Cumartesi günü Balyoz Davası’nın 35 nolu sanığı Tümgeneral Ahmet Yavuz’un yollamış olduğu mektubu “Hasdal’dan mektup var” başlığıyla yayınlamış, Pazar günü de “Hasdal’a mektup var” başlığıyla kendisine cevabımı kaleme almıştım. Takip etmeyenler için tezimi özetleyeyim: Bugün Balyoz Davası sanıklarının şikayetçi oldukları “adaletsizlik”in temelinde 12 Eylül, 28 Şubat gibi ordunun siyasete ve yargıya müdahaleleri yatıyor. Dolayısıyla günümüzde yargılanan asker kökenli sanıkların bu yakın geçmişle samimi bir şekilde yüzleşmeleri şart.
Neyse, Pazar günkü yazıma Ahmet Yavuz yine bir mektupla cevap verdi. Görüşlerimi yazının sonuna saklayarak bu ikinci mektubun önemli bölümlerini sizlere sunmak istiyorum:
“Mektubumda, geçmiş dönemlerin hukuksuzluk ve haksızlıklarını savunmadığımızı ve savunamayacağımızı belirtmiştim. Ancak yeterli bulmadığınız anlaşılıyor, bu konuya tekrar giriyorum.
Eğer bugün daha sorumlu bir mevkide olsaydım, geçmiş dönemin hukuksuzluklarının ve haksızlıklarının oluşmasına katkı sağlayan bütün organlar adına (Ordu, Emniyet, Yargı), sadece acı çekenlerden değil, milletimden de özür dilerdim.
Ancak bugün, kendimi, sizinle ve Hasdal’la sınırlı tutacağım. Geçmişte sizlere yapılan insanlık dışı her eylemi nefretle kınıyor, Hasdal tutuklukları adına üzüntülerimi belirtiyorum. Şahsen bir sorumluluk duysaydım özür dilemekten de imtina etmezdim.
Geçmiş ile bugün, size yapılan ile bize yapılanlar arasında farkların olmasını, bunun genel ve özel nedenlerini ayrı bir mecrada tartışmanın daha uygun olacağını düşünüyorum.
Ama unutmamak gerekir ki, biz 12 Eylül öncesinde ülkeyi kan gölüne çeviren ve bir kısmı elinde silah ile adam öldüren insanları değil, 13 Eylül’den itibaren onlara yapılan hukuksuzlukları konu ediyoruz. Yine biz, 21. yüzyılda Türkiye’nin yarattığı en büyük markanın -Türk ordusu- yaratılmasına katkıda bulunan insanların elli kuruşluk bir CD ile haksız bir şekilde tutuklanmasına ve delillerdeki sahteciliği konu ediyoruz.
İkisi arasındaki tek ortak alanın hukuksuzluk olduğunu görmemiz ve elmalarla armutları ayrı sepetlere koymamız gerekiyor.
Geçmişte yaşayanların önemli bir bölümü ve özelliği bu kötü mirasın yaratıcıları, yaşadıkları çağı mutlak ve o günün değerlerini değişmez zannetmekte idiler. Bugün yaşayanların bir kısmı ise her değişimi ilerleme zannediyor.
Ne dünkü zulmü, ne bugünkü eziyeti, ne de yarın doğabilecek haksızlıkları onaylayamayız. Unutmayalım ki Hasdal’da benimle birlikte olanlar arasında 12 Eylül’de tutuklanmış ve sizinkine benzer acılara maruz kalan arkadaşlarımız mevcuttur. Yine 1982 Anayasası’na ‘Hayır’ demiş olanlar vardır. Burada yatan insanlar, geçmişle yapılan hesaplaşmanın kurbanlarıdırlar. Onlardan istenen bir bedel ödemeleridir. Biz bu bedeli ödemeye bin kere razıyız. Ancak hukuk sınırları içerisinde ve yeter ki çok sevdiğimiz ülkemizin evrensel hukuk ilkeleri doğrultusunda evrilmesine katkı sağlasın, cumhuriyetimizi güçlendirsin ve demokrasimizi geliştirsin.
Savunmamı verebilecek miyim? Gelişmeler gösterecek. Ancak savunmamda yer alan bir bölümle sözlerimi bitiriyorum:
‘Eğer ‘Balyoz Planı’ gerçek ve iddia edildiği gibi ben bunun bir parçasıysam, kendimi bir balyoza bağlayıp, Boğaz’ın serin sularına bırakacağıma namusum ve şerefim üzerine milletime söz veriyorum.”
Stockholm sendromu
Yavuz’un “geçmiş” diye söz ettiği 12 Eylül dönemindeki insanlıkdışı eylemleri “nefretle” kınarken samimi olduğunu düşünüyorum. Özellikle, Balyoz’dan hareketle 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinin zulümlerini dile getirdiğim için bana hakaret ve küfür dolu mesajlar yollayan ve kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan kişilerin Yavuz’dan öğrenecekleri çok şey var. Hele bunların içinde bir kesim var ki, onların durumu ancak “Stockholm sendromu” ile açıklanabilir. Bilindiği gibi Ağustos 1973’te İsveç’in başkenti Stockholm’de bir banka soygunu sırasında 6 gün boyunca rehin tutulan kişilerin önemli bir bölümü soygunculara duygusal bir yakınlık duymuş ve bu olaya psikiyatride “Stockholm sendromu” adı verilmişti.
Bana gelen mektuplarda kendilerinin de 12 Eylül’de mağdur olduklarını, hatta işkence gördüklerini söyleyip ardından TSK’ya toz kondurmamaya çalışanlar için, eğer söyledikleri doğruysa, daha iyi bir tanı herhalde konulamaz. Tabii bir de kendilerini “ordudan çok orducu” olarak niteleyebiliriz.
Ahmet Yavuz’un her iki mektubu, Hasdal’daki Balyoz sanıklarının seviyesinin, dışarıda onları savunma iddiasındakilerin çoğundan daha yüksek olduğunu düşündürtüyor ki bu iyi mi, kötü mü, çözebilmiş değilim.
Onun “Ne dünkü zulmü, ne bugünkü eziyeti, ne de yarın doğabilecek haksızlıkları onaylayamayız” sözlerinin tüm toplumda egemen olmasını diliyorum.