16 Mart 2012 Cuma

Post-modern darbede gerçekten ne oldu? / İhsan Yılmaz

Bu yılki 28 Şubat, öncekilere nispetle daha hareketli geçti.
 
Bunda kuşkusuz 28 Şubat darbe süreci ile ilgili yargının başlattığı ve büyük ihtimal bir iddianame ve davaya dönüşecek olan soruşturmanın önemli etkisi var. Sosyal olayları siyah-beyaz resimler çizerek anlatamayız, gerçeklik her zaman daha karmaşıktır. Son tartışmaların ardında da farklı amaçlar ve motivasyonların olmuş olması muhtemeldir. Kendini suçlu hisseden kimileri ya suça bahane bulmak, ya ortak bulmak ya da tamamen başkasına yıkmak için bazı iddialarda bulunup yeni argümanlar ortaya atarken, bir kısmı da bu işlere bulaşmamış olmakla birlikte, hasım gördüğü ya da en azından hoşlanmadığı birilerini 28 Şubat destekçiliği üzerinden tezyif etme gayretine girmiş olabilir. Bu yıl 28 Şubat'ı tartışan kimilerinin sürecin en büyük mağduru olan Sayın Fethullah Gülen'i orduyu ve devleti kutsadığından ya da korktuğundan demokrasi karşıtı darbe destekçisi tavır alabilen birisi gibi göstermelerinin ardında bu tip maksatların olma ihtimali vardır. Ancak bu yazının temel amacı bir imkânsızın peşine düşmek ve niyet okumak değil, bu kişilerin bazı temel iddialarının aslında ne kadar gerçeklikten uzak olduğunu ortaya koymaktır.

Öncelikle şunu söylemek gerekmektedir: Gülen'in daha öncelerden başlayarak ama özellikle 28 Şubat sürecinde verdiği mülakatlar onun şahsı için değil ülkesi için, demokrasinin devamı için, kendisini sevenler ve onların açtıkları kurumlar için titizlendiğini ve endişelendiğini göstermektedir. "Korktu" ya da "devleti kutsal gördüğü için, başta ordu, devlet kurumları ne derse ona uydu ve demokrasiye karşı tavır aldı" anlamında sözde analiz yapanlar, ne Gülen'in düşünce ve aksiyon dünyasını hakkı ile incelemişler ne de onun konuşmalarına objektif ve soğukkanlı bir şekilde bakmayı denemişlerdir. Gülen'in, devletin güvenlik ve istihbarat güçlerinin ve özellikle de sevenlerinin gözleri önünde neredeyse tamamen şeffaf geçen hayat serüvenini takip edenler, onun ne şahsi korku ile ne de devleti kutsama ile uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığını göreceklerdir. Basit mantık oyunları ile ya da olayları siyah-beyazın dışında farklı alternatiflerin olabileceğini hesaba katarak anlamak istemeyenlerin yaklaşımı ile Gülen'in tavırlarını kavramak çok zordur. Gülen'in şahsına ilişkin korkuları ya da devleti kutsama endişesi olsa idi, en başından itibaren devletin demokratik olmayan, insan haklarına ve zamanın ruhuna aykırı tutumlarına da harfiyen uyması gerekirdi. 163 gibi Allah'a, imana dair kitapları okuyanları bile mahkûm eden bir kanunun rahmetli Turgut Özal tarafından kaldırılmasından önce bile Gülen, doğru bildiğinden şaşmamış ve devletin kurumları kendisine ne kadar baskı yaparsa yapsın o kitapları yazmaya, okumaya devam etmiştir. İdeolojik devlet ya da onu temsil ettiğini düşünen yönetici ve bürokratlar "eğitimi tamamen bize bırakın" tavrı gösterirken o, sevenlerine özel okullar açmalarını tavsiye etmiştir. Aynı şekilde özellikle belli dönemlerde devlet, belli bir insan tipini makbul vatandaş sayarken, o tüm baskılara rağmen demokratik hakkını kullanarak insanların kendi çocuklarını dindar olarak yetiştirmeleri amacı ile sivil alanda gayretli olmaları için uğraşmıştır. Hem 1971, hem 1980 hem de 28 Şubat 1997 darbelerinde kâh hapse düşmesi kâh hizmetlerinin aksamaması için 6 yıl gizlenmek zorunda kalması ve en son olduğu gibi 13 yıldır hâlâ sürgünde olması da bunun açık birer delilidir. Gülen'in sıklıkla tekrarladığı gibi "devletin, hukuk düzeninin, asgari bir idarenin olmadığı yerde kaos olur, anarşi olur, bundan en önce bireyler, hürriyetler, din ve inanç özgürlüğü zarar görür" diyen herkesi Hobbes'çu anlamda bir otorite âşığı olmakla mahkûm etmek yerine liberalizmin babası John Locke'un da sivil toplumun ayakta kalması için bir devletin olması gerektiğini vurguladığını akılda tutmak gerekmektedir. Bunun, devleti ve yaptıklarını tamamen kutsamak olmadığı da çok açıktır.

Gülen'in "devrimci" değil de sivil toplumcu ve sosyal evrimci yönü ne gizlidir ne de ilk defa 28 Şubat sürecinde ortaya çıkmıştır. Gülen, toplumların tabii halleri ile hukukun üstünlüğü koruyucu şemsiyesi altında çatışmasız ve barışçıl bir ortamda gelişip dönüşmelerinin daha sağlıklı olacağını düşünmekte ve bu yüzden de çatışmacı bir dilden ve gerilimden uzak tavırlar sergilemektedir. 1993'te Uğur Mumcu'nun ve daha nicelerinin katledilmeleriyle başlayan, Özal'ın ölümü ile hızlanan ve tabiri caiz ise gümbür gümbür gelen darbe sürecini çok iyi okuyan Gülen, demokrasi treninin raydan çıkmaması için ve Özal döneminde kazanılan hak ve özgürlüklerden geri gidilmemesi için gayret göstermiş ve çatışmanın her tarafına kendi nazik üslubu içerisinde uyarıcı mesajlar vermiştir. 28 Şubat sürecindeki konuşmalarının bütüncül bir bakışla analizi kendisinin kimseyi mümkün olduğunca kırmadan ve kışkırtmadan, demokrasi ve insan haklarının yaşatılması için gerekli uyarılarda bulunduğunu göstermektedir. Konuşmalarının birkaç cümlesini işlerine gelecek şekilde seçmece bir tarzda alanlar değil de insafla tümüne bakanlar net resmi göreceklerdir.

Fethullah Gülen'in 28 Şubat sürecindeki konuşmaları, onun askerin iktidarı devralması sonucunu verecek ve Türkiye'ye çok ağıra mal olacak direkt bir darbeyi önlemek için nasıl gayret gösterdiğini ve her kesimi ikaz ettiğini göstermektedir. Daha 28 Şubat kararları alınmadan, 2 Ocak 1997'de Kanal D'de verdiği röportajda, "Hükümetsizlik ve kargaşa yaşanmasın, antidemokratik şeyler olmasın bu ülkede... Böyle bir dönemde bu işin altına askeriye de girse, milli mutabakat hükümeti de girse ezilir bence. Tecrübesiz insanlar ezilirler bu işin altında ve Türkiye'ye zarar olur." demiştir.

Bugün nasıl olsa 28 Şubat'ta direkt darbe olmadığı bilgisi ile yola çıkıp, o zaman sürecin içinde yaşayan insanlara "asker darbe yapmayacaktı ki, neden kavga etmediniz" demek çok mantıksızdır. Zaman Gazetesi'nin o dönemki manşetlerine çok kısa bir göz atanların bugün bile ürpermemesi mümkün değildir. 4 Şubat 1997'de Sincan'da askerlerin 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapması, kameralar önünde Başbakan'a galiz küfreden subaya ses çıkarılamaması, YAŞ tarihinde yaşanan en çok sayıda subayın atılması olayı hâlâ hafızalardadır.

DÖNEMİ VE HAREKETİ DOĞRU OKUMAK

28 Şubat 1997'de alınan ve o zamanlar Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller'in danışmanlığını yapan Mümtaz'er Türköne'nin 2 Mart 2012'de Zaman'da yazdığı üzere Başbakan'ın sadece 5 gün direnip imzaladığı ve 13 Mart 1997'de Bakanlar Kurulu'nda 38 dakika süre ile görüşülüp tam bir mutabakatla Bakanlar Kurulu kararı haline gelen 18 maddelik 28 Şubat kararlarının ikinci maddesi şudur: "Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Millî Eğitim Bakanlığı'na devri sağlanmalıdır". Bu madde, 28 Şubat'ın Refah-Yol hükümetinin politika ve söylemleri bahane edilerek en başta 'Hizmet Hareketi'nin ve benzeri sivil toplumun hedef alındığının en önemli delilidir. En başından beri 'Hareket'in hedefte olduğunu anlamak için Gülen zekâsına sahip olmak da şart değildir. Bunu dikkatle gözlerden kaçırıp, "Gülen kendisine dokunulana kadar darbecilerle birlikte hareket etti, ama Refah-Yol hükümeti 30 Haziran 1997'de istifa ettikten sonra sıra kendisine gelince darbe karşıtı oldu" diyenler, çok açık bir şekilde çarpıtma yapmaktadırlar. Gülen'in hükümete, 'darbe olmaması için seçime gidin' çağrısı yaptığı Kanal D'deki Yalçın Doğan röportajı, bu kararların Bakanlar Kurulu kararı olmasından çok sonra, 16 Nisan 1997'dedir. Gülen, kapatılmak istenen Hizmet okulları ile ilgili müthiş bir taktikle darbecilere, karşı hamle olarak "milletin malını kapatamazsınız, devralın, yapabilirseniz siz işletin" demiş ama kapatmayı göze alan darbeciler, devralmaya cesaret edememişlerdir. Gülen, aslında bu röportajla hükümete de aslında benzer riskli ama cesur bir pro-aktif hamle önermişti: Çekilin ama ülkeyi seçime götürün. Bu da aslında 27 Nisan'ın da ispatladığı üzere darbecileri en zayıf yerinden vurma girişimiydi. Yani, Gülen, 27 Nisan 2007'de Erdoğan hükümetinin yapabilip ihtişamla tarihe geçtiği şeyi, yani darbe girişimine karşı demokratik meydan okumayı ve erken seçime gitmeyi 10 yıl öncesinde benzer bir durumda tavsiye etmişti.

Lanse edilmeye çalışıldığının aksine bu röportajda Gülen, darbecileri arkasına alıp demokrasi karşıtı bir tutum sergilememiştir. "Birileri de dindarlara karşı baskı yapıyordur ama, bunu yapanlar demokrasi adına yapıyordur" ve "Birileri suni problem çıkarıyorlar. Bazen belki laikliğin müdafaası adına bazıları sert davranıyorlar" cümlelerini bu röportajda söylemiştir ve irtica geliyor çığırtkanlığı yapıp dindarları ezen darbecilere işaret ettiği açıktır. Yine aynı röportajda hükümeti "laiklik tehlikede" korkutmacası ile devirmeye çalışan 28 Şubat darbecilerine karşı hükümetin tarafında durmuş ve, "Ben laikliğin tehlikede olduğunu, olacağını zannetmiyorum. Çünkü büyük çoğunluk Türkiye'de halinden memnundur. Laiklik aleyhtarları bir avuç insandan ibarettir." demiştir. Korktu ve sindi denilen Gülen, o zor zamanlarda estirilen onca aleyhte fırtınaya rağmen sözünü eğip bükmeden yine aynı röportajda "Şeriat diye yürüyüş yapıp sesini yükseltmek, laikliğe küfrederek, demokrasiye küfrederek yürümek kadar saygısızlıktır", "Bazen konuşacağımız şeyler ve davranışlarımız eğer başkalarını rencide ediyorsa, bu laikliğin aleyhinde olan, demokrasinin aleyhinde olan için de söz konusudur, şeriatın aleyhinde olan için de söz konusudur" ve "Aslında çok imam-hatip liseliye ihtiyaç vardır" diyebilmiştir. MGK'nın anayasal konumuna işaret etmiş ama Yalçın Doğan'ın MGK kararlarını alanların içtihatlarında doğru mu yanlış mı olduğu sorusuna, "Bunu biraz neticesi gösterecek, yani isabet var mı, yok mu?" cevabını vermiştir. Yani, MGK'nın yaptıklarını "çok doğrudur" deyip onaylamamıştır. Bunu, her an darbe yapması ihtimal dâhilinde olan ve en başta kendisini hedef alan demokrasi düşmanı muktedirlere karşı söyleyebilmesi, teslimiyetçi bir tavır almadığını göstermektedir. Aynı şekilde, bu röportajdaki darbe karşıtı ve demokrasi destekçisi şu sözleri çok açık ve nettir: "Ancak demokrasi ile, ancak Türkiye'deki mevcut hayata hâkim bazı kriterlere saygılı olmakla bu badirenin aşılacağına inanıyorum... Hissi, mantığın, muhakemenin önüne geçirirsek çok yanlışlıklar yapılabilir. Hele bazı kimseler kuvveti temsil ediyorlarsa şayet. Genelde kuvvetin temsil edilmesi de kuvveti aklın, mantığın, muhakemenin önüne çıkarır. Nasıl olsa kuvvetle bu meseleyi çözüyoruz dedirtir onlara ve bu da Türkiye'de dengelerin altüst olmasına sebebiyet verebilir."

Gülen'in çok zorlu 28 Şubat sürecindeki aldığı tavır, Türkiye'de sanki daha önce hiç darbe olmamış, başbakan asılmamış, yüz binler tutuklanmamış, Diyarbakır'da Kürtler, Mamak'ta ve başka yerlerde solcu-sağcı demeden Türkler ağır ve insanlık dışı işkenceler görmemiş gibi rahat koltuklarından analiz yapanlarla, Allah'ın kendisine birer emaneti olarak gördüğü sevenlerine zarar gelmesin diye kendini ortaya atanın farkını net olarak ortaya koymaktadır. Hem son yüzyıllık modern Türkiye tarihinden hem de Gülen'in kritik bir akılla istifade ettiği İslam tarihinden haberdar olanlar, onun, geçmişte devletin gücünü de istismar ederek demokrasiyi rafa kaldıran, insan haklarını ayaklar altına alan ve bunu yine yapacağını manşetlerden deklare eden bir "akla" karşı, Uhud-Hendek-Hudeybiye aklı ile cevap verdiğini ve amansız hasımlar karşısında, şerlerinden emin olmak için, gelecek nesilleri ezdirmeme adına gerilimi düşürme tavrı aldığını ama asla demokrasi karşıtı bir savrulma yaşamadığını görürler.