Fakat bu ülkede yaşıyorsanız, benim gibi enikonu yaş da yaşamışsanız, her şey 27 Mayıslar, 12 Martlar, 12 Eylüller, 28 Şubatlar, 27 Nisanlarda olduğu üzere gözlerinizin önünde cereyan etmiş de olsa, hâttâ mektep medrese okuyup olup bitenler sözde öğretilmişse de size, gene de gerçeği göremeden ve bilemeden sürdürmüş olmaktan kurtulamayabilirsiniz, koskoca bir hayatı.
Bunu elde etmek, çok özel bir gayret ister çünkü. Buranın düzenindeki çoğu şey, yalanlarla kandırmak üzerine kurulu bir hayat sunmak içindir size. Okuduğunuz bir öyküyü, izlediğiniz bir filmi bir çırpıda anlar ve anlatırsınız da, kendi yaşamınızın da içinde yer aldığı olaylar bütününü, bir bakarsınız ki, ne anlayabilmiş ne de anlatabilmişsinizdir.
Bu ülkede devlet, bakarak kör, duyarak sağır, konuşarak dilsiz ve düşünerek beyinsiz kılmak için, ne lâzımsa yapmıştır size. Onun tezgâhından geçmemiş olmak, bir nebze olsun büyüden kurtulmak gibidir, âdetâ.
İçinden geçmekte olduğumuz küresel/tarihsel değişimin bu topraklara yansıyan paragrafını yazanlar, hanidir itilip kakılarak dışlandıkları için, bu yalancı devlete karşı şimdi müdanası olmayan karabaş Türkler ile Kürtlerdir, o yüzden.
Bu dönüşümün yan ürünü olan hesaplaşmaları, Türkiye’nin sosyo-politik hastalık nöbetlerinin krizlerinde kurulan dönem mahkemelerindeki tarzda yürüdüğünü, hep birlikte izliyoruz bir taraftan da, bildiğiniz gibi. Benim tüm bu olup bitenleri anlamaya dair tezim, analizlerimizi, işlerini mesleklerinin kendine özgü yollarından giderek yaptıkları çözümlemelerle yürüten yargıçların, savcıların ve avukatlarınki gibi yöntemlerle değil de, asıl sosyo-politik çerçevelerde yapmamızın daha doğru olacağıdır.
Hepimiz her geçen gün biraz daha hukukçulaşarak, ama hiç de hukuki olmayan usullerle, görmediğimiz bilmediğimiz ve erişsek de tekniklerini anlayamayacağımız dosyalar üzerinden, çalakalem yargıçlıklar, savcılıklar ve avukatlıklar yapıp durarak, yazıyor çiziyor ve konuşuyoruz tv’lerde, boyuna.
Çünkü mahkemelerin işlevi tarih yazmak olmayıp, eğer ortada bir suç algılaması ve o suçu işlediği sanılan suçlular varsa, yalnızca eldeki veriler kadarlık değerlendirmeler ışığında, kendine özgü metot ve usullerle yargılayıp, onları cezalandırmaktır; o kadar. Yargıç, savcı ve avukatların yetenek ve bilgi birikimleri, usûl hukukunun nev’i şahsına münhasır lâbirentlerindeki esaslar, pozitif hukukun yalan-yanlış hükümleri ve daha bir sürü sübjektif şeyler, hukukun tecellisini biçimlendirmekte, davaları sıradan insanların kavrayamayacakları yerlere kadar sürüklemektedir.
Bütünüyle yok saymak değilse de, sadece ve ağırlıkla mahkemelerde yürüyen dava dosyalarına bağlı kalınarak yapılan sosyo-politik analizler, Türkiye gerçeğini ortaya koymaya yetmeyecek; hâttâ yanıltıcı dahi olabilecektir.
İşte o nedenle, Türkiye’nin faşizm tarihinin ve buna yol açan darbeciliklerin açığa çıkmasını istemeyen kesimler, ne yapıp-edip dolandırarak lâfı iddianame içeriklerine getirip, tek çıkar yol olarak oralardan medet umarlar. Zira provoke ederek netice alabileceklerini umdukları tek seçenek, sadece o alandır. Eğer başarırlar da, mahkeme süreçlerini bin türlü oyunla akamete uğratırlar, ya da netice alınamayacak karmaşalara götürürlerse, çıkıp “bakın gördünüz mü, meğer Türkiye güllük gülistanlıkmış ve darbecilik suçlamaları da birer safsata imiş” diyeceklerdir. Ömrümüz boyunca gözlerimizin önünde tecelli eden faşizmleri aklayarak, haklılıklarımızı bir de utanmadan haksızlıklara çevirmeye kalkışabileceklerdir. O yüzden oyuna gelmemeli, bu ülkenin demokrasiye yakışmaz ağırlıklarının tasfiyesini, mahkeme kararlarının iki dudağının ucuyla sınırlandırmamalıdır.
Eğer mahkeme kararları her şey demekse, eğer Türkiye’nin antidemokratik sorunlarını çözme işi bir avuç savcı ve yargıca bırakıldıysa, tutulan yol “yanlış yol” sayılmaz mı?
“Masumiyet karinesi”, haklı olarak hukukun bir umdesi ise, “suçluluk karinesi” de haklı olarak siyasanın umdesi olmak gerekmez mi?
Bunun netameli bir konu olduğunu görmemek ne mümkün! Bireyleri cezalandıran ya da aklayan pozitif hukuk, bu hususlar bakımından bize yetecek bir şey değilse; hukukun saptamayacağı bir durumsallık o takdirde neye göre biçim alacaktır? Olguları kim, nasıl, hangi kriterlere göre değerlendirecektir?
Ama öte yandan, meselâ intihar eden Hitler, Nürnberg’de yargılanmadı ve o yüzden bir mahkeme dosyası dahi olmadı. Böylece yargısal süreçlerde yer almadı diye, masumiyet karinesinden giderek,“suçu yoktu” mu diyeceğiz, şimdi onun için?
Ya pekiyi, Memduh Tağmaçları, Faik Türünleri nereye koyacağız? Yahut ceza aldıkları için Nâzım Hikmetler, Kemal Tahirler, Orhan Kemaller veya asılan Adnan Menderesler, Deniz Gezmişler, birer Allah’ın belâsı mı idiler, o vakit? Hangi yargı kararı saygıdeğerdir de, ölçüdür bizim için, söyleyin?
Kurulu düzendeki zorbalıkların tasfiyesi kararları, en doğrusuyla, adliye koridorları yerine, toplumun sosyo-politik bilincinden doğan ve onun siyasadaki somut yansımaları olan yasama ve yürütme tasarruflarıyla gerçekleşmeli değil midirler?
Mahkemeleri, müeyyide tertip eden/etmeyen yerler olarak düşünmek en doğrusudur bana kalırsa; yoksa, sosyolojik ve siyasal gerçekleri ortaya çıkaran değil!