Türk Silahlı Kuvvetleri, Cumhuriyet’in son 80 yılına damgasını vurmuş bir kurumdur. Özellikle 1960 ihtilalinden bu yana ise, sadece damgasını vurmakla kalmadı, aynı zamanda ülkenin yönetimine fiilen katıldı. Üç defa darbe yaparak, yönetime el koydu. Geri kalan zamanlarda da, kimi zaman hakem, kimi zaman yönetim kurulu üyesi gibi davrandı. Sivil iktidarları, istediği yöne doğru yönlendirdi. Protokoldeki yerini değiştirdi.Savunma Bakanlarını küçük gördü, kendini Başbakan ve Cumhurbaşkanlarına muhatap etti.Kendi yargısını yarattı. Eleştirilere karşı zırh edindi. Kimseye hiçbir konuda hesap vermeyen bir statüye oturdu.
Sonra?
Her şey ve herkes 1990’dan itibaren yavaş yavaş değişmeye başladı. Uluslararası konjonktür , eski alışkanlıklar ve daha da önemlisi Türkiye değişti.
Ancak TSK'ya bu değişimin farkına varmadı veya varmak istemedi.
Büyük viraj ise, Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle alındı. Hele son iki yılda yaşananlar, bu kurumun büyük bir prestij kaybına uğramasına yol açtı.
TSK, bu virajı ve nelerle karşı karşıya olduğunu da göremedi.
Hepsinden de önemlisi ve en büyük hatası, AKP lideri Erdoğan’ı doğru okuyamaması oldu.
Bugün sizinle, TSK’yı yönetenlerin ne zaman, nerede, hangi hataya düştüklerini paylaşmak istiyorum.
Komünizm çöktü, darbeler dönemi kapandı...
Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetimine ağırlığını koymasına en büyük desteği özellikle Soğuk Savaş nedeniyle, Washington’dan almıştır. 1950’lerin başında NATO’ya katılmasıyla birlikte, Sovyetler Birliği'nin Avrupa'ya yönelik olası bir saldırısını yavaşlatmak için en hayati önemdeki tampon bölge Türkiye, en caydırıcı güç de, TSK’nın insan gücüydü.
Türkiye’yi Batı kampında ve sürekli kontrol altında tutmanın yolu da, günlük siyasette TSK’nın ağırlığını, “Koruma ve Kollama” görevini sürekli şekilde hissettirmesi, gerektiğinde de müdahale edebilmesiydi.
1950’lerden itibaren, Türk- Amerikan ilişkileri, Pentagon üzerinden ve Genelkurmay aracılığıyla yürütülür oldu.
Bu düzen sayesinde TSK, her üç müdahalesinde de Washington’un tam desteği sayesinde ayakta kalabildi. 12 Eylül darbesi gecesi, ABD Milli Güvenlik Konseyi üyesi Paul Henze’nin, Kennedy Center’da konserdeki Başkan Carter’ ın kulağına eğilip “ Our boys did it” ( Bizim çocuklar başardılar) demesi, bunun en tipik örneğidir.( 1 )
TSK, ister darbe yapsın, ister İnsan Hakları veya Demokrasiye ters düşen çıkışlarda bulunsun, ister siyasi demeçlerle sivil iktidarları eleştirsin, ABD sayesinde , Avrupa'dan dişe dokunur bir yaptırımla karşılaşmadı.
Washington, Türk askerine 40 yıl süreyle kol kanat gerdi.
Ancak her şey 1990’dan itibaren değişmeye başladı.
Berlin duvarı çöktü, Sovyetler Birliği dağıldı ve Soğuk Savaş bitti.
İki kutuplu ve nükleer teröre dayanan dengeler değişti. ABD tek süper güç konumuna girdi.
TSK, ABD açısından ve Türkiye’nin stratejik konumu açısından yine önemliydi, ancak Soğuk Savaş dönemindeki kadar değildi . Artık, İnsan Hakları ve Demokrasi ön plana çıkmış, darbeler dönemi kapanmıştı.
Komutanlarımız, bu değişimi gördüler, ancak ya tam olarak anlamadılar veya anlamak istemediler. Soğuk Savaş dönemindeki gibi , her şeyin aynen devam edeceğini sandılar. Her konuya, eskisi gibi asker gözüyle ve Güvenlik açısından bakmayı sürdürdüler.
Uluslararası Konjonktürün değiştiğini, Demokrasi ve İnsan Haklarının ön plana çıktığını göremediler.
Pentagon'la bağlar 1 Mart tezkeresiyle koptu
Pentagon ile Türk Genelkurmay’ı arasındaki altın bağ, asıl 1 mart 2003’de koptu. O gün, TBMM Irak istilası için Amerikan askerine Türk topraklarının kullanılması müsaadesini içeren tezkereyi reddetti. Washington müthiş tepki verdi. Sorumluluğun faturası ise, TSK’ya kesildi. ABD Savunma Bakan yardımcısı Paul Wolfovitz’in Cengiz Çandar ile birlikte yaptığımız söyleşide, AKP ’ye gereken baskıyı yapmayan, Milli Güvenlik Kurulunda tezkereyi desteklemeyen ve sürekli ABD aleyhtarı demeçler veren Türk komutanları sert şekilde eleştirip, açıkça “...ilerde çok pişman olacaklarını...” söylemesi, Pentagon’un hiddet derecesini gösteriyordu.
4 temmuz 2003 günü, Amerikan askeri Kuzey Irak’taki Türk istihbarat ve askeri timine el koyup, kafasına çuval geçirerek intikamını en somut şekilde aldı.
Artık, TSK ile Pentagon’un yolları ayrılmıştı.
Avrupa Birliği'ne adaylık çok şeyi değiştirdi...
Türkiye’nin 2004 yılında, Avrupa Birliğine (AB) tam üyelik adaylığının kabul edilmesi ve katılma müzakerelerinin başlaması, TSK’nın ağırlığını önemli ölçüde erozyona uğrattı.
Başlangıçta bazı komutanların , Kopenhag Kriterlerine uyumun Türkiye’yi parçalayacağını ileri sürmeleri, hatta “Bizim özel durumumuz var. Bir yandan PKK terörü, öte yandan irtica ile mücadele ediyoruz. Avrupa’daki bazı uygulamalar bizim için lükstür” demeleri, Türk kamuoyunda , derinden derine bir rahatsızlık yarattı. Özellikle liberaller TSK’nın bu tutumu ters tepki yaptı.
Kopenhag Kriterleri, Askerin sivil otoriteye hesap verme zorunluğunu getirmesi, Askerin siyasi konulara karışmamasını kabul etmemesi, Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumların işlevlerinin değiştirilmesini istemesi, bir zamanlar “dokunulmaz” olarak nitelenen askeri tartışılır bir konuma soktu.
TSK, çok uzun sürmese dahi, AB’ye tam üyeliğin Türk kamuoyunda yarattığı heyecanı görmedi veya görmezden geldi ve kendini savunmaya geçti. AB’yi, demokrasi ve insan haklarını daha da genişletecek bir gelişme olarak görmek yerine, Brüksel’i bir tehlike olarak niteler oldu. Kamuoyunun önemli bir bölümüyle ters düştü.
Kendini bu değişen koşullara göre ayarlamak yerine, Avrupa’ya ters baktıkça, kazanılması imkansız bir mücadelenin içinde kayboldu.
TSK, PKK teröründe sivil iktidarların oyununa geldi...
TSK’ya zarar veren en önemli gelişmelerden bir diğeri de PKK terörü oldu.
Bu mücadele aslında, sivil iktidarlar tarafından askere ihale edildi. Asker de, bu ihaleyi isteyerek üstlendi. Bu şekilde gündeme hakim olacak ve kamuoyundaki itibarını en üst düzeyde tutabilecekti. Nitekim, büyük bir özveride bulundu. Şehit verdi, tüm çabasını bu mücadeleye yönlendirdi.
Ancak, gereğinden fazla şekilde bu olaya sahip çıktı. Kürt sorununun sosyal-kültürel- politik ve Uluslararası boyutlarını çok geç anladı. Uzun yıllar boyunca, konuya tamamen güvenlik açısından baktı. Aslında, yetiştirilmesi açısından da, bu şekilde davranması doğaldı.
Sivil iktidarların soruna askere havale eden tutumu TSK’nın da işine geldi. Bu şekilde etkinliğini ve kamuoyundaki ağırlığını arttırabiliyordu.
Ancak kendini ön plana çıkartmak için teröre yüklenirken, bir yerde sivil iktidarların oyununa geldiğinin belki de farkına varmadı veya varamadı...Türkiye’nin 1 numaralı sorununun sahibi olmak bir açıdan hoşuna gitti.Bu şekilde hem iktidarlar , hem de kamu oyu ile ilişkilerinde bir üstünlük elde ediyordu.
Faturası ağır bir sorumluluktu bu. 5 bin şehit verdi.
Özellikle il yıllarda, iktidarların sorumluluğunda olması gereken çok şeyi üstlendi. Politikaları oluşturdu. Ancak böyle bir işlev için donanımlı için hata üstüne hatalar yaptı. 1980’lerde,” Kürt yoktur, dağ Türk’ü vardır “ diye başladı , 2009’da “ meğer biz ne hatalar yapmışız” noktasına geldi..
Allahı var, TSK, PKK terörünü susturmak için büyük fedakarlıklar yaptı.
Ancak, gereksiz yükler ve sorumluluklar yüklenip “ bu iş benden sorulur” dedikçe , başarısızlıklar birikti., kamu oyu yaşananalardan askeri sorumlu görmeye başladı..
Defalarca gerçekleştirilen ve her defasında kahramanlık destanları yazılan , milyarlarca liralık Kuzey Irak operasyonlarının hiçbir işe yaramadığı ortaya çıktı.
Hele en büyük hata, 1998’de Öcalan’ın Amerikalılar tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra girilen barış sürecinde, hiç ağırlığını koymadı. Sivil iktidarları Kürt sorununu siyasi yönden çözmek için zorlamadı. Başta af konusu olmak üzere, atılan her adımda daima tutucu davrandı.
“Biz yapacağımızı yaptık, bundan sonrası siyasetçinin işi... Bu iş sadece silahla çözülmez..” diye bağırdı, son derece gerçekçi saptamalar yaptı, ancak siyasi iktidarlar ne zaman harekete geçse, çekimser davrandı.. Muhafazakar tutumunu değiştirmedi. .
2006’da terör yeniden hortladığında da, kamuoyunda ister istemez “ Hani bitmişti... Hani kazanmıştık, ne oldu ?” tepkileri doğdu ve ilk defa TSK’nın etkinliği sorgulanır oldu. Bunca yıl istiyerek PKK terörünün sırtlayan asker, şimdi ister istemez tersten sorumlu duruma düştü. İnandırıcılığını kaybetti.
Hele hele, hala nereden ve nasıl sızdığı anlaşılamayan TSK belgelerinin, kimseler cesaret edemezken, TARAF gazetesinde yer bulması her şeyi değiştirdi. Bunların yüzde 80’i sahte veya yalan dahi olsa, geri kalan yüzde 20’si, TSK’nın prestijini mahvetmeye yetti. İstediğimiz kadar komplo diyelim, yine de TSK’nın sanıldığı kadar disiplinli, başarılı, etkin bir kurum olmadığı imajı doğdu.
Uzun yıllardır kamuoyuna sunulan bir imaj çöktü.
Siviller arasında “Onlar da bizim gibiymiş ! ” izlenimi doğdu.
Askerin pırıltısı yok oldu.