22 Şubat 2011 Salı

‘Vatan için’ ahlâkı / Murat Belge

Balyoz davasının gidişatı, Türkiye gibi bir toplumda, “niteliksel/niceliksel” şoklar yaratıyor: “Niteliksel”, çünkü herkesin zihninde belirli bir “dokunulmazlık” çağrışımı yaratan rütbede insanlar tutuklanıyor; “niceliksel”, çünkü sayıları epey fazla. Ayrıca, bir kısmı hâlen görevde, emekli de değil.

Onlar tutuklanınca ne oluyor? TSK’nın şimdiki komuta kademesi, gazetede gördüğüm fotoğrafa göre kılıçlarını da kuşanıp, hapishanede tutuklananları ziyarete gidiyor. Bu da bir “jest”!

Ahmet Altan yazıyor: “Ezkaza bu generaller zimmet suçundan içeri alınsa, gene böyle bir ziyaret gerçekleşir miydi? Elcevap: Hayır! Neden? Çünkü o “yüzkızartıcı” suç. Ya bu? Bu öyle değil. Bu, hattâ, “alınağartıcı” davranış. Sonuca varıyor: darbe yapmak bu ülkede “suç” sayılmıyor.

Ben de bu muhakemeye hak veriyorum. Ama bu olayın bütününü çok önemsiyorum. Türkiye’nin bundan böyle dünyanın “hangi liginde” oynayacağı da, bence, bu konuya, bu soruya, ne cevap vereceğine ve nasıl cevap vereceğine bağlı.

Bir zaman önce Tansu Çiller’e başbakanlık yaptırıyorlardı. O sırada Susurluk patlak verip Çatlılar Patlılar ortalığa dökülünce “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de...” diye bir edebiyat yapma girişiminde bulunmuştu. Tansu Çiller herhangi bir konuyu “ayağa düşürmek” için birebirdir, bu da zaten böyle bir konuydu. Ama, işte, bu da aynı kapıya çıkıyor: “Devlet için...” dediniz mi, “Bu vatan için...” diye lafa başladınız mı, arkasından ne geldiği önemli değil.

Orhan Veli, bugün yaşasa, “Neler yapmadık şu vatan için! / Kimimiz öldük; / Kimimiz nutuk söyledik” diye bitiremezdi herhalde. Bugünün ruhunu vermek için, “Kimimiz öldürdük” demesi daha uygun olurdu.

Altmışlardan bugünlere bakıyorum. Cesetten geçilmiyor. Bir şeyler “yaşasın” diye insanlar öldürülmüş.

Çünkü insanlara “doğru davranış” diye bu belletilmiş. Üç aşağı, beş yukarı, demişler ki, “Bak, aslanım! Sana şimdiye kadar öğrettiler, bellettiler, ‘adam öldürmek’ suçtur, dediler. Daha birçok şey kötüdür, dediler. Bunlar aslında doğru. Ama sen, şimdi, başka bir noktadasın, hiçbir şeye benzemeyen bir görev almaya talip oldun, bunu nasıl yapacağını konuşuyoruz şimdi. Bugüne kadar sana öğretilen ‘iyi’yi, ‘kötü’yü unut! Alacağın komut neyse, onu yerine getir! Sana o komutu verenler, vatan için neyin iyi, neyin doğru olduğunu bilirler. Bunu herkesten iyi düşünmüşlerdir, herkesten iyi bilirler. Zaman olur, vatanın kurtulması için, kendi içimizden birinin, hiçbir suçu günahı olmayan birinin feda edilmesi bile gerekir. Bütün bunlar düşünülmüştür. Sen, bugün, sana söyleneni yapmakla yükümlüsün. Yapa yapa, bir gün gelir, sen de o komutları verenler arasına katılabilirsin. Bak, düşün taşın. Bu iş kolay bir iş değil. Aklın kesiyor mu? İyi düşün, çünkü bu son düşünmen olacak. Bundan sonra, aklını bir sandığa filan koyacaksın, ikinci bir emre kadar oradan geri almayacaksın. Tamam mı?”

Böyle bir kontratla (bu sözler hiç konuşulmayabilir, ama bir şekilde ilgili herkes bunları bilir) işe başlamış çok sayıda insan var. Bunun sonucunda, “şu tarihten şu tarihe bu kadar ölü” diye verdiğimiz sayılar var. Bu sayılar bir noktaya kadar (“Ergenekon”un ortaya çıkması) tırmanarak gelmiş, çünkü gün “nutuk atma” günü değil, eylem yapma günü. İşler alabildiğine çatallaşmış.

Velhasıl; bugün öncelikle bu konuda karar vermemiz gerekiyor. Konuyu biraz basitleştirmek için “geçmişi yargılama”yı da şimdilik erteleyelim, en azından. Yukarıda verdiğim özetle insanları “vatan kurtarmak” üzere görevlendirmekten vazgeçecek miyiz, yoksa hâlâ vazgeçmeyecek, onların geçerliliğine inanarak mı yaşayacağız?

Bu dünyada ve ülkede bir tane mi ahlâk olacak? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti denen bu ülkede insanlar, “iki pasaportlu” olanlar gibi, iki ahlâklı yaşamaya devam edecekler mi? Kendi ailesini çoluğunu çocuğunu düşünür, onlarla yaşarken “bir sayılı ahlâk”, “düşman” diye bellenmişler sözkonusu olduğunda “iki sayılı ahlâk” içinde davranan insanların varlığını hoşgörmeye biz devam edecek miyiz?

Aslında Türkiye bunu aşma noktasına geldi, toplum olarak, önüne konanları, sırtına yığılanları atıp “Ben, benim. Kendi kararımı kendim veririm” deme noktasına geldi. Ama bütün bu acılı ve kanlı tarihi olabilecek en akılcı biçimde aşabilmek için yapılması gereken daha çok şey var. İnatlaşmak değil, anlaşmak üzere konuşmak, bir numaralı ihtiyaç.