetesi yazarı Cüneyt Ülsever geçen hafta “Hangi Ahmet Altan’ı seviyorsunuz?” başlıklı köşe yazısında, benimle ilgili bazı yorum ve ‘kanaatlerde’ bulunmuş. Ülsever Yazısında “Mehmet Baransu’nun ‘Mösyö: Hanefi Avcı’nın Yazamadıkları’ adlı kitabında benimle ilgili yazdıklarını telefonda Baransu’ya bizzat sorunca verdiği cevaptan Baransu’nun Emniyet içinden sadece bilgilendirilmediğine, aynı zamanda yönlendirildiğine dair kanaat bende pekişti” demiş.

Mösyö Hanefi Avcı’nın Yazamadıkları kitabımda Ülsever’in Jandarma’yla ilgili bir haberinin kaynağının Hanefi Avcı olduğunu yazmıştım. Bunun yanı sıra Ülsever’in Hacı romanında gerçek hayattan apartılan iki karakterin yer aldığını söylemiştim. Bu karakterlerden birisinin Aydan Kodaloğlu adındaki gerçek bir şahsa binaen oluşturulduğunu yazmıştım. Kitap Avcı üzerine olduğu için detaya girmedim. Sadece Hacı romanının hiç de azımsanmayacak bir bölümünün Avcı ve ekibi tarafından Ülsever’e paslanmış olduğunu ima ettim.

Kitabın çıkmasının ardından Ülsever’in kızacağını, romanı etrafındaki gerçeklerin ortaya çıkmasından rahatsız olacağını biliyordum. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Ülsever, kendi kanaatlerini açıklamakla meşgulken benim gerçekleri açıklamam onu pek bir üzdü.

Baştan alalım. Ülsever, geçen ay İtalya’dan beni aradı. Mösyö adlı kitabımı okumadığını, bir arkadaşının kendisini aramasıyla konudan haberdar olduğunu söyledi. Konuyu bir de benden dinlemek istemişti. Yine ayrıntıya girmeden, Hacı romanındaki karakterlerin gerçek hayattan apartıldığını söyledim. Ülsever’in bu bilgilere itirazı vardı. “Bir romandan bahsediyoruz. Romandaki karakterler hayalî ve benim düşünce dünyamda yaratıldı” mealindeki cümlelerle, yazdıklarımın doğru olmadığını söyledi. Kitabı okuduktan sonra tekrar görüşmek üzere sözleştik. Ülsever’in telefonunu beklerken, geçen hafta Hürriyet gazetesinde yukarıdaki satırlarla karşılaştım. Ülsever tamamen kanaate dayalı çıkarımlarla yazdığı yazısıyla Emniyet tarafından yönlendirildiğimi kamuoyuna açıklamıştı.

Bu büyük bir iftiraydı, buna sessiz kalamazdım. Madem birileri kendi kanaatlerini büyük bir rahatlıkla yazıya dökebiliyordu, ben niye kitabıma almadığım bazı gerçekleri yazmayacaktım ki? Hem dediğim gibi, okuyacağınız satırlar kanaat değil, birebir gerçek; “Hacı Cüneyt Ülsever’in Yazamadıkları.”

28 Şubat sürecinde ABD’nin Ankara’daki gayrı resmî temsilcisi Aydan Kodaloğlu’ydu. Türk Amerikan Derneği’nin Genel Müdür’lüğünü yapan Kodaloğlu, silah ticaretinden siyasi görüşmelere varıncaya değin uluslararası bir dizi faaliyet yürütüyordu. Yine o dönemde Türk Amerikan Derneği’ni çok sayıda paşa ziyaret ediyordu. Dönemin kudretli orgenerali Çevik Bir de bunlardan birisiydi. Bu arada, derneğin ziyaretçileri, yapılan toplantılar, çalışanlarının da dikkatini çekiyordu. Nihayetinde, Emniyet’te tanıdığı olan bir dernek çalışanı Çevik Bir’in faaliyetlerini yakın arkadaşına aktardı.

Hanevi Avcı’nın ekibindeki bu isim, derneği yakın takibe aldı. Kodaloğlu’nun tüm ilişkileri takip edilmeye başlandı. Hacı romanının yazılmasına neden olan olaylar zinciri böylece başlamış oldu. Avcı’nın ekibindeki bu isim bir yandan derneği yakın takibe alıyor, diğer yandan da içeri sızmaya çalışıyordu. Kodaloğlu’yla çalışan kadın hizmetçiyle irtibata geçti. Hizmetçiye bir ekran okuyucu makinesi, hard diski verildi. Nasıl kullanılacağı ayrıntılı olarak anlatıldı. Hizmetçinin görevi basit ama önemliydi; Kodaloğlu’nun açık ekranını tarayacak, bilgileri yükleyecekti. Hizmetçi üzerinden yürütülen plan sonuç verdi ve kısa sürede Kodaloğlu’nun tüm yazışmaları bilgisayardan ele geçirildi. Bilgisayarda bulunan, mail yazışmaları dâhil tüm yazışmalar kaydedildi. Bunlardan özellikle silah tüccarlarıyla gerçekleştirilmiş olanlar hayati öneme sahipti.

Artık, 28 Şubat generalleri ve ABD arasındaki kavşak noktasında bulunan kişinin tüm yazışmaları ‘cepteydi’. Geriye sadece bu bilgilerin nasıl kullanılacağı meselesi kalmıştı. Bilgilerin askerlere karşı uygulanan psikolojik harbin bir parçası olarak ‘bir kitapta’ kullanılmasına karar verildi. Bunun için uygun bir kişi arandı ve bulundu. Bilgiler Cüneyt Ülsever’le paylaşıldı ve Hacı romanı da böylelikle ortaya çıktı. İşte, Hacı romandaki yazışmaların hikâyesi buydu. Ülsever’in hayal dünyasından oluşturduğunu iddia ettiği yazışmalar, bir hizmetçinin ekran okuyucuyla elde ettiği bilgilerden başka bir şey değildi.

Cüneyt Ülsever, büyük bir ihtimalle bu yazdıklarıma da yalan diyecektir. Ancak hatırlatmak isterim, bu bilgilerin ne zaman, nerede, kim tarafından kendisine verildiğini de biliyorum. Umarım beni mahkemeye verir de mailler, gerçekler mahkemede resmî yollarla ortaya çıkar.

Evet, Emniyet birilerini yönlendirmenin de ötesinde etkilemiş ama o birisinin ben olmadığı kesin. Asıl üzücü olan Emniyet’ten aldığı belgelerle roman yazan birisinin beni Emniyet tarafından yönlendirilen bir gazeteci olarak görmesi, başkalarının böyle görmesini sağlamaya çalışması. Bu arada unutmadan Cüneyt Ülsever’e bir sorum olacak. Hisarüstü Cinayetleri romanın da hayal ürünü mü?

Arap başkaldırısı, CHP, Balyoz vs. / Namık Çınar

Magrib’de, Levant’ta, Mezopotamya’da ve giderek Arabistan Yarımadası’nda, bir bir ayaklanıyor “Arap halkları”. Batı’nın “sömürge”liklerinden sözde kurtuldukları o iki büyük savaşın ardından, ya tarih öncesinin “Dinsel Emirlikleri”ne ve “krallıklar”ına, ya “Baas rejimleri”ne, yahut “Kemalizm”den esinlendikleri söylenen “tepeden inmeci-oligarşik” yapılanmalara bürünmüşlerdi, her biri.

İçlerinden, biçimsel ve üstyapısal modernleşmeler adına “mihanikî bir lâisizm”e koşturanlar oldu ise de, “demokrasi”yi akıl edenleri çıkmadı hiç, aralarından.

Ölürken, “Che Guevera”nın bile üzerinden “Nutuk”un çıktığına, neredeyse ciddi ciddi inanan bizim “Kemalist”ler; kimi Arap toplumlarının, salonlarını dahi boy resimleriyle süslediklerine böbürlendikleri “Mustafa Kemal”den, dertlerine merhem olamamak yüzünden, siyasal bir model olarak ölçü almaktan artık vazgeçecekliklerine, bakalım ne diyecekler, bundan sonra.

Çünkü resmî ideolojileri “tepeden inmeci ve önder eksenli” olan antidemokratik devletlerin, “askersel vesayet” ile “yargısal yerindelik” denetimleriyle tahkim ettikleri “bürokratik siyasal omurga”ları, ayrıca bir de, kendi yarattıkları birer avuçluk “faiz ve rant aristokrasileri”ne yaslanıyorlarsa, bu “oligarşik” yapılardan o toplumlardaki geniş halk kitlelerine “acılar, yoksulluklar ve gözyaşları” düşer pay olarak, sadece ve sadece.

Açlıklarıyla, özgürsüzlükleriyle, çağdışı yaşam biçimleriyle “bardakları taşan” Arap halkları çökertiyorlar, enselerinde soluyan rejimlerini. Üstelik, yerlerine neyi koyacaklarını dahi bilemeden henüz.

İlk kez heyecanlıdırlar. İlk kez miskin değillerdir şimdi. Ve zordur işleri epeyi, elbet de. Ama olsun, o upuzun ve onurlu yola çıktılar ya bir kere, göze aldılar ya baş kaldırmayı. Gerisi kolaydır. Gerisi artık, zorun kolayıdır, onlar için.

Kimbilir neler yaşayacaklardır, o uğurda. Ne ihanetler, ne kalleşlikler, ne geriye dönüşler göreceklerdir. Ne yorulacaklardır, kimbilir. Ne çileler çekeceklerdir. Çantada keklik olmadığını öğreneceklerdir, demokrasinin. Ve elde edince, bırakılmayacağını, bir de.

“Arapların bu kalkışması Türkiye’ye de yansır mı acaba”, diyorlar. Hatta CHP’li kimi yetkililer, tam bu günlerde, “belli mi olur, sandıktan çıkamıyoruz, bakarsın belki böyle deviririz iktidarı”, diye öykünerek, halka “direniş çağrısı”nda bulunuyorlar.

“Ordu göreve” pankartlarından, halka “direnme hakkı”nı öneren sloganlara doğru evrilmek ve değişmek, CHP için az-buz bir gelişme sayılmasa da; Türkiye’de yedi-sekiz senedir olup bitenlerin, neler olduklarını sanıyorlar ki, bunlar?

Bir sürü “eksiklerine ve problemlerine rağmen”, iki dönemdir iktidar olan ve belli ki üçüncüsüne de hazırlanan AKP’nin, Anadolu’nun ve Trakya’nın derinliklerindeki toplumsal dinamiklerin sağrısında oturan bir süvari gibi, bu ülkenin doksan yıllık “ancien regime”ini, daha ileri bir demokrasi için, tasfiyeye didinen bir halk hareketinin başında olduğunu göremiyorlar mı, Tanrı aşkına?

AKP’nin bu işlevini lâyıkıyla yapıp yapmadığı ayrı bir konu ise de; sırtlandığı ve götürmeye çalıştığının, işte bu değişimin ta kendisi olduğunu algılayamıyorlar mı?

Evet algılayamıyorlar.
Doksan yıllık “Cumhuriyet”in eskimiş ve üznümüş yanlarını savunan, ülkenin gözardı edilmiş derinliklerinden değil de, merkezden ve kıyılardan kâm almış, faiz ve rant aristokrasisini simgeleyen kesimlerin temsilcisi olan CHP’liler, yazık ki ayırdına varamıyorlar bunun, gerçekten.

Cumhuriyet tarihi boyunca, sağlıklı bir demokrasiye geçişi, sayısız kereler yaptıkları “darbeler”le ve “darbe girişimleri”yle engellemiş ve bunu alışkanlık hâline getirerek halkına zarar vermiş kimi generallerin, iler-tutar bir “yakalanış”ları ilk kez gerçekleşiyorken, sivil siyasal denetimin sağlanmasına bu vesileyle “omuz vermek” yerine, kraldan daha kralcı kesilerek, fütursuzca darbecilerden yana olmak; hatta önde gelenlerini, halka saygısızlığı dahi göze alarak, ilk seçimlerde milletvekili bile yapmaya dair serzenişlerde bulunmak, yenir yutulur ne menem gıllıgışlı işlerindendir ki, onların?

Örneğin, “Balyoz plânı” için ne diyorlardı, plân seminerine katılan generaller? “Darbe provası değil; 1. Ordu’nun sorumluluk alanında, ‘muharebe sahası geri bölgesindeki emniyet tedbirleri’nin, bir senaryo çerçevesinde ele alınıp, nazarî bir tatbikat ile gözden geçirilmesidir, bütün yaptığımız.” Böyle diyorlardı.

İyi de... “düşman karşısındaki birinci hat birlikleri”nden kuvvet kaydırarak “geri bölge emniyetine tahsis etmek”, bırakınız generalleri, bir çavuşun bile akıl ve havsalasının alamayacağı bir durum ise; o zaman, 1. Ordu’nun sorumluluk alanındaki kentlerin, “NEREDE”, seminere katılmaları elzem olan “Valileri... Emniyet Müdürleri... Belediye Başkanları... Jandarma İl ve Bölge Komutanları... Yurtiçi Bölge Komutanları... Sivil Savunma... Trafik... Kızılay...MİT...vs. yetkilileri?”

Çünkü ordunun muharip birlikleri düşmanla muharebe ederlerken, muharebe sahası geri bölgesinin emniyetine memur edilecek olan bu unsurların koordinasyonunu sağlamak üzere, kimsenin aklına gelmez mi, “neden bu seminerde yoklar bunlar”, diye sormak?

Ama niyet farklıysa, o başka tabii.
Ayrıca bir de... tıpkı 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta yaptıkları gibi, gencecik teğmenleri harcayarak ve onların arkalarına saklanarak; birbirleriyle olan itiş kakışlarını ve kendi suçlarını örtüyorlar, bu tutumlardaki generaller. Cezai ehliyetleri vardır var olmasına da, askerî bakımdan henüz reşit değillerdir, 22-23 yaşlarının bu toy delikanlıları.

Başta CHP’liler olmak üzere, gerçekleri göremeyenler, akıllarını başlarına toplamalı, hâlâ yürüyegelen senaryonun bu safhadaki oyuncularından olmamalıdırlar.

Mısır, başkanlık, cinayet / Ahmet Altan

Tunus’tan sonra Mısır’ın da halk ayaklanmalarıyla karışması, Mübarek’in de yakında kaçmak zorunda kalmasının kuvvetli bir ihtimal olması, dünyanın en büyük “fay kırığında” kaçınılmaz hareketlenmenin başladığını gösteriyor.

Bu “fay” hareketleri birbirini tetikleyerek herhalde büyük bir depreme dönüşecek.
Yirmi birinci yüzyılda, on dokuzuncu yüzyılın düzenini sürdürmeye çalışan rejimler sanırım tarihe karışacak.

Günümüzde bilgisayarların “aklına ve matematik disiplinine” uygun olmayan toplumsal sistemlerin yaşama şansı bulunmuyor bence, toplumlar, insanoğlunun yarattığı aletlerin düzeyine yükselmek zorunda.

Eğer bu mantık doğruysa, bu deprem Kuzey Afrika’dan gelip, Arap Yarımadası’nı yukarıya doğru kat ederek İran’a kadar ulaşacak demektir.

Bu bölge büyük bir altüst oluştan geçecek gibi.
Sovyet bloku yıkıldığında, eski komünist ülkeler yeni çağa ayak uydurmakta çok zorlanmadı, çoğu şimdiden Avrupa Birliği’nin üyesi, çünkü onların sağlam bir altyapısı, iyi yetişmiş kadroları, güçlü bir felsefi birikimleri vardı.

Arap diktatörlerinin ülkelerinde bunlar yok.

O yüzden yıkılan rejimlerin yerine demokratik, çağdaş, özgürlükçü rejimler kurulması daha uzun zaman alabilir, bu da, karmaşanın daha uzun sürebileceği anlamına gelir.

Bu, Türkiye’nin fırtınalı bir denizde yol alacağını da gösteriyor.
Türkiye, Ortadoğu çöplüğündeki diğer ülkelere benzemiyor.

Büyük bir imparatorluğun mirasçısı olması, çağdaşlaşma hamlelerinin yaklaşık iki yüz yıllık bir geçmişi bulunması, Osmanlı’nın, yaşadığı yenilgilerden sonra kendisini yenenlerin teknolojisine ilgi göstermesi, Batı’yla ilişkilerinin çok yoğun olması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi taklidi bir sisteme geçmek zorunda kalması, Özal’ın Türkiye’yi üretim ve ticaretle dünyaya açması, AKP’nin Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde büyük hukuksal adımlar atması, Anadolu insanının üretim potansiyelinin süratle büyümesi, dünyayla sağlam bağlar kurması, bizi, diğer Ortadoğu ülkelerinden ayırıyor.

Ama buna rağmen çevremizdeki fırtınanın bizi de bir şekilde etkilememesi mümkün değil.

Bizi saran kasırga, bu altüst oluştan kurtulmak için Türkiye’yi daha hızlı reflekslerle ileriye doğru hamle yapmaya da zorlayabilir, Ortadoğu’da yaşanacak hengâme sırasında ortaya çıkacak, belki de kısa süreliğine iktidarı ele geçirecek “tutucu” güçlerle ittifaklar aramaya, onlara tutunup Batı’nın “demokrasi” baskısından kaçmaya çalışmaya da götürebilir.

İkisi de muhtemel.

Ortadoğu’dan ileriyiz ama bizim de köklerimiz demokraside, bilimde, felsefede, özgürlükte, eşitlikte henüz çok derinlere nüfuz edebilmiş değil.

Çok dikkatli olmamız gereken dar bir boğazdan geçiliyor.
Yapılabilecek yanlış tercihler Türkiye’yi bir “yok oluşa” sürüklemez ama bir çalkantıya ve zaman kaybına götürebilir.

Düşünsenize, burası hâlâ ordunun “kozmik odalarından” darbe planlarının fışkırdığı bir ülke, hâlâ Kürt sorununu ve kendi iç savaşını barışa çevirememiş bir ülke, burayı kanlı bir kaosa düşürme hesaplarının hâlâ sürdüğü bir ülke.

Daha birkaç yıl önce bir “şeriat ayaklanması” görüntüsü yaratabilmek için Danıştay’ı basıp bir yargıcı öldüren katili, “emekli bir albayın” yönlendirdiğini ileri sürüyor MİT.

Bu ülkenin bir subayı, kendi ülkesini bir kan banyosuna sokmayı doğal bulabiliyor.
Darbe planları ise bu tür “subayların” sayısının hiç de az olmadığını gösteriyor.

Bu “kanlı kaos” iştahına bir de otuz yıldır süren iç savaşı eklediğinizde nasıl “kritik” bir noktada bulunduğumuzu anlayabilirsiniz.

Bizim süratle Kürt barışını sağlamamız, askerî vesayeti bitirmemiz, orduyu hukuksal ve mali denetim içine almamız, yeni bir anayasayla ülkede eşitliği ve özgürlüğü sağlamamız gerekiyor.

Ne yazık ki, olayların hızlandığı bir dönemde AKP iktidarı yavaşlıyor.
Kürt açılımından geri adım atıyor, milliyetçi bir dile sapıyor, askerî vesayeti kaldırmak için hamleler yapacağına askerî vesayete alanlar açıyor ve aklını “başkanlık” kod adını taktığı bir “tek adam” yönetimine takıyor.

Onu durduracak bir siyasi muhalefet de yok, tam aksine “askerî vesayeti” yaşatacak yasalarını alkışlayan fevkalade tutucu bir muhalefet var.

Bölgede bir deprem yaşanırken, siyasi iktidar ilerici hamlelerden vazgeçer ve gerilemeye başlarsa, siyasi muhalefet buna karşı çıkmazsa, ordu yeniden tuhaf “açıklamalar” yapmaya koyulursa ne yapacağız?
Geniş kitlelere ulaşan siyasi partilerin gerçekleri ortaklaşa sakladığı, medyanın onlara ayak uydurduğu bir dönemde, AKP’yi yeniden “ilerici” hamleler yapmaya kim itecek, halka gerçekleri kim söyleyecek, çalkantılı karanlık bir denizde kim “kutup yıldızı” olacak?

Sanırım İttihatçılardan bu yana, bugünkü başbakan da dâhil bütün iktidarları rahatsız eden, bütün iktidarlar tarafından cezalandırılan ve bütün iktidarlar tarafından küçümsenen “entelektüellere” düşecek iş.
Sayıları az ama düşünceleri sağlam, sesleri gür.

Üstelik bu kez, halkın her “gerçeği” duyacak hassas kulakları var.

MİT'ten mahkemeye 'Erdoğan'a suikast' yazısı!

MİT Müsteşarlığı’ndan, Birinci Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen yazının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ilişkin suikast iddialarını içerdiği öğrenildi.

MİT’in teyid edilemeyen ham bilgileri içeren notunda, birinci Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli Yüzbaşı Zekeriya Öztürk tarafından İstanbul Üsküdar Kısıklı Caddesinde Başbakan’ın akrabalarının oturduğu caddede sarı renkli bir apartmanın bodrum katının Erdoğan’a muhtemel bir eylem planlanmasına yönelik olarak kiralandığı ve yarım bodrum şeklindeki caddeye bakan kısmından iki tuğlanın çıkarıldığı’ belirtildi.

Suikast iddialarını içeren bilgi notlarının bulunduğu yazının giriş bölümünde ise, MİT Müsteşarlığı’nın İstihbarat üreten bir kuruluş olduğu, istihbaratın ise intikal eden birçok bilgi, belge, haber ve duyumun belli bir sistem içinde işlenmesinden sonra oluşturulduğu" belirtildi. Birçok istihbaratın çeşitli kaynaklardan intikal eden birçok haber ve duyum, istihbarata dönüştürülemediği takdirde ilgili devlet organlarına sunulamadığının anlatıldığı yazıda, "Bunun tek istisnası, ikaz istihbaratı niteliği taşıyanlardır. Bu tür haber ve duyumlar, içerdiği tehlikenin büyüklüğü ve aciliyeti nedeniyle teyidi beklenilmeksizin haber veya duyum halinde ilgili makamlara 'Not’ olarak sunulmaktadır" denildi.

MİT Müsteşarlığı, Başbakan Erdoğan’a yönelik suikast iddialarını içeren ham bilgilerin ise önemli iddiaları içermesi nedeniyle teyidi beklenilmeksizin Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı’na sunulduğu ifade edildi. MİT Müsteşarlığı’nın Bakbakan Erdoğan’a yönelik suikast iddialarına dair kendilerine gelen ancak bu aşamada teyid yada tekzip edilmeyen duyum ve ihbarlara ilişkin bilgiler içeren notu ise şöyle:

BAŞBAKAN’A SUİKAST İDDİALARI
"Temmuz 2007’de teşkilata intikal eden bir haberden İstanbul Üsküdar Kısıklı Caddesinde Başbakan’ın akrabalarının oturduğu caddede sarı renkli bir apartmanın bodrum katının emekli Yüzbaşı Zekeriya Öztürk tarafından Erdoğan’a muhtemel bir eylem planlanmasına yönelik olarak kiralandığı, yarım bodrum şeklindeki caddeye bakan kısmından iki tuğlanın çıkarıldığı, Danıştay saldırısı akabinde gözaltına alınan serbest bırakılan şahıslardan Zeki Yurdakul Çağman’ın Öztürk ile birlikte hareket ettiği, İstanbul Maslak’ta işyeri bulunan 40-45 yaşlarındaki bir işadamının söz konusu şahıslara mali açıdan destek verdiğini bahse konu gruba emir veren kişinin halen Bulgaristan’da yaşayan Türk asıllı emekli bir albay olduğu, bu grubun mensuplarının Türkiye’ye gelen yabancı uyruklu şahısların adlarına kayıtlı telefonları kullandıkları, Danıştay saldırısının faili Alparslan Arslan’ın Bulgaristan’a bu albayı ziyaretinin akabinde mensur eylemi gerçekleştirdiği, gurubun Bulgaristan ile bağlantısını MİT Mete llakaplı bir şahsın sağladığı, anılanın Türk ve Azeri pasaportu kullandığı, Azeri pasaportu ile Türkiye’ye giriş çıkışlarında soyadının da ufak bir değişiklik yaptığı, söz konusu şahısların yurt dışından 100 milyon dolar para gelmesinin bekledikleri, hali hazırda intikal eden paralarla Çağman’ın borçlarını ödediği, grubun hedefinin, TSK’yı harekete geçirerek yönetime el koymasını sağlayacak bir eylemi gerçekleştirmek olduğu, Grubun hedefinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ni harekete geçirerek yönetime el koymasını sağlayacak bir eylemi gerçekleştirmek olduğu, Grubun, "Kırmızı Kitap"ı yazan "General İbrahim" isimli Çeçen Şahıs vasıtasıyla Çeçenistan’dan getirdikleri iki kişiyi İstanbul Ümraniye Çakmak Camii’nin altında misafirhanede barındırdıkları, eylemi bu kişilere yaptırılabileceği hususları öğrenilmiştir. Öte yandan, teşkilatımıza intikal eden bir e postada "27-07-2007 tarihinde sayın Başbakan’a bir suikast yapılacağına" dair ifadeler yer almaktadır.

Bilgi notunda ayrıca, MİT Mete lakaplı şahsın Ümraniye soruşturması kapsamında ismi gündeme gelen Mete Yalazangil olabileceğinin değerlendirildiği Mete Yalanzangil’in, emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin ile Semih Tufan Gülaltay’ı tanıştıran kişi olduğunun bilindiği’ belirtildi.

Ombudsman orduevine karışacak

Kamuoyunda “ombudsmanlık” olarak bilinen Kamu Denetçiliği Kurumu kurulmasına ilişkin hükümet tasarısı geçtiğimiz hafta TBMM Anayasa Komisyonu’nda, AK Parti’li milletvekillerinin verdiği önergelerle bazı değişiklikler yapılarak kabul edildi. Genel Kurul gündemine ilişkin tasarıda Anayasa Komisyonu’nda yapılan en dikkat çekici değişiklik, hükümetin Meclis’e gönderdiği tasarıda her türlü iş, işlem ve faaliyetleri kamu denetçilerinin görev alanına dahil edilen TSK ile ilgili oldu. AKP’li İsmail Bilen tarafından verilen önergeyle tasarıda yapılan değişikliğe göre sivil ombudsman kışlaya değil ama orduevi, askeri gazino ve lojmanlardaki iş ve işlemlere ilişkin şikayetleri inceleyip, araştırıp, bunlarla ilgili TSK’ya “önerilerde” bulunup, “uzlaşmaya davet” edebilecek.

Tunus, Mısır ve bizim darbeciler... / Nevzat Tarhan

2004’lü yıllarda Balyoz planlarının uygulanamamasının gerekçeleri şimdi daha iyi ortaya çıkıyor “Erat faktörü”.

Dünya sosyolojik değişimin sonuçlarını görüyor. 1910’lu yıllarda dünyanın gelişen yapısında özgürlük ve refah talebine “özgürlük ve modernlik” cevabını veren ittihat ve terakki kadroları cevap verdi Cumhuriyeti kurdu.

1980’li yıllarda Turgut Özal’ın serbest piyasa ekonomisi ile model Türkiye’yi ortaya çıkarması demirperde ülkelerinde özgürlük, onurlu yaşama ve refah taleplerinin çıtasını yükseltti. Glasnost ve Perestroika hareketleri ile açıklık yolu ile yeniden yapılanma başladı.

2010’lu yıllarda Ortadoğu coğrafyasında özgürlük, onurlu yaşama ve refah talepleri yükselmişti. Türkiye gibi bir model vardı. Demokrasinin en iyi yönetim yöntemi olduğu darbelere rağmen halkın rızasına dayalı yönetimlerin başarılı olabileceği İslam dünyasınca görüldü.
Fakat Ortadoğu ülkelerinde Türkiye’deki gibi “Aktif Sabır ve Yüksek Bilgelik” tavsiye eden, şiddeti reddeden kanaat önderleri yoktu.

Bu nedenle patlama noktasına gelen direnişler oluyor diktalar sertleşiyordu. Ancak toplumsal basınç artık dikta dinlemedi. Tunus’ta 23 gün süren direniş sonu çok güvendiği Fransa’nın yüz çevirmesi sonucu Bin Ali dönemi bitti. Mübarek direniyor henüz beşinci gündeyiz. ABD şimdiden sattı bile.

Halkın gücüne değil dış odakların gücüne ve siyasi hilelere güvenerek iktidarların süremeyeceğini görmek aşikar oldu. Libya’da Kaddafi daha milli ve halkını tok tutan bir lider o bile korku içinde.

Makyavelli “Bir iktidar ancak halkın sevgi ve güvenini alırsa iktidarı devam ettirir” demekteydi.
Tunus ve Mısır güvenlik devletleri idi. Çok güçlü polis ve asker yapısı diktatörlerin emrindeydi.
Her iki ülkede de asker ve polis silahsız halka ateş açmakta isteksiz davrandı. Gençler tanklar üzerinde poz verdiler.

İşte burda bizim darbecilerin elini kolunu bağlayan durum ortaya çıktı. Bilindiği gibi 1997’de EMASYA çerçevesinde Refah partisinin kapatılma kararı ilan edileceği günün gecesi EMASYA birlikleri hazır kıta durumuna geçtiler. Maltepe Zırhlı Tugay Komutanı Silahçıoğlu bütün birliğe” Sultanbeyli’de yürüyüş yapan bütün sakallılara ateş edilecek” emri veriyor, bir er itiraz ediyor “önce sana ateş ederim komutanım” ve sessizlik…

Balyoz planları işte bunun için uygulanamadı “Erat faktörü”.

JİTEM kurucusu E. Albay Arif Doğan’ın Mehmet Ali Birand’la röportajını izledik. Açıkça faili meçhuller dahil “JİTEM uygulamalarının Genelkurmay’ın bilgisi dahilinde olduğunu ve halen JİTEM’in var olduğunu donmuş durumda beklediğini “ söylüyor.

BBP Başkanı Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşmeden önce F-16’larca taciz edildiği Bilirkişi raporlarında belirtildi.

2003’te rektörlerin “Ordu Göreve” yürüyüşlerinde Hava Kuvvetlerinin uçaklarının uçuş yaptığı unutulmadı.
2007’de Cumhuriyet mitinglerinde askeri birliklerden servislerle insan taşındığını hepimiz biliyoruz.

Halen yargıda olan Balyoz darbe oyunu iddianamesi incelendiğinde senaryonun şöyle olduğu görülüyor . “İzmit ve Adapazarı’nda 50-60 kişinin öleceği irticai iki kalkışma başlayacak. Bu kalkışmadan hareketle bütün Türkiye’de operasyon yapmak gerekmektedir. Askerin halkın muhtemel tepkisinin bastırabilmesi ve mukavemetin oluşmaması için eşzamanlı Yunanistan’a savaş ilan edilecek. Gerekçe olarak da Ege hava sahası uçuşlarında Türk jetinin düşürülmesi gösterilecek. Böylece halka karşı ateş açmak zorunda kalacak erler itiraz edemeyecekler. Türk-Yunan savaşı gibi bir gerekçe herşeyi yaptırabilir.”

O tarihlerde İstanbul Üniversitesi rektörü Kemal Alemdaroğlu’nu durup duruken “Yunanistanla savaşalım 100 bin kişi feda olsun” sözünü söylemesini hatırlayalım.

Allah bu millete ”Erat faktörü” nedeniyle yardım etmiş ki kirli senaryolar uygulamaya geçememişti. Türk toplumunun sağduyusu da darbe planın başlatacak zemini oluşturmamıştı.

Bugün Ortadoğu halkı ve aydınları Gandi gibi hareket etmeliler.

Bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in elinde İhvanı Müslimin hareketine yönelik senaryolar mutlaka vardı, fakat direniş dini gerekçelerle başlamadığı için senaryolar işlemedi. Sivil ve şiddetsiz direnişlerle günümüzde diktatörlükler yıkabilirler bu anlayış unutmamalı.

Bu olaylar bir şey daha öğretti, İran ile 1979’da başlayan irtica paranoyası temelsizmiş. Direnişlerin arka planında “Özgürlük, refah ve onurlu yaşama talebi” varmış.

Böyle bir şey yok!

Balyoz davasının 1 numaralı sanığı emek li Orgeneral Çetin Doğan'ın Silivri'deki duruşma öncesi ayakkabılarını asker korumalarına temizletmesi koruma hizmetlerini tartışmaya açtı.

Komutanın can güvenliğini korumakla görevli askerlerden bu görev dışında hiçbir iş istenemeyeceği kaydedildi. Yönergenin uygulanması halinde amacı dışında kullanılan koruma hizmetinin komisyon tarafından kaldırılması gerektiği vurgulandı.

Hakarete varan tepki

Koruma Hizmetleri Yönergesi'nde, "Koruma görevlilerine koruma hizmetleri dışında hiçbir görev ve emir verilemez, özel işler yaptı-rılamaz. Koruma görevlileri her hangi bir nedenle evlere alınamaz. Bu maksatla koruma personeline baskı yapılamaz" hükmü yer alıyor. Ancak Doğan örneğinde olduğu gibi çok sayıda generalin mevzuattaki uyarıya dikkat etmediği belirtiliyor. Koruma görevlisi askerlerin talimatlara aykırı olarak yük taşıma, sipariş alma, temizlik işleri ile şahsi ve idari işlerde kullanıldığına dikkat çekiliyor.

Üst makamlara bildirilmesi ve sıkıntıların devam etmesi halinde koruma görevinin iptal edilmesi gibi bir yaptırım bulunmasına rağmen bugüne kadar uygulanmadığı ifade ediliyor. Korumanın amacı dışında kullanımına daha çok komutan eşlerinin neden olduğu belirtilirken, uyarıda bulunan rütbeli personele hakarete varan tepkilerin gösterildiği iddialar arasında. Geçtiğimiz aralık ayında İstanbul'da ilginç bir uygulamanın başladığına dikkat çekiliyor. Geç kalkan paşaların erken saatlerde servise çıkan apartman hizmetlileri yerine askerleri alışverişe gönderdikleri aktarılıyor. Baskılar üzerine Merkez Komutanlığı'nın askerlerin bir kereye mahsus alışverişe gönderilmesi yönünde sözlü emir verdiği öne sürülüyor.

Emniyet şeridini ihlal
Koruma araçlarında kullanılan otomatik geçiş sistemi kartları da bir başka tartışma konusu. Yönergeye göre koruma maksatlı hizmet aracının OGS ücretini 'korunan şahıs', koruma aracının OGS ücretini ise 'Koruma Tabur Komutanlığı' karşılıyor. Ancak OGS ücretlerinin tamamının komutanlıkça karşılandığı belirtiliyor. 2010'da 17-20 bin lira arasında usulsüz kullanım ve trafik cezası kesildiği bilgisi veriliyor. Komutan eşlerinin de emniyet şeridini kullanmayı tercih ettikleri belirtiliyor.

'Yönetmelik uygulanıyor'
Genelkurmay'dan iddialarla ilgili olarak Bugün'e yapılan açıklamada, Koruma Taburu'nda görevli personelin yasaların ön gördüğü çerçevede görevini yaptığı vurgulandı. Bu konuda üç ana mevzuatın olduğuna dikkat çekilen açıklamada, "Yönetmeliklerde 'koruma personeli koruma göreviyle bağdaşmayan iş ve hizmetlerde görevlendirilmez' hükmü yer alıyor. Bu konu üzerinde titizlikle duruluyor. Bu personelin görevleri sırasında korudukları şahıslar ve onların aile fertleri tarafından görevlerinin dışında kullanılmaları söz konusu değildir. Yönetmelikler, yasalar var. Bu husus gerek koruyan gerekse koruması sağlanan personelimiz tarafın- dan da biliniyor. Ayrıca bu konuda da personel ne yapması gerektiği ile ilgili eğitiliyor. Bu husus Genelkurmay Başkanlığı'nca da hassasiyetle kontrol ediliyor ve koruma hizmetlerine ilişkin bazı aksaklıklar tespit edildiğinde bu konuyla ilgili emirler de yayımlanıyor. Yani bir konu ile ilgili direkt düzeltici emir yayınlanıyor" denildi. Koruma görevlilerinin alışverişe gönderildiği iddiasına da cevap verilen açıklamada, "Bu konuda personele sözlü veya yazılı herhangi bir emir verilmemiş. Kaldı ki korunan personelin alışveriş yapabileceği mekanlar da mevcut. OGS ve KGS masrafları da korunan şahıs ödüyor" görüşüne yer verildi.

İŞYERİNE DE 24 SAAT KORUMA
Emekli askerlere yönelik terör eylemlerinin 1991 yılında artması üzerine koruma taburlarının kurulmasına karar verildi. Bu taburlar Merkez Komutanlığı'na bağlı görev yapıyor. İstanbul'da 4'ü Genelkurmay başkanı, 21'i kuvvet komutanı olmak üzere 64 personelin korunması sağlanıyor. Genelkurmay başkanlarına bir zırhlı araç bir de koruma aracı tahsis ediliyor. 1600 litre bedava benzin Zırhlı araca sınırsız benzin hakkı tanınırken, diğerlerine yıllık bin 600 litre ücretsiz benzin veriliyor.

Özel Koruma, Yakın Koruma, İkamet Koruma, İşyeri Koruma, Çağrı Üzerine Koruma olmak üzere 5 çeşit koruma yöntemi var. Makam aracının ar-kasına ayrıca koruma aracı da veriliyor. 'Yakın Koruma' sisteminde ise makam arabası ile birlikte bir de yakın koruma görevlisi tahsis ediliyor. 'İkamet Koruma'da Paşa'nın evinin önünde 24 saat 2 asker bekliyor. Eğer emekli paşa çalışıyorsa 'İşyeri Koruma' sistemi uygulanıyor, aynı evi gibi işyeri de 24 saat korunuyor. Çağrı Üzerine Koru-ma'da ise sürekli araba ve koruma yok.

Askeri Casusluk Örgütü Deşifre

Askeri casusluk davası tutuklusu emekli albay İbrahim Sezer’de ele geçen dijital belleğin şifresi sonunda kırıldı.

Askeri casusluk soruşturmasına dönüşen fuhuş çetesi operasyonu kapsamında tutuklanan emekli Albay İbrahim Sezer’in şifreli dosyaları emniyet bilişim uzmanları tarafından kırılınca, TSK ve Milli Savunma Bakanlığı’na ait 3 bin 898 adet “çok gizli” belgeye ulaşıldı.

‘BELGE TEMİZLİĞİ’ YAPILMIŞ
Emekli Albay İbrahim Sezer’in kullandığı adreslerde ele geçen belgelerde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde stratejik noktalarda görevli askerlerin özel hayatları ve cinsel yaşamlarına gizli kameralı fişleme yapıldığı, bu görüntülerin gizlilik içeren askeri bilgi ve belge temin edilmesi için şantaj aracı olarak kullanıldığı iddia edildi. Evde yapılan aramalarda bulunan bir dijital bellekteyse, “‘FİLMLER’ adlı klasörde toplayarak bilgisayarımda temizlik yaptırdım. Aşağıda hangi klasörde ne olduğunu tanıtıcı kısa bilgilere yer verdim. Son istediklerinizin bir kısmını güvenlik konusundaki hassasiyetlerin artmasından dolayı henüz temin edemedim, ilk fırsatta temin ederek bilgilerinize sunacağım.” yazılı bir not bulundu. Fuhuş ve askeri casusluk şebekesi ile ilgili belgelerin bilgisayarlardan silinerek birkaç belgeye taşındığı belirlendi.

FİLM DEĞİL DEVLET SIRRI
Emekli Albay Sezer’in evindeki şifreli bir bellek polisin bilişim uzmanları tarafından kırıldığındaysa, içersinde “Devrim Arabaları”, “İtalyan İşi”, “Melekler ve Şeytanlar”, “Milyoner” ve “Truva” gibi film isimleri verilmiş klasörler bulundu. Bu klasörlerin içindeyse TSK’da görevli çok sayıda subay-astsubayla ilgili pornografik görüntüler, erotik fotoğraflar, cinsel içerikli msn ve mail kayıtları, pornografik içerikli görüntülü msn ve mail kayıtları, TSK-Net ağı üzerinden alınmış mail kayıtları, çok sayıda fişleme kayıtları, TSK’ya ait gizlilik dereceli ve hizmete özel bilgi ve belgeler, özellikle GES Komutanlığı’na ait gizlilik dereceli bilgi ve belgeler, Savunma Sanayii Müsteşarlığı’na ve TÜBİTAK’a ait bilgi ve belgeler olduğu görüldü.

3 BİN 898 ÇOK GİZLİ BELGE
İbrahim Sezer’den bulunan belgeler ile ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, ASELSAN, TÜBİTAK ve Havelsan gibi kurumlarla yapınlar yazışmalarda 3 bin 898 belgenin çok gizli olduğu bildirildi. Sezer’den ele geçirilen bin 908 belgenin TCK 334 kapsamında “Açıklanması yasaklanan ve niteliği itibariyle gizli kalması gereken” belgelerden olduğu, bin 844 belgenin TCK’nın 327. maddesi kapsamında “Devletin güvenliğine veya iç ve dış siyasal yararları bakımından niteliği itibariyle gizli kalması gereken” belgelerden olduğu, 146 belgenin ise Ceza Kanunu’nun 326. maddesi kapsamında “Devletin güvenliğine veya iç ve dış siyasal yararlarına ilişkin” belgelerden olduğu ve tüm bu belgelerin gizliliklerinin kalkmadığı bildirildi.

BOL PARA VE KALİTELİ KIZ GÖNDERELİM
İbrahim Sezer’in devlet sırrı niteliğindeki binlerce belgeye nasıl sahip olduğuysa, aramalarda ele geçirilen diğer belgeler ortaya çıktı. Evde bulunan bir CD içerisinde yer alan notta, “Ek-b’nin istihbarat amaçlı değerlendirilmesi uygun. Dosyalara erişim pek de kolay olmadı. Ücret kısmının daha dolgun tutulması ileride isteyeceğimiz belgeler açısından önem taşımaktadır. A. Y. E. paraya özellikle kadına tapar, en kaliteli kızlardan yönlendirilmesi iyi olur” yazdığı görüldü.

GİZLİ KAMERA İLE KAYIT
“Z.M” ibareli 11 numaralı DVD’nin içerisindeki “Ebru Nilhan” isimli klasörün alt klasörü olan “Topel Görüntü” klasöründe “ÖNEMLİİİ.txt” isimli bir metin belgesi olduğu, belgede “Tüm saha sorumluları Haziran 2010 sonuna kadar birliklerden önemli yerlerin görüntülerini kamera kaydı yaparak, kuryeler aracılığıyla bana ulaştırsın, görüntülere açıklayıcı not eklemeyi unutmayın. Gerekli cihazları E. D.’den temin edebilirsiniz” notu yeraldığı görüldü.

GİZLİ GÖRÜNTÜLER
“Açıklama” başlıklı notta görüntü cihazlarının yetersizliğinden yakınıldığı görüldü. Yüzü görünmeyen bir şahıs tarafından uçak hangarı şeklindeki bir yerin ve bu yerde bulunan eğitim uçağına benzeyen küçük uçakların görüntülendiği belirtildiği dikkat çekti. ‘Sonuç’ başlıklı nottaysa “Gemi görüntülerini aldım, ancak filo karargahını tam alamadım. Cihaz arıza yaptı. Karargahın görüntülerini en kısa zamanda ulaştırırım” yazıyor.

ÖNEMLİ PROJELERE EKSTRA ÖDEME...
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı kısa adı ARMERKOM olan Araştırma Merkezi Komutanlığı’nda da çete faaliyetleri yürütülmüş. Sezer’in evinde bulunan bir dosyada “Klasörlerde ARMERKOM’ a ait çok kritik projeler yer almaktadır.”, “Pazarlanan dosyalardan kar payı almaya hak kazanan kişiler detaylı bir şekilde belirtilmiştir. Sabit ödemelerin aynen devam etmesi buna karşılık önemli projeleri ulaştıran arkadaşlara prim usulüne göre daha fazla ödeme yapılması iyi olacaktır.”, “Şuan Havelsan yapılanması önemli ölçüde tamamlandı. Havelsan ARMERKOM’u devre dışı bırakabilir.” , “YKA porjesindeki torpido alımlarından dolayı ilgili kişilere bu adımlara karşılık bağlılığı belirtecek ödemenin henüz yapılmamış olması kısmi problemlere sebep olmaktadır. İvedilikle transferin gerçekleşmesi iyi olur. C.G, İ.A ve N.Y mutlaka ödüllendirilmeli” şeklinde notlar bulundu.

KRİTİK PROJELERİN PAZARLAMASI İYİ!
ARMERKOM- Tersane projesi isimli bir belgede, projelerin ‘başarılı şekilde pazarlandığı’ da görüldü. Notta, şu ifadeler dikkat çekti: “Projeleri adımıza takip eden arkadaşların kendilerine rakip olarak gördükleri kişileri, işlerimize engel olduğu düşünülen kişiler Ankara Personelden Bnb. H. A.’ya iletildi. Takip edilmesinde fayda var. Yunus Projesi’nin tüm detayları, Denizaltı projesi, Milgem sonar ve Milpas projeleri N. Y. tarafından organize edilerek başarılı bir şekilde pazarlanmıştır. N. Y. için yapılacak bir ek ödüllendirmenin diğer personel tarafından da olumlu bir motivasyon olarak algılanacağı değerlendirilmektedir, 20 bin liralık bir miktar bu organizasyon için N.Y’a ödenebilir. Seks Partileri organizasyonu bizzat M.Ö ve S.Ü.T tarafından organize ediliyor. Bu kişiler ne kadar memnun edilirse diğerleri de o kadar memnun olur sağladığımız bağlantılar M.Ö. klasöründe mevcut.”

DEFTERİNDE ‘VİKA’ YAZILI NOT VAR
İbrahim Sezer’in evinde yapılan aramalarda bulunan flash bellekte yer alan ‘Notlarım’ isimli çalışma sayfasında, “Saffet Vika ile görüşecek. Eldeki o...ların durumu” yazdığı görüldü. Sezer’in cep fihristinin ÜV sayfasında el yazısı ile “Vika 534...” yazdığı görüldü. Yapılan araştırmada bu telefon numarasının Vika kod adlı L.T’ye ait numara olduğu anlaşıldı. “bebekler. xls” isimli dosyadaki numaralar arasındaysa, Vika isimli kadının kullandığı 534 le başlayan cep telefonu da bulunduğu ve Kocaeli bölgesinde yer alan numaraların fuhuş şebekesine ait olduğu ortaya çıktı. Yine aynı dosya içersinde ‘izmit’ten gelen mallar’ isimli dosyada, yabancı uyduklu kadınlara ait çok sayıda telefon numarası çıktı. Vika isimli kadının numarası bu telefonların içinde de yer aldı. Fuhuş çetesi soruşturmasında Sezer “Vika isimli bir şahsı tanımıyorum” demişti.

Millî Birlik Komitesi (31) Numaralı Tebliği (30.05.1960)

Millî Birlik Komitesi Başkanı ve Türkiye Devlet ve Hükümet ReisiOrgeneral Cemal Gürsel ile Kıbrıs Türklerinin Liderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş arasında teati edilen telgraflar :

Sayın Orgeneral Cemal Gürsel
M i l l i Birlik Komitesi Başkanı ve Türkiye Devlet ve Hükümet Reisi
Ankara
îmanımız kuvvetlenmiştir, istikbale ümitle bakmaktayız. Kahraman Türk Ordusuna ve onun asil idarecilerine, bilûmum Türk Millet ve Devletine olan güvenimiz tamdır, sağolsunlar.
Dr. F A Z I L KÜÇÜK VE
AVUKAT RAUF DENKTAŞ

Sayın Dr. Fazıl Küçük ve
Sayın Avukat Rauf Denktaş
Kıbrıs Türklerinin Liderleri
Kıbrıs - Lefkoşe
Türk Silâhlı Kuvvetlerine karşı duyduğunuz güven ve asil hislerinize teşekkür eder, Kıbrıs Türklerinin haklarının müdafaası İçin mümkün olan her fedakârlığın yapılacağından emin olunmasını ve Kıbrıslı Türk Kardeşlerimizin refah ve huzur içinde yaşamalarını dilerim.
ORGENERAL C E M A L GÜRSEL
MİLLÎ BÎRLÎK KOMÎTE BAŞKANI, TÜRKİYE DEVLET V E HÜKÜMET REİSÎ

Millî Birlik Komitesi (30) Numaralı Tebliği (30.05.1960)

1. Türk vatandaşlarının kara, hava ve deniz yolları ile dış memleketlere gitmeleri muvakkat bir zaman için durdurulmuştur. Giriş serbesttir.
2. Yabancıların Türkiye'ye giriş ve çıkışları kontrola tabi tutulmak şartiyle serbesttir.
C E M A L G Ü R S EL O R G E N E R A L
MÎLLÎ BÎRLÎK KOMİT E BAŞKAN, D E V L E T V E H Ü K Ü M E T REÎSİ

Eşref Bitlis Şehit Değil mi?

PKK ile mücadelede önemli görevler üstlenen Jandarma Eski Genel Komutanı Eşref Bitlis, bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Ama o bir şehit değil. İşte şaşırtan detaylar...

Jandarma Genel Komutanı uçağı düştüğü için, “Harp Malulü” sayıldı... Paşa’nın ailesi şehitlik için dava açtı. Bir helikopterimiz düşüyor 7 askerimizi kaybediyoruz. 6’sı şehit, 1’i değil... Çünkü ailesi davayı kazanamadı...256 Şehit Aileleri Derneği var. Çoğu, askerî ölümleri şehitliğe çevirmek için dava açıyor ve kazanılırsa komisyon alıyor!..

ÖLÜMÜNDEKİ SIR PERDESİ ARALANAMADI
PKK ile mücadelede önemli görevler üstlenen Jandarma Eski Genel Komutanı Eşref Bitlis, 1993’te; hâlâ tam olarak aydınlatılamayan bir uçak kazasında haya-tını kaybetti. Diyarbakır’a gitmek üzere havalanan uçak 9 dakika sonra düşmüştü.

Vatan görevini yaparken hayatını kaybedenlerin al bayrağa sarılı tabutlarını görmeye öyle alışmışız ki... Hemen her ilçede, her mahallede bir şehidimizin aziz hatırası canlı duruyor. Yani sayıları çok fazla. Yakın akrabalarıyla birlikte ele alındığında milyonları buluyor. Üstelik bunlara her sene onlarcası ekleniyor. Bu sebeple şehit aileleri ve malulleri, politikacıların üzerinde siyaset yaptığı önemli kesimlerden biri. Devlet, şehitlerin geride kalanlarına çeşitli kolaylıklar sağlıyor, acılarını hafifletmek için... Ama ateş düştüğü yeri yakıyor. “Şehidimiz” diyor, gözyaşlarıyla, dualarla uğurluyor, hiç bir ayırım yapmadan kalbimize gömüyoruz onları... Ama daha sonra neler yaşanıyor? İşte bunları sizin için araştırdık ve “şehitlik dosyası”nı açtık...

Referandumla anayasal güvence altına alınan şehit aileleri, sosyal güvenlik ve tazminat hukukunda birçok istisna ve farklı madde uygulandığı için kendi aralarında ayırımcılığa maruz kalıyor. Vatan borcunu yerine getirirken canını ortaya koyan askerlerden terörle mücadele kapsamına girenlerin yakınlarına çok sayıda hak tanınırken, üniformasıyla helikopter ve trafik kazası, çığ ve afet gibi olaylarda ölenler bu haklardan faydalanamıyor. Aşındırdıkları devlet kapılarından “Yapacak bir şey yok. Prosedür böyle” cevabını alan vazife malullerinin yakınları, dava yoluna gidiyor. Sosyal Güvenlik Kurumu’na bu yönde açılan yüzlerce dava bulunuyor.

ADI VAR TANIMI YOK!
Hükümet, şehidin ikinci yakınına da kamu kurulaşlarında iş verilmesi ve TOKİ’den ev tahsis edilmesi yönünde çalışmalar yapıyor. Ancak bu çalışma, terörle mücadele kapsamında şehit olanların yakınlarıyla sınırlandırılıyor.

Kanunlarımızda bir asker ya da polis için “Bir kişi şu şu hallerde şehit sayılır” diye bir ibare bulunmuyor. Onun yerine malullük kavramı esas alınıyor. Görev başında vefat eden bir kamu görevlisi, manevi olarak şehit sayılırken iş tazminat ve tanınan sosyal haklara gelince farklılık ortaya çıkıyor. Böyle olunca da “şehitlik” sadece geride kalanlara tanınan mali ve sosyal hakların boyutu ile ilgili bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Farklı uygulamalar “Sadece teröristlerle çatışma sırasında vefat eden şehit sayılır düşüncesi”ni doğuruyor. Bu da vazife malulü şehit yakınlarını yaralıyor.

GURURLU İLE BOYNU BÜKÜK
Şehit Aileleri Derneği Genel Başkanı Mehmet Güner, ayırımcılığa karşı dava yoluna gittiklerini belirterek “Bununla ilgili derneğimizde epeyi bir dosya bulunuyor. Mahkemeye verdiğimiz 100 dosyanın 99’unu kazandık” diyor. Güner, “Devletin görevini yerine getirirken hayatını kaybedenleri mahkeme yollarına düşürerek hakkını aramaya sevk etmesinler. Biz devletimize karşı dava açmaktan memnun değiliz. Ama mecbur bırakılıyoruz” şeklinde konuşuyor. Mehmet Güner şöyle devam ediyor: “Yasalarımız, her konuda ayırıyor. Terörle sıcak çatışmada şehit olmuş bir askerin yakınları tatiline varana kadar her türlü yasal haktan faydalanıyor. Bir aile sadece oğlunun acısıyla baş başa. Diğeri ise hiçbir haktan faydalanamıyor. Bu ayırımı şehit yakınlarının arasında bile gözlemliyoruz. Biri gururlu diğeri boynu bükük duruyor.”

ÖLÇÜ MAAŞ MI OLMALI?
Konu hakkında görüşlerini aldığımız SGK yetkilileri: “Türkiye’de sanki ana-babasına maaş bağlanırsa şehit, bağlanmazsa şehit değilmiş gibi algılanıyor. Çünkü, şehitlik tanımı yapılmamış.”

REFERANDUMDA OYLANAN MADDENİN İÇİ DOLDURULSUN
Şehit Aileleri Derneği Genel Başkanı Mehmet Güner, “Allah razı olsun başbakanımız bu konuda iyimser davrandı. Sıkıntıları asgariye indirdi” diyor. Güner, referandumda oylanan “şehitlere pozitif ayırımcılık” maddesinin içinin doldurulmasını da beklediklerini ifade ediyor. Mehmet Güner, isteklerini şöyle sıralıyor: “Şehitlerimiz tanımlansın. En azından ikinci derecede hayatını kaybeden asker ve polislerin yakınına da iş imkânı verilsin. Mezarlık ayırımı ortadan kaldırılsın.”

4 ÇEŞİT MALULLÜK VAR
> Malullükte askerler, polisler, kamu görevlileri (öğretmen, doktor, savcı vs) ve geçici köy korucuları için dört ayrı kanunun ilgili maddeleri uygulanıyor. Bunlar şöyle:
> Normal vazife malullüğü aylıkları (5434 sayılı kanunun 45’inci veya 5510 sayılı Kanunun 47’nci maddeleri hükmü)
> Türk Silahlı Kuvvetleri vazife malullüğü aylıkları (5434 sayılı Kanunun 45, 56 ncı veya 5510 sayılı Kanunun 47’nci ve geçici 18’inci maddeleri hükmü)
> 2330 sayılı Nakdi Tazminat Ödenmesi ve Aylık Bağlanması Hakkındaki Kanun hükümleri uygulanmak suretiyle bağlanan vazife malullüğü aylıkları
> 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle bağlanan vazife malullüğü aylıkları
> Harp Malullüğü aylıkları, (5434 sayılı Kanunun 64’üncü veya 5510 sayılı Kanunun 47’nci maddeleri hükmü)...

Türkiye, tazminatta en iyi ülkelerden biri
Görüşlerini aldığımız bazı hukukçular Türkiye’deki tazminat miktarlarının ABD dahil olmak üzere dünyadaki diğer ülkelerden çok daha iyi olduğunu söylüyor. Hukukçular, “Vatandaşlarımızın, devletin sağladığı sosyal güvenlik haklarıyla ilgili olarak mahkemelere en çok başvurma sebebi herkesin kendisini Terörle Mücadele Kanunu kapsamına aldırmak istemesidir. Dava açan ve mahkemede aradığını bulamayınca da mahkemenin adaletsizliğinden, hükümetin ilgisizliğinden şikayet ediliyor” diyor.

Şehit ailelerine hangi hakkı veriyor?
Devletin tazminat ödemeye hak gördüğü ve “şehit” sayılanların ailelerine verdiği haklardan bazıları şöyle:

> Şehit yakınlarına en yüksek dereceden 30 yıl hizmet yapmış memur gibi emekli ikramiyesi ödeniyor.
> Ev kiraları on yıl süre ile devletçe karşılanıyor.
> Faizsiz konut kredisi kullandırılıyor.
> Bütün hastanelerden ücretsiz faydalandırılıyor.
> İlaçlar için katılım payı alınmıyor.
> Şehitlerin çocuklarına her ay eğitim yardımı yapılıyor. Bunlardan yüksek öğretim katkı payları alınmıyor. Ayrıca istedikleri okullarda eğitim görebiliyorlar.

SİSTEM SUİSTİMALE AÇIK!
2009 rakamlarına göre Türkiye’de 265 adet şehit ailesi derneği bulunuyor. Bunların birçoğu şehit ailelerinin seslerini duyurmalarında yardımcı oluyor. Ancak yine birçoğu ‘şehit sayılmayan’ askerlerin aileleri adına devlete dava açıp, kazandıklarında yüzde 25 oranında ‘komisyon’ alıyor. Böylece dernekler gelir elde ediyor ve giderleri karşılayıp derneklerini ayakta tutuyor.

Devlet, terör eylemleri sebebiyle hayatını kaybeden şehidin eş, çocuk veya kardeşlerinden birisine kamu kurum ve kuruluşlarında iş imkânı sağlanıyor. Öncelik eşe tanınıyor. O istemezse çocuklarına, o da feragat ederse hak şehidin kardeşlerden birine veriliyor. Öğrendiğimize göre, yeğenlerinin bu hakkını alan çok sayıda ‘amca’ bulunuyor.

Hava ve denizdeki şehitliğe karadaki aile mezarlığına
Kastamonu’da geçen Eylül ayında görevden dönen askeri araç takla attı. Kazada Uzman Çavuşlar Ahmet Erdönmez ve Mevlüt Boyraz şehit oldu. Ancak görevden dönmelerine ve üzerinde askeri kıyafetleriyle şehit olmalarına rağmen, uzman çavuşlar vazife malulü sayıldı. (Üstelik, iki askerimiz şehitliğe konulmaya bile layık görülmedi. Kanunlara göre, hava ve deniz araçlarında hayatını kaybedenler şehitliğe, karadaki askeri araçtakiler ise aile kabristanına defnediliyor. Bu durum ailelerin “ayırımcılık var” sözlerini haklı çıkarıyor.) Kazayla ilgili dava yoluna giden acılı aileler, mahkeme gününü beklerken bu sefer de Adıyaman’da yine askerî aracın devrilmesi sonucu Afyonkarahisarlı Er İsmail Saygılı şehit oldu. Saygılı, “şehit” kabul edildi ve terörle mücadele kapsamına alınması kararlaştırıldı. Yani, iki ayrı yerde, benzer durumda şehit olanlar arasında iki farklı karar verildi.

Eşref Bitlis’in yakınları bile davalık olmuş
Vazife malulü sayılanlar, SGK’ya dava açıp terörle mücadele kapsamına alınmalarını istiyor. Suikasta kurban gittiği düşünülen Orgeneral Eşref Bitlis bile harp malulü sayılmış. Ailesi devlete dava açmış.

Şehit yakınlarının Sosyal Güvenlik Kurumu’na (SGK) açtığı yüzlerce dava bulunuyor. Bunların mahiyetini öğrenmek için SGK’ya başvurduk ve bu yönde tutulmuş bir istatistiki bilginin olmadığını öğrendik. Ancak bu arada ilginç dava örnekleriyle karşılaştık. 1993 yılında meçhul bir uçak ‘kaza’sında şehit olan Jandarma Eski Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in davası bunlardan biriydi. Bugün bir suikasta kurban gittiği konusunda herkesin hemfikir olduğu Org. Eşref Bitlis’e, kanunlar gereği harp malulü hükümleri uygulanmış. Ailesi terörle mücadele kapsamında yer alması için Emekli Sandığı’na dava açmış. Ama davanın sonucunun ne olduğunu öğrenemedik.

Elazığ’ın Karakoçan beldesinde, bir teğmenin onbaşının eline pimi çekilmiş bomba vermesi sonucu hayatını kaybeden Ali Osman Altın’ın babasının açtığı dava bir diğeriydi. Kanunlar gereği Ali Osman Altın’ın “şehit olmadığı”na hükmedildi. Bunun üzerine baba Ali İhsan Altın, mahkemeye gitti. Bir yıl süren dava sonunda Ali Osman Altın şehit sayıldı ve ailesinin maaşa bağlanmasına hükmedildi.

AYNI OLAY, FARKLI KARAR
Malatya’daki helikopter kazasında 7 asker şehit oldu. SGK harp malulü hükümlerinin uygulanmasını istedi. Aileleri “biz teröre muhatap olduk” deyip dava açtı. Bunlardan birinin ailesi davayı kaybetti, diğerleri kazandı. Kaybedenin ailesine 5434 sayılı kanun uyarınca harp malulü, kazananlara 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu hükümlerine göre aylık bağlandı. Farklı mahkemeler aynı konu hakkında farklı kararlar verdi.

İNEK DAVASI KARARI
Doğu illerimizin birinde askerî alana bir inek girer. Nöbetçi uzman çavuş, hayvanı kovalamaları için 4 askeri görevlendirir. Askerler ineği yasak bölgeden çıkarırlar ama alanda yabancı bir madde bulurlar. Bunu kurcalamaya başlarlar (Teamüle göre bu durumu komutanlarına bildirmek zorundalar) ve madde patlar. 4’ü de şehit olur. Dördünün de davası birlikte ele alınır. Olayın, güvenliğin sağlanmasında gerçekleşmediği, terörle mücadeleye muhatap durumun söz konusu olmadığı, ayrıca emirlere aykırı davranıldığı gerekçesiyle 3 askere vazife malulü aylığı bağlanır. Diğer askere de hiç bir şey uygulanmaz.

Gölcük’te Gizli Dinleme Aletleri Çıktı

Gölcük yeraltı zulasında kalem, anahtarlık şeklinde dinleme cihazları da çıktı.

Gölcük Donanma Komutanlığı’nda 06.12.2010’da İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından çıkarılan arama ve el koyma kararıyla yapılan aramada ele geçen belgeler ve malzemelerle arasında özel dinleme aletleri de çıktı. Arama tutanağında 9 çuvaldan 7 numaralı olanın boş olduğu belirtildi ve ele geçen 5 harddiskin askeri yetkililerce imajının alındığı belirtildi. 3 numaralı torbada “DİKKAT İSTH.İKK ve GÜV.Ş.MD’den İZİNSİZ AÇILAMAZ” yazılı zarf ve bir VHS kaset çıktığı kaydedildi. Aynı torbada, 54 adet üzeri kırmızı kalemle yazılmış kaset, üzerinde “MAYIN FİLOSU K.LIĞININ 24.02.2003 gün ve İSTN:3958-56-03 sayılı yazısının ekidir” yazılı bantlanmış üzeri kırmızı kalemle paraflanmış 4 kaset olduğu saptandı. Yine aynı torbadan üzerinde “Bayrak çınar” yazılı ve etiket üzerinde “E.Uğur Yiğit Donanma Komutanı Gölcük-Kocaeli” ibaresi bulunan yırtık bir zarf ve toplamda değişik özelliklere sahip 63 ses ve video kaseti çıktığı belirtildi.

AĞAR BELGELERİ
4 numaralı çuvalda “Türkçe ibadet, ezan, gerici sakal” başlıklı 33 sayfalık bir belge, “Ağar Gölcük’te acıyı paylaştı” başlıklı gazete küpürleri ile “17. Ağar Göl.Har.İŞ 2004” yazılı üzeri paraflanmış bir CD olduğu kaydedildi. “Erbakan Konuşuyor: Türkiye’nin Kurtuluş Yolu” gibi çok sayıda dini konuları işleyen kitabın ele geçtiği belgeler arasında, darbeye destek verdiği iddia edilen Orgeneral Oktar Ataman’nın adıyla başlayan ve Veli Küçük ile biten 14 kişiye ait bilgiler ve araba markalarının yazılı olduğu belgeler çıktı. Bir adet “Plan. Sem.2003 sonuç raporu arşivi” ibaresinin yer aldığı yırtık büyük bir zarfın da ele geçtiği belirtildi. Toplam 298 sayfa evrakarasında sandık seçmen listeleri, “Kuran Kursu Dini Bilgiler” başlıklı belgenin yanı sıra İncil’e de rastlandığı kaydedildi. Gizli dinleme ve kayıtlarda kullanıldığı belirtilen “13 çeşitli cisim, kalem görünümünde niteliği belli olmayan cisim, mavi çanta (içinde düzenek olduğu anlaşılıyor), anahtarlık görünümlü gri cisim, mavi renkli şeffaf madde, niteliği tespit edilemeyen bej renkli cisim (ses yükseltici olduğu tahmin ediliyor), bu cisme ait antene benzer 3 cisim, kablolu siyah cisim (kamera görüntüsünde), 2 material (ses kayıt cihazı olduğu değerlendiriliyor), Discover marka koku yayıcı (içinde kamera düzeneği olduğu değerlendiriliyor), uzun kablolu cisim (ses mikrofonu olduğu değerlendiriliyor) VHS kaset oynatıcı, gri receiver, 7 ara kablo, 2 kulaklık, 2 uzaktan kumanda, müzik seti anteni, kamera bataryası, uzaktan kumanda sensörü”e rastlandığı kaydedildi.

‘GİZLİ’ DOLAPTAN DEĞİL KAROLARIN ALTINDA BULUNDU
Arama tutanağında, askeri casusluk soruşturması şüphelisi olan askerler Kemalettin Yakar, Celal Kerem Eren, Serhat Özbilir, Erdinç Yıldız ve Fahri Yavuz Uras’ın İstihbarat Şube’deki odalarının arandığı kaydedildi. Tutanakta, bir odadaki yerlerin çıkarılabilir karoyla kaplı olduğu ifade edilerek, “Ancak karolar sökülemedi” denildi. Sanık avukatlarının “Harddisklerin imajı alınmadı” iddiasının aksine tutanakta, imajların bizzat askeri yetkilier tarafindan alındığı kaydedildi. Tespit tutanağında, şüphelilerin odalarında bulunan çelik kasa ve “GİZLİ” yazılı dolaplardan hiçbir suç unsuruna rastlanmadığı ifadesi de dikkat çekti.