Tunus’tan sonra Mısır’ın da halk ayaklanmalarıyla karışması, Mübarek’in de yakında kaçmak zorunda kalmasının kuvvetli bir ihtimal olması, dünyanın en büyük “fay kırığında” kaçınılmaz hareketlenmenin başladığını gösteriyor.
Bu “fay” hareketleri birbirini tetikleyerek herhalde büyük bir depreme dönüşecek.
Yirmi birinci yüzyılda, on dokuzuncu yüzyılın düzenini sürdürmeye çalışan rejimler sanırım tarihe karışacak.
Günümüzde bilgisayarların “aklına ve matematik disiplinine” uygun olmayan toplumsal sistemlerin yaşama şansı bulunmuyor bence, toplumlar, insanoğlunun yarattığı aletlerin düzeyine yükselmek zorunda.
Eğer bu mantık doğruysa, bu deprem Kuzey Afrika’dan gelip, Arap Yarımadası’nı yukarıya doğru kat ederek İran’a kadar ulaşacak demektir.
Bu bölge büyük bir altüst oluştan geçecek gibi.
Sovyet bloku yıkıldığında, eski komünist ülkeler yeni çağa ayak uydurmakta çok zorlanmadı, çoğu şimdiden Avrupa Birliği’nin üyesi, çünkü onların sağlam bir altyapısı, iyi yetişmiş kadroları, güçlü bir felsefi birikimleri vardı.
Arap diktatörlerinin ülkelerinde bunlar yok.
O yüzden yıkılan rejimlerin yerine demokratik, çağdaş, özgürlükçü rejimler kurulması daha uzun zaman alabilir, bu da, karmaşanın daha uzun sürebileceği anlamına gelir.
Bu, Türkiye’nin fırtınalı bir denizde yol alacağını da gösteriyor.
Türkiye, Ortadoğu çöplüğündeki diğer ülkelere benzemiyor.
Büyük bir imparatorluğun mirasçısı olması, çağdaşlaşma hamlelerinin yaklaşık iki yüz yıllık bir geçmişi bulunması, Osmanlı’nın, yaşadığı yenilgilerden sonra kendisini yenenlerin teknolojisine ilgi göstermesi, Batı’yla ilişkilerinin çok yoğun olması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasi taklidi bir sisteme geçmek zorunda kalması, Özal’ın Türkiye’yi üretim ve ticaretle dünyaya açması, AKP’nin Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde büyük hukuksal adımlar atması, Anadolu insanının üretim potansiyelinin süratle büyümesi, dünyayla sağlam bağlar kurması, bizi, diğer Ortadoğu ülkelerinden ayırıyor.
Ama buna rağmen çevremizdeki fırtınanın bizi de bir şekilde etkilememesi mümkün değil.
Bizi saran kasırga, bu altüst oluştan kurtulmak için Türkiye’yi daha hızlı reflekslerle ileriye doğru hamle yapmaya da zorlayabilir, Ortadoğu’da yaşanacak hengâme sırasında ortaya çıkacak, belki de kısa süreliğine iktidarı ele geçirecek “tutucu” güçlerle ittifaklar aramaya, onlara tutunup Batı’nın “demokrasi” baskısından kaçmaya çalışmaya da götürebilir.
İkisi de muhtemel.
Ortadoğu’dan ileriyiz ama bizim de köklerimiz demokraside, bilimde, felsefede, özgürlükte, eşitlikte henüz çok derinlere nüfuz edebilmiş değil.
Çok dikkatli olmamız gereken dar bir boğazdan geçiliyor.
Yapılabilecek yanlış tercihler Türkiye’yi bir “yok oluşa” sürüklemez ama bir çalkantıya ve zaman kaybına götürebilir.
Düşünsenize, burası hâlâ ordunun “kozmik odalarından” darbe planlarının fışkırdığı bir ülke, hâlâ Kürt sorununu ve kendi iç savaşını barışa çevirememiş bir ülke, burayı kanlı bir kaosa düşürme hesaplarının hâlâ sürdüğü bir ülke.
Daha birkaç yıl önce bir “şeriat ayaklanması” görüntüsü yaratabilmek için Danıştay’ı basıp bir yargıcı öldüren katili, “emekli bir albayın” yönlendirdiğini ileri sürüyor MİT.
Bu ülkenin bir subayı, kendi ülkesini bir kan banyosuna sokmayı doğal bulabiliyor.
Darbe planları ise bu tür “subayların” sayısının hiç de az olmadığını gösteriyor.
Bu “kanlı kaos” iştahına bir de otuz yıldır süren iç savaşı eklediğinizde nasıl “kritik” bir noktada bulunduğumuzu anlayabilirsiniz.
Bizim süratle Kürt barışını sağlamamız, askerî vesayeti bitirmemiz, orduyu hukuksal ve mali denetim içine almamız, yeni bir anayasayla ülkede eşitliği ve özgürlüğü sağlamamız gerekiyor.
Ne yazık ki, olayların hızlandığı bir dönemde AKP iktidarı yavaşlıyor.
Kürt açılımından geri adım atıyor, milliyetçi bir dile sapıyor, askerî vesayeti kaldırmak için hamleler yapacağına askerî vesayete alanlar açıyor ve aklını “başkanlık” kod adını taktığı bir “tek adam” yönetimine takıyor.
Onu durduracak bir siyasi muhalefet de yok, tam aksine “askerî vesayeti” yaşatacak yasalarını alkışlayan fevkalade tutucu bir muhalefet var.
Bölgede bir deprem yaşanırken, siyasi iktidar ilerici hamlelerden vazgeçer ve gerilemeye başlarsa, siyasi muhalefet buna karşı çıkmazsa, ordu yeniden tuhaf “açıklamalar” yapmaya koyulursa ne yapacağız?
Geniş kitlelere ulaşan siyasi partilerin gerçekleri ortaklaşa sakladığı, medyanın onlara ayak uydurduğu bir dönemde, AKP’yi yeniden “ilerici” hamleler yapmaya kim itecek, halka gerçekleri kim söyleyecek, çalkantılı karanlık bir denizde kim “kutup yıldızı” olacak?
Sanırım İttihatçılardan bu yana, bugünkü başbakan da dâhil bütün iktidarları rahatsız eden, bütün iktidarlar tarafından cezalandırılan ve bütün iktidarlar tarafından küçümsenen “entelektüellere” düşecek iş.
Sayıları az ama düşünceleri sağlam, sesleri gür.
Üstelik bu kez, halkın her “gerçeği” duyacak hassas kulakları var.