Osmanlı Devleti, gerçi içeriden çürümüştü ve dışarıdan sürekli saldırıların hedefiydi. Fakat 20. asrın başına gelindiğinde dünyanın en prestijli hükümdarı hâlâ Sultan Abdülhamid'di.
Osmanlı hakanı, bir dünya savaşını kaçınılmaz görüyordu; bu savaşa katılmayacak ve yıllardır sürdürdüğü denge politikalarının neticesini alarak devleti ayağa kaldıracaktı. Düşüncesi buydu; planları bu istikametteydi. Ama kendisine karşı gelişen ve genellikle Batılı "büyük" güçlerin Osmanlı Devleti üzerindeki planlarından beslenen "aydın" muhalefeti askere sıçrayınca, yani ordu bizzat siyasetin içine muhalif güç olarak girince devlet, kendisini koruması gereken kuvvet tarafından çökertildi. Daha 12-13 yıl önce Müşir Ethem Paşa komutasında bir hamlede Atina'ya dayanan ordu, kendi içinde siyasî kutuplaşmalarla sarsılınca, kendilerini halâskâran-ı zâbitan, yani kurtarıcı subaylar olarak görenlerin komutasında devletimizi Balkan Savaşı'nda tarihimizin en fecî mağlûbiyetlerinden birine maruz bıraktı. Buna rağmen, üzerindeki Osmanlılık tarihinin izleri bütünüyle silinmemişti. Onun bu tarihinde, hamurunda öyle bir maya vardı ki, kime karşı olursa olsun yapacağı her türlü haksızlığın mağlûbiyet getireceğine inanıyordu. Fransız seyyah J. Michelot, "1526'da Mohaç'a giden 200.000 kişilik Türk ordusu, ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan Rumeli'yi bir baştan öbür başa kat'etmiştir." der ve şunu ilâve eder: "Sükûn, intizam, temizlik, itaat, tahammül, muharebede şevk, mükemmel disiplin, nefsi kontrol, gayeye sadakat, hayatı hiçe sayma ve alkol almaktan nefret etmek, Türk askerinin önde gelen hasletlerindendir."
Mayasında bu ruh bulunan, paşaların içlerini yoklayıveren gurur ve enaniyeti kırmak için arada bir tuvalet bekçiliği yaptırtan bu efsanevî ordu, onca olumsuz şarta rağmen I. Dünya Savaşı'nda, içinden ciddî ihanetlere uğrayıncaya kadar bütün cephelerde başarılı savaşlar verdi. Türk Kurtuluş Savaşı'nı yapan da Türkiye Cumhuriyeti ordusu değil, yine aynı ordu idi. Ne var ki, halkımızın Peygamber Ocağı olarak gördüğü bu şanlı ordu, artık nasıl bir eğitime, nasıl bir teşkilâtlanmaya tâbi tutulmuşsa, çok partili hayata geçmemizden sonra kendi hükümetine, "bağrından çıktığını" zevkle tekrarladığı kendi halkına tavır alır oldu. Kendisini halkından, öz kaynağından tecrid etti; onu ve kanunen bağlı bulunduğu hükümetini birinci düşman addetti ve 80 yıllık Cumhuriyet döneminde Kıbrıs çıkarması dışında tek bir dış harekâtı yokken, en az dört defa kendi hükümetinin üzerine geldi.
Dünya, içinde bulunduğumuz bölge merkezli olarak en az yarım asır çok büyük sarsıntılar yaşayacak; insanlığı büyük savaşlar, korkunç krizler bekliyor. Akif, "Ordu, donanma yürürken muzafferen ileri / Üzengi öpmeye hasretti Garbın elçileri!" der. Bir zamanlar atlarının üzengilerini Garbın elçilerinin öpmeyi şeref bildiği bu ordu, bazen 220.000 kişiyle verilen askerî mücadeleye ve harekâta rağmen PKK terörünü önlemede bile başarı gösteremedi. Dolayısıyla, bu ordunun Türkiye'nin bugünü, yarını, bekası adına eğitiminden teşkilatlanmasına kadar çok ciddî bir revizyona tâbi tutulması gerektiği ortadadır.
Sivil hükümetler buna cesaret edemedi ve kanunların tanıdığı yetkiyi kullanamadı. Fakat bu cesaretsizlik, onlara da, orduya da, Türkiye'ye de kaybettirdi. Ve kendi üstünde iktidar gücü tanımayan ve denetimsiz, dışa kapalı bir örgüte dönüşen ordunun nasıl bizzat kendisini çökerttiğini de bugün ibretle izliyoruz. Kur'an-ı Kerim'de, "Eğer ölümden kaçıyorsanız, ölüm gelir, sizi mutlaka bulur." buyrulur. Müfessirlerin yorumuna göre bu demektir ki, mücadelede en fazla, korkuyla geride duranlar ve kaçanlar ölür. Bu sebeple, AK Parti iktidarının kanunların kendisine tanıdığı iktidar yetkisini YAŞ toplantılarında belli ölçülerde kullanabilmesi, hem ordunun, hem Türkiye'nin lehinedir ve bundan böyle geri adım atmadan bu yetki bütünüyle kullanılabilmelidir. Yoksa kaybeden, hem iktidar, hem ordu, hem Türkiye olacaktır.