18 Şubat 2009 Çarşamba

İsrailli komutanla terbiye edilmek / Yıldıray Oğur

“Şırnak’taki ücra dağlık bölgeye ilk kez gittiğim 1989 yılında, Türkiye’deki Kürt meselesi hemen hemen hiçbir gazeteci tarafından ele alınmamıştı. Çukurlarla dolu tozlu topraklı bir yolu takip ederek, taş ve çamurdan yapılmış evlerden ibaret köye gittiğimizi anımsıyorum; burada, PKK militanı kızın mezarının küçük bir taşla işaretlendiğini gördüm. İsmi Zahide’ydi ve Türk ordusuyla girişilen bir çatışmada ölmüştü. Köydekilerin anlattığına göre askerler onu köy dışındaki belirsiz bir yere gömmeye kalktıklarında, buldozerler toprağı delememişti. Üç kez denemişler ve üç kez başarısız olmuşlardı. Halk bunu, Allah’ın kızı –ve PKK’nın mücadelesini- koruyup gözettiğinin bir işareti olarak yorumluyordu. Askerler sonunda kızın cesedini gömülmesi için ailesine teslim etmişti. Küçük mezarı, zamanla, özellikle kadınların koca bulmak ve çocuk sahibi olmak için dua etmeye geldikleri bir adak yerine dönüşmüştü. Bu hikâyeyi dinledikten sonra kendi mensuplarına karşı zalimane tutumuna, Kürt sivillere karşı düzenlediği kanlı saldırılara rağmen, Türkiye’deki Kürtlerin çoğunluğunun yanı sıra Avrupa’daki birçok Kürtün de bağlılığını kazanmayı başarmış PKK hakkında daha derinlemesine bilgi edinmeye karar verdim.”
Uzun yıllar Türkiye’de çalışmış ABD’li gazeteci Aliza Marcus’un Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi adlı kitabı insanın tüm enerjisini içine çeken bu çarpıcı hikâye ile açılıyor. İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen kitap geçen hafta raflarda yerini aldı. Aynı gün kitap üstüne Taraf editörlerinden Kurtuluş Tayiz’in herTaraf sayfalarında çıkan (şiddetle okumanızı önerdiğim) değerlendirmesinin başlığı ise çok manidardı:
Bize Kendi Savaşımızı Anlatıyor. Kurtuluş yazısını da şöyle bitirmiş: “30 yıldır süren ve 40 binden fazla Türk ile Kürtün ölmesine neden olan bir isyanı bu kadar derinlemesine anlatanın ilk kez bir yabancı gazeteci olması üzerinde herkesin düşünmesi gerekir.” Evet. 16 yaşındaki Zahide’nin, elinde silah dağ başlarında ne işi olduğunun, cenazesinin evliya kıssası gibi anlatılmasının, mezarının türbeye dönüşmesinin hikmeti üzerinde yeterince düşünmedik. Bu kadar yürek burkan, bu kadar yerli bir hikâye, Amerikalı bir gazeteciyi çarptığı kadar bizi çarpmadı. Özellikle de bu ülkenin dindarlarını. Hâlbuki bunu en iyi onlar anlayabilirdi. 16 yaşındaki bir kızın dağa çıkmasını, katı bir Leninist-Stalinist örgüt saflarında çarpışırken öldürülmesine rağmen cenazesinin dindar Kürtler tarafından evliya kıssaları gibi anlatılmasını, mezarının türbeleştirilmesini en iyi onlar anlayabilirdi. Mazlum-Der, Özgür-Der gibi sivil toplum kuruluşlarının her türlü takdirin üstünde olan duyarlı çabaları, Kürt Sorunu ile ilgili bugünlerde Erbil’de bir toplantı düzenleyen Gazeteciler Yazarlar Vakfı’nın gayretleri tüm bu eleştirilerin dışındadır. Ama tüm bu samimi çabalar bile Türkiye’nin büyük dindar kitleleri için devletin anlattığı “Sünnetsiz PKK’lılar” hikâyesinin hâlâ daha cazip olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Bu konuda yaşadığım en son hayal kırıklığının adresi, hiç tartışmasız Türkiye televizyonlarının en iyi programı olan Meksika Sınırı’ydı. Ayaküstü olsa da tanımaktan büyük mutluluk duyduğum üç vicdanlı entelektüelin yaptığı ve şimdiden efsane haline gelmiş programın geçen haftaki bölümüne “Gazze konusundaki duyarlılığınızı takdir ediyorum. Ama aynısını neden Kürt meselesinde de göstermiyorsunuz” diye tercüme edilebilecek bir mail geldi. Bu mailin okunmasından sonra programda söylenenler sahiden büyük bir hayal kırıklığı oldu benim için. Hem o programı yapan şahane insanların adalet duygusuna ve anlayışına hem de Gazze katliamı sırasında hâlâ bir vicdanı olduğunu gösteren Türkiye toplumuna güvenerek yazıyorum bunları. Evet. Filistin sorunu-Kürt sorunu, İsrail-Türkiye, Filistinliler-Kürtler tüm bu eşleşmeler birbirine tam olarak benzemiyor olabilir. Evet doğrudur. PKK’nın eylemleri, dili ve hatta varlığı, Emine Ayna gibi siyaset bilmeyen siyasetçilerin açıklamaları bu empatileri kurmayı zorlaştırıyor da olabilir. Ama dünyanın her yerinde yanan insan cesetlerinin kokusu aynıdır.
Lütfen samimi ve dürüst olalım. Gazze’de İsrail bombaları ile yakılan insanların kokusu mu, Güçlükonak’ta JİTEM tarafından yakılan köylülerin cesetlerinin kokusu mu burnumuzu daha çok rahatsız etti? Biri burnumuzun dibinde olmuştu hâlbuki. Gazze’de okulda, hastanede, plajda öldürülenler gibi, 2006 yılında Diyarbakır Koşuyolu Parkı’nda bir yaz gezmesine çıkmışken öldürülenler de çocuktu. Evet, ceset kokusu ya da duyarlılık yarıştırmak hoş değil. Ama bir Kürt’ün Gazze tepkilerine bakıp kıskanmaya, adalet istemeye, kızmaya da hakkı yok mudur? Ve bu konuda adaletli olmayı beceremeyen kullarını Allah, elinde hâlâ Gazzeli çocukların taze kanı olan İsrailli komutanların azarlarıyla terbiye etmez mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder