Magrib’de, Levant’ta, Mezopotamya’da ve giderek Arabistan Yarımadası’nda, bir bir ayaklanıyor “Arap halkları”. Batı’nın “sömürge”liklerinden sözde kurtuldukları o iki büyük savaşın ardından, ya tarih öncesinin “Dinsel Emirlikleri”ne ve “krallıklar”ına, ya “Baas rejimleri”ne, yahut “Kemalizm”den esinlendikleri söylenen “tepeden inmeci-oligarşik” yapılanmalara bürünmüşlerdi, her biri.
İçlerinden, biçimsel ve üstyapısal modernleşmeler adına “mihanikî bir lâisizm”e koşturanlar oldu ise de, “demokrasi”yi akıl edenleri çıkmadı hiç, aralarından.
Ölürken, “Che Guevera”nın bile üzerinden “Nutuk”un çıktığına, neredeyse ciddi ciddi inanan bizim “Kemalist”ler; kimi Arap toplumlarının, salonlarını dahi boy resimleriyle süslediklerine böbürlendikleri “Mustafa Kemal”den, dertlerine merhem olamamak yüzünden, siyasal bir model olarak ölçü almaktan artık vazgeçecekliklerine, bakalım ne diyecekler, bundan sonra.
Çünkü resmî ideolojileri “tepeden inmeci ve önder eksenli” olan antidemokratik devletlerin, “askersel vesayet” ile “yargısal yerindelik” denetimleriyle tahkim ettikleri “bürokratik siyasal omurga”ları, ayrıca bir de, kendi yarattıkları birer avuçluk “faiz ve rant aristokrasileri”ne yaslanıyorlarsa, bu “oligarşik” yapılardan o toplumlardaki geniş halk kitlelerine “acılar, yoksulluklar ve gözyaşları” düşer pay olarak, sadece ve sadece.
Açlıklarıyla, özgürsüzlükleriyle, çağdışı yaşam biçimleriyle “bardakları taşan” Arap halkları çökertiyorlar, enselerinde soluyan rejimlerini. Üstelik, yerlerine neyi koyacaklarını dahi bilemeden henüz.
İlk kez heyecanlıdırlar. İlk kez miskin değillerdir şimdi. Ve zordur işleri epeyi, elbet de. Ama olsun, o upuzun ve onurlu yola çıktılar ya bir kere, göze aldılar ya baş kaldırmayı. Gerisi kolaydır. Gerisi artık, zorun kolayıdır, onlar için.
Kimbilir neler yaşayacaklardır, o uğurda. Ne ihanetler, ne kalleşlikler, ne geriye dönüşler göreceklerdir. Ne yorulacaklardır, kimbilir. Ne çileler çekeceklerdir. Çantada keklik olmadığını öğreneceklerdir, demokrasinin. Ve elde edince, bırakılmayacağını, bir de.
“Arapların bu kalkışması Türkiye’ye de yansır mı acaba”, diyorlar. Hatta CHP’li kimi yetkililer, tam bu günlerde, “belli mi olur, sandıktan çıkamıyoruz, bakarsın belki böyle deviririz iktidarı”, diye öykünerek, halka “direniş çağrısı”nda bulunuyorlar.
“Ordu göreve” pankartlarından, halka “direnme hakkı”nı öneren sloganlara doğru evrilmek ve değişmek, CHP için az-buz bir gelişme sayılmasa da; Türkiye’de yedi-sekiz senedir olup bitenlerin, neler olduklarını sanıyorlar ki, bunlar?
Bir sürü “eksiklerine ve problemlerine rağmen”, iki dönemdir iktidar olan ve belli ki üçüncüsüne de hazırlanan AKP’nin, Anadolu’nun ve Trakya’nın derinliklerindeki toplumsal dinamiklerin sağrısında oturan bir süvari gibi, bu ülkenin doksan yıllık “ancien regime”ini, daha ileri bir demokrasi için, tasfiyeye didinen bir halk hareketinin başında olduğunu göremiyorlar mı, Tanrı aşkına?
AKP’nin bu işlevini lâyıkıyla yapıp yapmadığı ayrı bir konu ise de; sırtlandığı ve götürmeye çalıştığının, işte bu değişimin ta kendisi olduğunu algılayamıyorlar mı?
Evet algılayamıyorlar.
Doksan yıllık “Cumhuriyet”in eskimiş ve üznümüş yanlarını savunan, ülkenin gözardı edilmiş derinliklerinden değil de, merkezden ve kıyılardan kâm almış, faiz ve rant aristokrasisini simgeleyen kesimlerin temsilcisi olan CHP’liler, yazık ki ayırdına varamıyorlar bunun, gerçekten.
Cumhuriyet tarihi boyunca, sağlıklı bir demokrasiye geçişi, sayısız kereler yaptıkları “darbeler”le ve “darbe girişimleri”yle engellemiş ve bunu alışkanlık hâline getirerek halkına zarar vermiş kimi generallerin, iler-tutar bir “yakalanış”ları ilk kez gerçekleşiyorken, sivil siyasal denetimin sağlanmasına bu vesileyle “omuz vermek” yerine, kraldan daha kralcı kesilerek, fütursuzca darbecilerden yana olmak; hatta önde gelenlerini, halka saygısızlığı dahi göze alarak, ilk seçimlerde milletvekili bile yapmaya dair serzenişlerde bulunmak, yenir yutulur ne menem gıllıgışlı işlerindendir ki, onların?
Örneğin, “Balyoz plânı” için ne diyorlardı, plân seminerine katılan generaller? “Darbe provası değil; 1. Ordu’nun sorumluluk alanında, ‘muharebe sahası geri bölgesindeki emniyet tedbirleri’nin, bir senaryo çerçevesinde ele alınıp, nazarî bir tatbikat ile gözden geçirilmesidir, bütün yaptığımız.” Böyle diyorlardı.
İyi de... “düşman karşısındaki birinci hat birlikleri”nden kuvvet kaydırarak “geri bölge emniyetine tahsis etmek”, bırakınız generalleri, bir çavuşun bile akıl ve havsalasının alamayacağı bir durum ise; o zaman, 1. Ordu’nun sorumluluk alanındaki kentlerin, “NEREDE”, seminere katılmaları elzem olan “Valileri... Emniyet Müdürleri... Belediye Başkanları... Jandarma İl ve Bölge Komutanları... Yurtiçi Bölge Komutanları... Sivil Savunma... Trafik... Kızılay...MİT...vs. yetkilileri?”
Çünkü ordunun muharip birlikleri düşmanla muharebe ederlerken, muharebe sahası geri bölgesinin emniyetine memur edilecek olan bu unsurların koordinasyonunu sağlamak üzere, kimsenin aklına gelmez mi, “neden bu seminerde yoklar bunlar”, diye sormak?
Ama niyet farklıysa, o başka tabii.
Ayrıca bir de... tıpkı 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta yaptıkları gibi, gencecik teğmenleri harcayarak ve onların arkalarına saklanarak; birbirleriyle olan itiş kakışlarını ve kendi suçlarını örtüyorlar, bu tutumlardaki generaller. Cezai ehliyetleri vardır var olmasına da, askerî bakımdan henüz reşit değillerdir, 22-23 yaşlarının bu toy delikanlıları.
Başta CHP’liler olmak üzere, gerçekleri göremeyenler, akıllarını başlarına toplamalı, hâlâ yürüyegelen senaryonun bu safhadaki oyuncularından olmamalıdırlar.