29 Şubat 2012 Çarşamba

28 Şubat’ın ruhu hâlâ buralarda / Dr. HAKKI TAŞ


İktidar olmakla muktedir olmak arasında ayrım yapılırken, Türkiye’de yürütme erkinin nasıl askeri ve yasal engellerle kısıtlandığı üzerinde durulur. Oysa 28 Şubat darbesinin esas başarısı, sadece baskı ve yasaklarla değil, -küreselleşmenin ve popüler kültürün rüzgârını da arkasına alarak- rıza üreterek ilerlemesidir ve bu anlamda, 28 Şubat ruhu hâlâ iktidardadır.


Her sene Şubat ayının sonlarına doğru, Türkiye’nin “postmodern” diye ad yakıştırdığı darbe yeniden gündeme geliyor. Artık bir gelenek halini alan şekliyle bir yandan 28 Şubat’ı tel’in, bir yandan da günah çıkarma ve demokrasiye iman tazeleme furyası gazeteleri kaplıyor. Oysa bu kendini tekrar eden demeçler arasında, 28 Şubat neredeyse sadece Refahyol hükümetinin devrilmesine indirgeniyor, AK Parti’nin iktidara gelmesiyle de sürecin bittiğine, durumun “telafi” edildiğine hükmediliyor. Böylece 28 Şubat’ın bütün mağduriyetleri, AK Parti iktidarının gölgesinde unutuluyor.

28 Şubat’ın “gerekirse bin yıl süreceği” kehaneti, bir adanmışlıktan da öte somut bir projenin ifadesidir. Ordu, iktidara kim gelirse gelsin, kendi dediğinin olması için yeni siyasi ve hukuki araçlar edinirken İslami kesimin önünü kesmek için türlü müdahaleler yapıyordu. Burada, askerin siyasal İslam’ı ehlileştirmek, “Batı-karşıtı anti-kapitalist dinciler”den “Müslüman demokratlar” çıkarmak gibi bir derdi yoktu. Amaç, devletin şimdiye dek “fazla yüz gösterdiği” İslami oluşumları “temizlemek”ti.

Hesaplaşmak, yüzleşmek...
Böyle bakıldığında, iktidarı devirmek kadar önemli olan şey, gerekirse bin yıl sürecek şekilde bir sistemin şekillendirilmesiydi. Bir yönüyle ters tepen proje, öyle 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle de hemen bitmiş değildir. Kırmızı Kitap’tan Başbakanlık Takip ve Koordinasyon Kurulu’na, irticayla mücadele genelgelerinden EMASYA protokolüne dek pek çok konu, ancak 2010 yılında ele alınabilmiştir. Başörtüsü sorunu de facto çözümlerle yeni yeni aşılırken; sivil-asker ilişkilerinin rayına oturması da Avrupa Birliği sürecinin sivilleştirici reformlarından çok, Ergenekon davası sonrasına denk gelir.

Geç de olsa 28 Şubat darbesiyle ilgili yapılanlar, önceki darbelere kıyasla -mesela bir 12 Eylül muhasebesinin 30 yıl sonra ancak başlayabildiği düşünülürse- çok daha ümit vericidir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü 28 Şubat soruşturması, sonuna kadar gidildiği takdirde, Türkiye’de köşe tutan pek çoklarını rahatsız edecek, etkileri günümüze uzanan bir devrin köklerine ayna tutacaktır.

28 Şubat darbesi, olağanüstü durumların olağanlaştığı, hatta “vatan, millet” söylemleriyle bir güzel bezendiği bir süreçtir. Tuğgeneral Osman Özbek, bir bayram günü devrin Başbakanı hakkında mikrofonlara “Ulan pe..... dinde krallık var mı?” diye çıkıştığında olağan görülmek bir yana, alkış görüyordu.  Bir yazar, “öğretmen maaşı çavuş maaşına eşit” diye yazdığı için Özkasnak Paşa “Onun makadına süngü takar cepheleri gezdiririm” dediğinde ise gazetecilik haklarından dem vuran pek kimse olmamıştı; hatta müstahaktı.

Devlet adına bir “refleks gazeteciliği” hâkimdi; hemen her gün komutanlarla konuşulup söylenenler manşete taşınıyor, paşalar konuşmayınca onlar namına ihtarlar çekiliyordu: “Bir gün, ‘Paşam, bugün ne yazalım?’ diye sordular. Paşa da ‘Kafanıza göre bir şey çakın’ dedi. Sonra komutan söylemiş gibi haber yazdılar” diye not düşen Can Ataklı dönemin anlayışını özetliyordu.

Başörtülü öğrencilere “Bu başınızdakilerle girerseniz, baştan kaybedersiniz!” diye uyarılarda bulunuluyor, üniversite anfilerinde koca koca profesörler “Biz şimdilik bunları derse alırsak, 10 yıl sonra bunlar başı açık arkadaşlarımızı derse almaz” ya da “Sen başını açtığında arkadaşların sana zina mı düşünecek?” diyerek derin (!) analizleriyle yasağın bekçiliğini yapıyorlardı.

Kurulan ikna odaları, yasaklar, atılmalar ve bütün bu olağanüstü haller curcunası karşısında belki de en cesurcasını Gülay Göktürk demişti: “Kurun anti-irtica milislerinizi; salın topluma. Başörtülü avına çıkarın. Sonra da gururla açıklayın: ‘Toplum içinde yürütülen ikna çalışmaları sonucu, başörtülü kadınlarımızın yüzde 85’i başlarını açtı.’... Ben Tanrı’ya inanmam. Ama eğer varsa, eminim ki, siz kesin cehennemliksiniz.”
Yasaklar ve baskılar eliyle; vatandaş ile halk arasındaki çizgi yeniden çiziliyor, bir nevi haddi bildiriliyordu. Süreç boyunca yapılanlar, Kenan Evren Paşa’ya atfedilen sözü hatırlatıyor: “Evet, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir; ama bu memleketin de sahipleri vardır”.

Ezilmişlik ve zencilik
28 Şubat’ın beslediği mağduriyet söylemi, aslında AK Parti’nin 2002 seçimleri öncesi ve sonrasında sıkça kullandığı bir retorikti. 2003’te Başbakan Erdoğan “Bu ülkede beyaz Türkler ve zenci Türkler ayırımı var. Kardeşiniz zenci Türklere mensuptur”, diyordu. 2010’a gelindiğinde de Erdoğan, İmam Hatiplilere seslenirken “İmam Hatip mezunu olmayı büyük bir iftihar nişanı olarak üzerimde taşıdım... Bizi okurken, okul bittikten sonra aşağıladılar. Öyle hocalarımız çıktı ki ‘bize ölü yıkayıcısı’ dediler. Zenci dediler; doktor olamazsınız, ‘muhtar bile olmazsınız’ dediler. Allah’a şükür bugün gelinen nokta ortada” diyor ve devrin değiştiğini işaret ediyordu.

Bir yönüyle doğruydu; üstelik bazı yerlerde İmam Hatip mezunu olmak bir ayrıcalık haline gelmişti. Ama ıskalanan bir nokta var: Zenci Türk kavramı, Türkiye’de daha çok ezilmişlik üzerinden kurgulansa da zencilik, esas olarak bunun içselleştirilmesinde, yani eziklikte yatar.

Frantz Fanon, zencilerin nasıl hiçleştirildiği ve bir aşağılık kompleksine itildiğini anlatırken “Siyah insan, insan değildir” der. O, elinden geldiğince beyazlaşmalı, derisini değiştiremediğine göre kültürünü değiştirmelidir. Bunun için kendi dilini unutmalı, hiç değilse unutur gibi yapmalı, sömürgeci beyazların dili Fransızca’yı iyi öğrenmelidir. Çünkü Fransız kültürünü benimsedikçe kapılar açılacak ve daha bir “eşit” olunacaktır.

Siyah insan için sınıf atlamanın bir başka yolu da beyaz bir eşle evlenmektir: “Parisli bir kızı koluna takarak metropolden dönen bir arkadaşımın bizde uyandırdığı o derin ve çözümlenmesi güç hayranlığı hatırlıyorum şimdi” der Fanon. Bir beyaz insanın cinsel ve duygusal ilgisine layık olmak ne büyük şereftir! Bir beyaz kadına “sahip olmak” içinde bulunduğu ezikliklere karşı tam sadra şifadır.

Beyazlaşma süreci
Yasaklar aşıldı, kapılar açıldı, makamlar yükseldi.

Hem, “bütçe tamam; orduya selam” günleri de geçmiştir artık.
Ama “yüzüstü çok sürünenler” artık sırtüstü sefa sürse de, zencilik hali öyle üstüne sünger çekince silinmiş gibi değildir.

Dindar kesimin elitleri arasında; kendi düşüncesinden olan insanlara değer vermeme, hep merkez medyadan ve “beyaz Türkler”den olumlanmayı bekleme gibi haller, “bizden adam olmaz/çıkmaz” psikozunun yansımalarıdır. Bu bağlamda; eşinin başörtüsünden utanma; mümkünse seküler dünyadan başı açık, her cemiyete “çekinmeden” yanında götürebileceği birisini tercih etme; daha da mümkünse bir Amerikalı ya da Rus’la evlenip birkaç sınıf birden atlama, bu anlayış içinde “evla” görülür.

Aşağılık kompleksinin en somut özelliği olan kendinden nefret etme(self-hatred), II. Dünya Savaşı öncesi Yahudilerde de yaygındı ve hatta onları antisemitizme ve Nazi saflarına itmişti. Günümüzün İslami kesimlerinde de yaygın olan bu iç-nefret duygusu, farklı şekillerde kendini gösteriyor. Kendi camiasından insanları ve aslında kendi değerlerini sürekli bir “köylülük”le özdeşleştirme çabası ve kendi değer yargılarından ve çevresinden utanma duygusu bunun bir örneğidir. Merkez Bankası Başkanı’na ait evin kapısının önündeki ayakkabıları diline dolayan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belleten bir yol gösterici olsa da olur olmasa da; esas olan özdeki yol göstericilerdir.

“Dindarım ama entelektüelim de” düşüncesi içinde ve buradaki “ama”nın yansıttığı yargılardan bir türlü sıyrılamayarak kendini ispat ve bazen yaranma gayreti yoğundur. Dine, demokrasi ve insan hakları gibi Batı kökenli kavramlar üzerinden değer biçme, “İslam’da da demokrasi vardır” gibi özürsemeci (apologetic) söylemler, dinin önemini ispat adına bir zamanlar Bergson’a, sonra Weber’e referanslar, şimdilerde de liberal demokrasi kavramı içinde yer bulmalar aynı hiyerarşik kategorilerin ürünüdür.

Tasavvuf iyidir hoştur, ama poptan da anlamalıdır cazdan da. “Öz yurdunda garipsin; öz vatanında parya” denilip coşulan günlerle birlikte Necip Fazıl da artık gerilerde kalmıştır, mümkünse birkaç yabancı şair ya da yazarı favori belirlemelidir. Başörtüsü, neredeyse siyah insanın derisi gibi çıkmayacağına göre, modanın renkleri takip edilerek, takıp takıştırarak fark telafi edilmelidir. Motivasyonu ne olursa olsun, başlangıç noktasından çok farklı bir yerlerde belki de vaktiyle dedikleri gibi “melez desenler” oluşmaktadır.

İktidar olmak ya da olamamak
İronik olan, dindar kesimin söylemde bir yandan Beyaz Türkler’i hedef tahtasına koyup onları bu milletten olmamakla, halka yabancı olmakla ve üstten bakmakla suçlar ve dışlarken, diğer yandan beyazlaşmaya ve sınıf atlamaya gösterdiği özendir. Kısacası, dindar kesimin kendi olmakla ilgili sorunu vardır ve esas olarak “normalleşme”nin aranması gereken yer de burasıdır.

İslami kesimde eziklik hissi, şimdinin hikâyesi değil. On yıllardır okutulan ders kitaplarından Şaban filmlerindeki yobaz imamlara ve sinsi hacı amcalara kadar sıralanabilecek pek çok etkenin çorbada tuzu var. Bununla birlikte, zamane dindarları arasındaki bu ruh halinde, en çok 28 Şubat sürecinin taze izleri öne çıkıyor.

İktidar olmakla muktedir olmak arasındaki ayrım yapılırken, Türkiye’de yürütme erkinin nasıl siyasi ve yasal engellerle kısıtlandığı üzerinde durulur. Oysa gerçek iktidar, bilinç düzeyindeki iktidardır. Bu anlamda, 28 Şubat darbesinin esas başarısı, sadece baskı ve yasaklarla değil, -küreselleşmenin ve popüler kültürün rüzgârını da arkasına alarak- rıza üreterek ilerlemesidir ve bu anlamda, 28 Şubat ruhu hala iktidardadır.