“Bu iki adamı çekip vurmak gerekirdi.” Amerikan istihbarat tarihinin altın cümlelerinden biri olarak kabul edilebilecek bu söz, ABD Dışişleri Bakanlığı eski İstihbarat Daire Başkanı Carl Ford’a ait. Ford’un, demokrasilerde neyse ki pek akla gelmeyen, akla gelse de bu kadar kolay telaffuz edilmeyen bu“western” usulü muameleye layık gördüğü iki adam ise, Amerikan Merkezî İstihbarat Teşkilatı (CIA) eski Başkanı George Tenet ile Yardımcısı John McLaughlin’den başkası değildi.
Aslında Ford’u bunca öfkelendiren süreci anlatmaya, büsbütün yaldızlı bir istihbarat vecizesinden başlamalıyım. Amerikan Başkanı ile CIA Başkanı arasındaki özel konuşmalar haliyle pek bilinmez. Fakat 12 Aralık 2002 günü, Beyaz Ev’de George W. Bush’la George Tenet arasında geçen konuşma bunun istisnasıdır. Hatırlayın; o sırada Bush, 11 Eylül saldırıları ertesinde Afganistan’ı işgal etmiş, Irak’a saldırma hazırlıklarını da gürültülü bir “sessizlik” içinde yürüten bir başkomutan. Tenet ise, Demokrat Başkan Clinton’ın beş yıl önce göreve getirdiği, Cumhuriyetçilerle de uyumlu çalışacağı anlaşılınca CIA’in patronu olarak koltuğunu koruyabilmiş karizmatik bir bürokrat. İki George’un gündeminde, Irak’ta kitle imha silahı olup olmadığı var; Bush sorunca, Tenet istihbaratın değil, basketbol terminolojisinin içinden konuşuyor:“It’s a slam-dunk case.” Yani CIA Başkanı’na göre, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu tezinin doğruluğu, basketbolda potaya smaç yapıp sayı kazanmak kadar garantili, su götürmez bir gerçek.
Oysa işin aslının böyle olmadığı, CIA’in Irak’ın silah kapasitesi konusunda Bush yönetimini ve Kongre’yi yanılttığı, bu konuşmadan iki buçuk yıl sonra Amerikan resmî raporlarına yansıdı. Tabii, dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell ile Başkan Bush’un yanlış istihbaratla bezeli birer konuşma yapıp, kendilerini tarih önünde rezil etmeleri suretiyle skandal büsbütün katmerlendikten sonra...
Powell, 5 Şubat 2003’te, bütün dünyanın gözleri üzerindeyken Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde konuştu, eldeki “çok sağlam” istihbarat bilgilerine göre Irak’ta mobil biyolojik silah laboratuvarları bulunduğunu anlattı. Önündeki CIA raporundan bazı cümleleri aynen tekrarlayan Powell’ın bu yanlış ifşaatı, ABD’nin Irak’ı işgalini siyaseten kolaylaştırdı.
Ancak savaş başladıktan sonra, Irak’ı karış karış arayan Amerikan askerleri, o mobil silah laboratuvarlarını bir türlü bulamadılar. “CIA yalan söyledi” şüphesi yayılıyordu ki, askerlerin bulamadığını istihbaratçılar buldu! Tenet’in talimatıyla, 28 Mayıs 2003’te altı sayfalık yeni bir istihbarat raporu hazırlanıp Bush’a sunuldu. Irak’ta ortaya çıkarılan bir traktör römorkunun biyolojik silah laboratuvarı olarak kullanıldığı saptanmıştı. Bush, CIA’e güvendi ve bir gün sonra 29 mayısta Polonya’ya yaptığı ziyaret sırasında bunu dünyaya ilan etti: “Kitle imha silahlarını bulduk.”
Bu görüntünün perde arkasında yaşananları ise daha sonra Amerikalı gazeteciler ortaya çıkardılar. Tenet’in altı sayfalık raporunu öğrenen Dışişleri İstihbarat Daire Başkanı Ford aynı gün devreye girmiş, Bakan Powell’a, “Efendim, sizi Birleşmiş Milletler’in önünde hatalı konuşturdular, şimdi de bu düzmece raporu yazdılar” demişti. Powell’a sunulan yanlış istihbarat, bu kez beyzboldan matuf bir kod adla“Curveball” (kavisli top) diye anılan, sürgündeki bir Iraklı Baas karşıtından geliyordu. Alman istihbarat örgütü, Curveball ’un verdiği bilgilerin güvenilmez olduğunu saptamış, Powell’ın konuşmasından bir gün önce bu durumu Tenet’a iletmiş, ancak Tenet, Bush yönetimini uyarmamıştı. Daha sonra da, traktör römorkuyla ilgili uyduruk bir rapor kaleme alındı. Ford’a göre, CIA’in başındaki iki adamı çekip vurmak gerekiyordu: “Çünkü dürüst davranmadılar. O raporun yazımına bizzat katıldılar. Üstelik, yaptıkları samimi bir hata değildi. Basbayağı yalan söylediler…”
Tenet’le McLaughlin’in mumları yatsıya kadar yandı; peki, sönünce ne oldu? ABD, bu istihbarat yalanlarının üzerine nasıl gitti? Yalanların ya da hadi biraz kibar olalım “yanılgıların” hesabı soruldu mu?
Sorunun kısa cevabı, “Sonuçta pek bir şey olmadı” diye verilebilir ama biz yine de ayrıntıya bakalım. Başkan Bush, 2004’te, bu istihbarat rezaletine karşı iki somut adım attı. Birincisi, CIA’in 11 Eylül saldırılarını öngörememiş, daha da vahimi, Federal Soruşturma Bürosu’ndan (FBI) gelen“ABD’deki El Kaide faaliyeti” raporlarını gözardı etmiş olduğunu hesaba katarak, CIA Başkanı’nın da üzerinde görev yapacak bir Ulusal İstihbarat Direktörü (DNI) atadı. Bu direktör, ABD’de sayısı on altıyı bulan sivil ve askerî istihbarat birimlerinin tepe yöneticilerini bir kurulda toplayacak, aralarında eşgüdümü sağlayacak, görev çatışmalarını önleyecek ve CIA dahil on altı birimin hepsinin denetiminden birinci derecede sorumlu olacaktı. Böylece bizde yaşanan krizin merkezindeki MİT-Emniyet çekişmesinin bir benzeri, iki kurumun da üzerine bir isim atanarak giderilmek istenmişti. Dahası, ilk “DNI” olarak bu görevi üstlenen John Negroponte, Irak’ta kitle imha silahları bulunduğu yanılgısının kaynağına inmekle de görevlendirildi.
Ama Amerikan medyasının, istihbaratçıları yerden yere vurmaya başladığı bir sırada, Bush bu atamayla yetinemezdi; ikinci bir adım daha atıp, Beyaz Ev’e rapor sunmak üzere dokuz üyeli bağımsız bir istihbarat komisyonu görevlendirdi. Başına eski bir Demokrat senatörle, emekli bir Cumhuriyetçi yargıcı getirdi ve onlara sordu: “Bu hatayı nasıl yaptık?”
Komisyon bir yıllık çalışma sonunda resmî raporunu 31 Mart 2005’te açıklarken, Negroponte’ye ve CIA’e “Bu bulguların gereğini yapın” çağrısında bulunmayı da ihmal etmedi.
Rapor vahimdi: “ABD’nin istihbarat örgütlerinin, Saddam Hüseyin’in kitle imha silahı ürettiği konusundaki bildirimleri kesinlikle yanlıştı... İstihbarat yetkilileri, Curveball kod adlı kaynağın bilinen bir ‘fabrikatör’ (uydurmacı anlamında) olduğu anlaşıldıktan sonra bile, ondan aldıkları bilgileri geri çekmeyerek affedilmez bir hata işlediler. İstihbaratçıların yanlış bildirimleri ve bunları düzeltme konusundaki zafiyet o kadar ciddidir ki, DNI mutlaka kurumları tek tek gözden geçirip somut önlem almalıdır.” Bu ifadelerin yanı sıra, raporda istihbarat yalanlarından sorumlu tutulan üç birimin adı da tek tek veriliyordu: “CIA Silah İstihbarat Merkezi (WINPAC), Kara Kuvvetleri Ulusal Yer İstihbaratı Merkezi (NGIC) ve Pentagon Beşerî İstihbarat Servisi (DHS).”
Kongre ve medya ataktaydı; Amerikan demokrasisi, kendi yalanlarıyla bu rapor sayesinde yüzleşebilir, hatası, ihmali, kusuru, çarpıtması söz konusu olan istihbaratçılar adalet önünde hesap verebilirdi.
Olmadı. Tenet, söz konusu komisyonun göreve başladığı günlerde istifa etti ve Bush onu, “İşini mükemmel yaptın” diyerek uğurladı, ardından bir de Başkanlık Madalyası ile onurlandırmayı unutmadı. Rapor yayınlandığında da, Tenet’a ve diğer kusurlu birimlerin sorumlularına kimse dokunmadı.
İŞKENCECİ AJANLARIN BEKAASI
İstihbarat yalanlarını, “samimi yanılgı” diye “masum hata” diye
mazur göstermek yukarıdaki gibi durumlarda ziyadesiyle zor ama belki
imkânsız değil. Ancak Amerikan tecrübesi bize, samimiyetin, masumiyetin
asla söz konusu olamayacağı, CIA görevlilerinin bilerek, açıkça suç
işlediği durumlarda da “Başkan’ın özel görevlendirmesi” benzeri zırhlarla korunarak, adalet önünde hesap vermekten kaçabildiklerini gösteriyor.El Kaide şüphelilerini sorgularken işkenceye başvuran CIA ajanlarının yargılanmaması, Amerikan demokrasisinin hâlihazırdaki en büyük yüzkarası. Bu durumu değiştirmeye dönük bazı demokrat çıkışları ve Amerikan devletinin bunlara karşı direnişini birkaç vinyet halinde aktarmaya çalışacağım.
İlk olarak, 24 Nisan 2008’e, Amerikan Temsilciler Meclisi’ne gidiyoruz... Kongre’de Türkiye Dostluk Grubu başkanlığı yaptığı için, bu diyarda da çok tanınan Demokrat vekil Robert Wexler, Adalet Komisyonu’nda FBI Başkanı Robert Mueller’ı sorguluyor; o kadar kararlı bir sorgu ki bu, okurken FBI Başkanı’yla Kongre üyesinin konuşmayıp güreştikleri hissine kapılıyor insan. İşin ilginç yönü, Wexler’ın Mueller’ı, El Kaide sorgulamaları konusunda FBI’ın değil, CIA’in ihlallerine göz yummakla suçlaması.
“FBI’daki ajanlarınız, size CIA ve Savunma Bakanlığı’nın yasadışı sorgulama teknikleri kullandığını bildirince, ajanlarınızı sorgu sürecinden geri çekmekle yetinmek yerine, onların bu yasadışı sorgulamaları tümüyle önlemesini sağlamanız gerekmez miydi?”Mueller, bu soru üzerine FBI tüzüğünün, kendi ajanlarının işkence yapmamasını gerektirdiğini vurgulayan bir cevap veriyor. Bunun üzerine Wexler yine soruyor: “Sizin tüzük, CIA’in ve Savunma Bakanlığı’nın yasadışı sorgu yöntemi kullanması durumunda FBI’ın ne yapması gerektiğini söylüyor?” FBI Başkanı, “Biz durumu uygun yetkililerin dikkatine getirir ve tekniklerin yasal mı yasadışı mı olduğuna karar vermelerini isteriz” diyor. Vekil Wexler, “Uygun yetkililerin dikkatine getirdiniz mi peki” diye üsteleyince, FBI Başkanı “Size sadece tüzüğümüzü uyguladığımı söyleyebilirim” diyerek minderden kaçıyor.
“Uygun yetkililer” ifadesi, burada siyasi iradeyi ve yargıyı işaret ediyor kuşkusuz; FBI özelinde bu, kurumun bağlı bulunduğu ve aynı zamanda “Başsavcı” statüsü taşıyan Adalet Bakanı’nı akla getiriyor. Kaldı ki, 2008’de ABD’de “waterboarding” başta olmak üzere, birtakım işkence yöntemlerinin Bush yönetiminin göz yummasıyla CIA tarafından uygulandığını bilmeyen yoktu. Bush suç ortağıydı velhâsıl; umutlar 2008 sonunda seçimleri kazanarak, kendi çapında bir devrim yapan Barack Obama’ya bağlandı. İkinci vinyetimiz, bu umutların nasıl bir “gri alanda” sönüp gittiğini kavramamızı belki sağlayabilir:
Aslında, başlangıç iyiydi. Obama, Ocak 2009’da başkanlık yemini etmesinden iki gün sonra, yapması gerekeni yaptı. 13491 sayılı Başkanlık Genelgesi ile, bütün Amerikan kamu görevlilerinin, işkence yapmamak konusunda Amerikan yasalarını ve uluslararası sözleşmeleri uygulamakla yükümlü olduklarını kayda geçirdi. Bu, “İşkence suçtur” demekti. Bu aynı zamanda, “İşkence suçunu işleyen yargılanır” demekti.
ABD Adalet Bakanlığı, CIA’e mensup kamu görevlilerinin sorgu sırasında işkence uyguladığı iddialarına dair yeni bir soruşturma başlattı, adalet nihayet yerini bulacaktı. Ama Nisan 2009’da, CIA’in yedi eski başkanı bu soruşturmayı kıyasıya eleştiren ortak bir mektup kaleme aldılar ve mektubu, dosyanın sahibine, “Başsavcı” olarak soruşturma savcılarını denetleyen Adalet Bakanı Eric Holder Jr.’a değil, doğrudan Başkan Obama’ya gönderdiler. Talepleri gayet cüretkârdı: “Yetkinizi kullanıp, Adalet Bakanı’nın bu soruşturmayı yeniden açma kararını geri aldırın.” İşin tuhafı, Obama’nın böyle bir yetkisi yoktu. ABD’de savcıların ve hatta kendisine bağlı Adalet Bakanı’nın kimi soruşturacağına Başkan karışamaz, Beyaz Ev yargıya asla dokunamazdı.
Ya da kâğıt üstünde böyleydi bu; kurallar ve yasalar böyle söylüyordu. Ama istihbaratçıların aşık attığı“gri alanın” kurallardan, yasalardan azade olduğunu, bu alanda “dokunulmazlık” teamülünün her şeyin üzerine çıktığını gördük. Obama, 17 Nisan 2009’da, “Bush döneminde, terörizm şüphelileri üzerinde haşin sorgu teknikleri kullanan CIA ajanlarının kovuşturulmayacağını” açıkladı. Çoğu sıkı birer Obama destekçisi olan insan hakları grupları isyan ettiler; Beyaz Ev, “özel durum” diyordu, “Başkan Bush’un yaptığı görevlendirme” diyordu,“ulusal güvenlik” diyordu, bunları diyerek “savunulamaz” görüneni savunuyordu.
Obama’nın kararı, istihbarat camiasını memnun etti; Bush döneminde Tenet’tan sonra CIA başkanlığı yapan General Michael Hayden şöyle dedi mesela: “Eğer bir istihbarat servisinin size hizmet etmesini istiyorsanız, onların her zaman tam sınırda görev yaptığını hesaba katacaksınız. İstihbaratçılarınızı, görevin doğasından kaynaklı işler nedeniyle yargılarsanız, onların istihbarat toplamasını engeller ve yabancı istihbarat servislerinin CIA ile bilgi paylaşmasını imkânsız kılarsınız.”
Bu sözlerin meali, “İstihbarat pistir, pis kalacaktır” olabilirdi ancak. Halen, dünyanın dört yanında fiilen geçerli olan durumun iyi bir tarifi galiba.
Daha geçenlerde yine ABD’de açılan bir soruşturmayı hatırlayarak bitirelim. 22 Ocak 2012’de, Adalet Bakanı Holder, eski CIA çalışanı John Kiriakou hakkında soruşturma başlattı. Kiriakou, CIA’de görevli olduğu dönemde El Kaide şüphelisi Ebu Zübeyde adlı kişiyi nasıl yakalayıp sorguladıklarını ABCtelevizyonu ile New York Times’a anlatmıştı. Kiriakou, “Waterboarding yaptık” diyor, operasyonda görev alan bir CIA ajanının da ismini veriyordu. Şimdi Amerikan mahkemeleri onu,“İstihbarat tekniklerini ve istihbaratçıların kimliğini deşifre etmek” suçundan yargılamaya hazırlanıyor. Görevini ifa ederken suç işleyen istihbaratçıları adalet önüne çıkarmayı reddeden bir devlet, bu suçun işlendiğini basına anlatanları affetmiyor anlayacağınız.
Tabii, bu sadece bir tesbit. Durum böyle mi olmalı? Hayır. Durum böyle mi? Evet.