Habertürk, “28 Şubat postmodern darbe”nin 15’inci yılında yaşanan süreci, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nın 1998’de hazırladığı “İrtica ne durumdadır?” raporuyla masaya yatırdı. 1997 yılında Refahyol hükümetinin istifasıyla son bulan dönemin perde arkasında kalan ayrıntıları gün ışığına çıkardı
28 Şubat’ın en önemli aktörü Orgeneral Çevik Bir’in tanımıyla “postmodern darbe”nin üzerinden 15 yıl geçti. Rejim, Cumhuriyet tarihi boyunca mücadele ettiği ideolojik görüşün sandıktan birinci parti çıkmasının şokunu yaşıyordu. Öyle ki siyasi parti liderlerinin bırakın hükümet kurmayı, nezaketen görüşmeyi bile reddettiği bir ortamda DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ile RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, 28 Haziran 1996’da Refahyol hükümetini kurdu. 11 aylık Refahyol hükümeti, 28 Şubat kararlarının baskısıyla 17 Haziran 1997’de istifa etmek zorunda kaldı.
Bir süre sonra RP ve ardından kurulan Fazilet Partisi kapatıldı. İrtica, Türkiye Cumhuriyeti için birinci öncelikli tehdit haline geldi. Bu husus, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne de dahil edilerek MGK’nın 31 Ekim 1997 toplantısında kabul edildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu’nun “Bin yıl sürecek” dediği 28 Şubat süreci, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından hazırlanan raporlarda nasıl ortaya konulmuştu?
HABERTÜRK, 17 Mart 1998 tarihli Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nın “İrtica ne durumdadır?” adlı raporunu yıllar sonra gün yüzüne çıkardı. Bu yazı dizisinde, 28 Şubat’ın niçin yapıldığına ilişkin çarpıcı analizler okuyacaksınız.
28 Şubat diye bilinen “postmodern darbe”, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin irticayı Türkiye Cumhuriyeti Devleti için öncelikli tehdit olarak gören raporuyla başladı. Bugüne kadar gün ışığına çıkmayan bu dönemin “perde arkası”, Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı’nın “İrtica ne durumdadır?” başlıklı çalışmasında net bir şekilde görülüyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri, 1990’ların başında “bölücü terörü” öncelikli tehdit olarak görüyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri bu dönemde birinci önceliği terörle mücadeleye verdi. Bu mücadeleyi yürütmek için de 1992 yılında “Güven Çalışma Grubu” adı altında bir yapı kurdu. Güven Çalışma Grubu’nun terörle mücadelenin esaslarını belirleyen harekât konseptinde “TSK, terörle mücadelenin hukuki sorumluluğu İçişleri Bakanlığı’nda olmasına rağmen iç tehditteki gelişmeler nedeniyle anayasal ve yasal görevlerinin gereği kendiliğinden terörle mücadelenin fiili sorumluluğunu üstlenmiştir” yazıyordu.
Ancak TSK, 1990’ların ikinci yarısı gelip Erbakan’ın Refah Partisi seçimlerden birinci parti çıkınca ve Refahyol iktidarı işbaşına gelince birinci öncelikli tehdit olarak “irticayı” görmeye başladı. Ve Güven Çalışma Grubu’nun terörle mücadelede elde ettiği başarıyı örnek göstererek, irticayla mücadele için de “Batı Çalışma Grubu”nu kurdu.
‘TÜRKİYE’Yİ KORUMAK TSK’NıN GÖREVİ’
TSK irticayla ilgili raporunda “İrticayla mücadelenin hiçbir siyasi yanı yoktur” vurgusu yapıyor ve yapılanları “Anayasa ve yasaların Türkiye’yi içten ve dıştan gelecek her türlü tehdide karşı korumak ve kollamak görevini de TSK’ya vermiş olması nedeniyle” yasallaştırıyordu. 28 Şubat’ın gerekçesi olan ve yapılanları ele alan 1998 tarihli raporda, Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) çalışmalarından da övgüyle söz ediliyordu. 28 Şubat’ı yapan ve yöneten grup olan Batı Çalışma Grubu için şöyle deniyordu: “BÇG de 1992’deki GÇG’ye benzer bir tarzda emirle teşkil edilmiştir ve irticayla mücadelede Batı Harekât Konsepti’ni hazırlamıştır.”
‘RP, DİNE DAYALI DEVLET KURACAK’
Raporun Refah Partisi’yle ilgili bölümündeki tespit şuydu: “RP’nin yüzde 3 ile başlayan oy oranının 1995’te yüzde 21.4’e yükselmesi, din esaslarına dayalı devlet ni za mı kurma arzusu, demokrasi şemsiyesi al tın da maalesef gözden kaçmıştır.” Yine aynı raporda, TCK’nın “dine dayalı devlet kurma” yönündeki propagandayı suç kabul eden 163. maddesinin kaldırılmasıyla, demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin meşru müdafaasız kalmasına neden olunduğunun altı çiziliyordu. Raporda, Refahyol hükümeti döneminde başta İçişleri, Adalet, Sağlık bakanlıklarıyla mahalli idarelerdeki kadrolaşmanın laik Cumhuriyet’i yıkmaya yönelik eylemlere hız kazandırdığı, irticanın rejime yönelik ciddi bir güvenlik sorunu ortaya çıkardığı belirtiliyordu. Konunun 28 Şubat 1997’de MGK’da görüşülmesinden sonra bir dizi kararlar alındığı, ancak geçen süreçte bunun uygulanmadığı ve irticanın daha da hız kazandığından bahsediliyordu.
İŞTE İRTİCANIN STRATEJİSİ
- Kesinlikle İslami kimliği ön plana çıkarmadan siyasi alanda teşkilatlanmayı muhafaza etmek.
- Ülke genelinde siyasi, sosyal ve ekonomik bunalımlar yaratarak toplumun siyasal İslam’ı tek çözüm olarak görmesini sağlamak.
- Yurtdışı gelirleri ve elde ettikleri yerel yönetimlerin imkânını kullanarak irticayı destekleyen sermayeyi geliştirmek, bu güçle halk iradesini satın alarak İslam diktatoryasına kayışı garantilemek.
- 8 yılık kesintisiz eğitim nedeniyle imam hatip liselerinin orta kısmının kapatılmasından doğan dini eğitim boşluğunu, özel okullar açarak telafi etmek. - Siyasal iktidarı kaybetmekte başlıca faktör olarak gördükleri TSK’yı her türlü vasıtayı kullanarak yıpratmak.
Raporda, RP’yi kapatan anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararıysa “cumhuriyet tarihinin en önemli irtica belgesi olarak tarihteki yerini almıştır” biçiminde değerlendirildi.
İRTİCAYA KARŞI ALINAN ÖNLEMLER
“55’inci hükümet, 28 Şubat MGK kararlarının uygulanmasını takip ve koordinasyon amacıyla üst düzey bir kurul oluşturmuştur. Bazı genelgeler yayınlayarak eğitim, kılık kıyafet ve yayınların kontrolü ile irticai sermayenin takibini yapmaktadır. Hem irticayla mücadeleyi yurt sathına yaymayı hem de tüm devlet kadrolarını bu mücadelede görevlendirmeyi amaçlayan ‘İlçe Merkezli Denetim sistemi’ oluşturulmuştur. Bu teşkilatlanmayla paralel bir rapor istemi de kurularak işletilmeye başlanmıştır. Başta laiklik ilkesinin korunması olmak üzere irticayla mücadelede ihtiyaç duyulan yasal düzenlemelerle ilgili hazırlıklar hükümete sunulmuştur. Genelkurmay Başkanlığı, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Merkezi’ne kendiliğinden müracaat ederek çalışmalara katılmıştır.”
'İSLAMİ SERMAYE 337 TRİLYONA ULAŞTI'
“İrticayıcayı destekleyen 7 büyük holding, 4 bin şirket, 11 özel finans kurumu, 4 binin üzerinde vakıf ve dernek bulunmaktadır. A'ya 1997’de 553 milyar TL, Y.'ye 1998’de 3.1 milyon TL, K.'ye 8.5 trilyon, Ü'ye 6 trilyon verilmesi irticayı sermayenin ekonomide söz sahibi olmasını sağlamıştır. 1995’te 20 milyar sermayeyle kurulan K. 2 yıl içinde sermayesini 5 bin kat artırarak 100 trilyona çıkarmıştır. Özel finans kurumları, mili ekonomiye alternatif ayrı bir İslami sistem oluşturmaktadır. Bu finans kuruluşlarının 1990’da 1.7 milyon TL olan aktifleri 1997’de 337 trilyona ulaşmıştır. Bu kaynak ile irticaya destek veren kuruluşlar, akıl almaz bir süratle büyümüşlerdir.”
23 aralık MGK toplantısında özel finans kurumlarının durumları görüşülmüş ve hükümetten, özel finans kurumlarının durumlarının düzenlenmesi ve Bankalar Yasası’na benzer yasal düzenlenme yapılması istenmiş tir.
RAPORDAKİ 2. BAŞLIK GÜLEN HAREKETİ
17 Mart 1998 tarihli raporda Refah Partisi’nden sonra üzerinde en çok durulan konu Fethullah Gülen ve cemaatiydi. Raporda Gülen’in hedefinin “okullarında beyinlerini yıkadığı gençlikle oluşturacağı toplum vasıtasıyla laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olan TC’yi sona erdirip yerine şeri yasaların hâkim olduğu İslam devletini kurmak” olarak açıklanıyordu.
Bu amaca hizmet ettiği söylenen ve Gülen’e bağlı olduğu iddia edilen 182 okul, 300 dershane ve 240 yurttan söz ediliyordu. Bu kurumların 200 civarında vakıf ve yine 200 civarında şirket tarafından desteklendiği belirtilen raporda, yurt dışında ve özelikle de Orta Asya’da açılan okullardan duyulan rahatsızlık dile getiriliyordu.