"Aksiyon" dergisinin geçen haftaki sayısında tarihçi Hakan Özoğlu ile yapılan bir söyleşide hilafetin kaldırılmasıyla ilgili çarpıcı bir ayrıntı yer alıyor. Özoğlu'nun ABD arşivlerinde rastladığı bu diplomatik yazıda, Türkiye'nin halifeliği kaldıracağı, bir hafta kadar önce Washington'a bildirilmişti.
İşin daha ilginç yanı, ABD'li diplomatın bu bilgiyi bir Fransız meslektaşından almış olmasıdır. Demek oluyor ki, Fransızlar ve ABD'liler daha Türkiye'de yaşayanlar olup bitenlerden habersizken, açıktan veya gizliden haberdarlar gelişmelerden. Bu durumda hilafetten ödleri kopan İngilizlerin bu işe çok önceleri agâh olduklarını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Hakan Özoğlu'nun, elindeki belgeyi bir an önce yayınlamasını beklerken, manzarayı netleştirmek bakımından tuvale bazı fırça darbeleri atmakta fayda var. O zaman belgenin büyük ölçüde yerine oturacağını söyleyebiliriz.
Malum, halifelik, 3 Mart 1924'te kaldırılmış ve Halife Abdülmecid, hanedan üye ve mensuplarıyla birlikte aynı gece yurtdışına çıkarılmıştı. Gerçi kanunun gerekçesinde hilafetin "şahs-ı manevisi" (tüzel kişiliği) TBMM'nin uhdesine devredilmişti deniliyordu ama bunun, bir devamlılık sağlamaktan ziyade, hilafetin bir "meraklısı"nın eline geçmesine mani olmaya yönelik iğdiş edici bir tedbir olarak anlaşılması doğru olurdu. Açıkçası bu karar, halifeliğin sonu anlamına geliyordu.
Çeşitli bahaneler üretildi elbette. Yok halife daha çok para istiyormuş da, yok "Hilafet hazinesi"nden söz ediyormuş da, ne demekmiş efendim "Hilafet hazinesi"? Böyle bir hazine mi varmış ki?
22 Ocak 1924'te, yani kaldırılmasından 40 gün kadar önce Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Halife'nin Cumhuriyet'e tecavüz ettiğini söylüyor, bunun cezasız kalmayacağını ima ediyordu.
Ancak aynı günlerde Türkiye'de gergin bir bekleyişin hüküm sürdüğü de keskin dikkatlerden kaçmıyordu. Sanki yalnız Halife'ye değil de, diğer dinlerin reislerine karşı da bir şeyler yaşanacağı hissi basında kol geziyordu. Nitekim 7 Şubat günü Eğitim Bakanlığı'nca (ne var ki o zaman henüz "millî" olmamıştır) yabancı okul binalarındaki dinî alamet ve işaretlerin kaldırılması hakkında karar çıkar. Ayın 15'inde ise İzmir'de Harp Oyunları başlar. (bitişi: 22 Şubat)
Çok sonraları bunun, Kâzım Karabekir Paşa da dahil, pek çok asker-siyasetçiyi Meclis'ten ve Ankara'daki gelişmelerden uzak tutmak üzere geliştirilmiş gerçek bir "oyun" olduğu anlaşılacaktır.
Velhasıl, kamuoyunda hilafetin kaldırılmasının ardından diğer din temsilciliklerinin de kaldırılıp reislerinin sınır dışı edilmesi yönünde bir beklenti mevcuttu. Hatta bunu konu alan bazı karikatürlere bile rastlanır.
Şaşırtıcı gelmiyor mu size de: Rum ve Ermeni patrikleriyle Musevi hahambaşısının Türkiye'de kalmaları Lozan Antlaşması'nda karara bağlanmamış mıydı? Lozan da bir yıl kadar önce imzalandığı halde bunların yazılıp çizilmesi Lozan'ın delinmesi anlamına gelmiyor mu?
Hayır, zira Lozan o sırada henüz onaylanmamıştır. Malum, bir uluslararası antlaşma üç aşamadan geçtikten sonra geçerlilik kazanır. 1) Yetkililerin imzalaması, 2) Meclislerden geçmesi ve, 3) Devlet başkanlarınca onaylanması.
Sevr işte bu 2. ve 3. aşamalardan geçmediği için resmiyet kazanamamıştı. Peki ya Lozan?
Sıkı durun: Lozan Antlaşması, halifeliğin kaldırıldığı tarihte henüz yürürlüğe girmiş değildi. Bu durumda halifeliği emsal alarak diğer dinî reislerin de ülkeden kovulmalarını istemek bir yerlere gözdağı vermek anlamına mı gelmektedir, yoksa samimi bir 'laik' talepte bulunmak anlamına mı? Bence ikisi de değil. Asıl maksat, rakiplerimizi bir an önce Lozan'ı onaylamaya zorlamaktır.
Aklınıza takılmış olmalı: Lozan 24 Temmuz 1923'te imzalanmış diye biliyoruz, Ekim ayında da Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş. Peki 1924 yılında hangi onayı bekliyoruz hâlâ?
Biz 23 Ağustos 1923 günü Meclis'ten geçirmiştik Lozan'ı ama 3. aşamaya, yani devlet başkanının onaylaması noktasına hilafetin kaldırılmasından sonra gelebilmiştik. Bir başka deyişle Mustafa Kemal Paşa Lozan'ı, hilafetin kaldırılmasından 28 gün sonra onaylamıştı.
Yani bir tür satranç oynandığından emin olabilirsiniz. Önce Yunanistan onaylasın, sonra hilafeti kaldıralım, ardından biz onaylayalım, sonra da İtilaf devletleri...
Nitekim Yunanlılar bizden daha atik davranmışlar ve 11 Şubat 1924'te meclislerinde onaylamışlardı Lozan'ı. İtilaf devletleri başkanlarının ne zaman onayladıklarını biliyor musunuz? 6 Ağustos 1924 tarihinde.
Peki neyi beklemişlerdi bunca süre?
Anlaşılan, önce Lozan'da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği (icraat) görülecek, sonra nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletler'i demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra, 5 Eylül'de Lozan Antlaşması'nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması uluslararası garanti altına alınacaktı. Öte yandan Medeni Kanun'un hazırlanmasına bundan sadece 6 gün sonra başlanmış olması size de yeterince anlamlı gelmiyor mu?
ABD ve Fransa'nın hilafetin lağvı haberini bizden önce almalarında bir gariplik yok sizin anlayacağınız. Dert onların derdiydi çünkü.
Bu kitabı okuyan asker, darbeci olmaz da ne olur?
Masamda 1971'de basılmış bir "Türk Devrim Tarihi" kitabı duruyor. Yayınlayan: Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı. Kitaba göre Türk ordusunun "komutanları" çok kez milletin kaderine el koyarak onu kurtarmışlar. "Türk subayına gelecekte gene böyle bir görev düşebilir"miş. Bu kitabı okuyan öğrencinin ruh sağlığını düşünün.