21 Mart 2012 Çarşamba

O devrin kapak fotoğrafıdır / Ahmet Turan Alkan

Bazı fotoğraflar, koca bir devri bir karede resmeder.

Sultan Abdülaziz’i, ölümünden birkaç gün önce muhtemel cellâtlarıyla son derece laubali bir kompozisyonda gösteren fotoğraf bunlardan biriydi meselâ. Henüz bir hafta önce İslâm dünyasının halifesi unvânını taşıyan koca sultan, o karede iki muhafızının arasında mahzun ve endişeli bir yüz ifadesiyle duruyordu. Bahattin Öztuncay tarafından hazırlanan “Hâtıra-i Uhuvvet” albümünde gün yüzüne çıkan bu müthiş fotoğrafın haberini Abdullah Kılıç, 4 Mart 2005 tarihli Zaman’da yayınlamış, ayrıca Topkapı Sarayı deposunda 130 seneden beri saklanan kanlı gömleğin fotoğrafını da ortaya çıkarmıştı.

Rahmetli Adnan Menderes’i 1961 Ağustos’unda Yassıada komutanı Albay Tarık Güryay’ın odasında ailesiyle birlikte gösteren kare, 27 Mayıs trajedisini tek karede anlatan müthiş bir fotoğraftır. Orta koltukta muzaffer bir edâ ile Tarık Güryay, Berin Hanım ve Menderes’in üç oğlu yıkık bir ruh hali ile etrafında görülüyorlar. Her şeyi tek tek anlatan tek kare ve o tek karede cisimleşen devrin siyasî cinnet hali.

Dünkü Zaman’ın ilk sayfasında “işte o fotoğraf”lardan biri daha vardı. Nâhak yere İstiklâl Mahkemesi’nde idamına karar verilen İskilipli Şehid Âtıf Hoca’yı Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ve bir jandarma görevlisi ile yan yana gösteren fotoğraf, tek karede İstiklâl Mahkemeleri’nin resmidir; bu mahkemeler hakkında şimdiye kadar yazılan pek az şey ve bundan sonra yazılmasını beklediğimiz çok şey, o fotoğrafın resimaltıdır sadece.

Zaman muhabiri Ayşe Tosun kardeşimi tebrik ediyorum; sadece bir haber yapmadı, yakın tarihimize katkıda bulundu.
Aslan payı, eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay’ındır ama. Mehmet Sılay, İskilipli Âtıf Hoca hakkındaki en etraflı monografiyi kaleme alıp yayımladı (Düşün Yayıncılık, İst., 2011, 372+64); bu eseri kıymetlendiren bir başka vasıf, o meşhur “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli risalenin hem eski hem yeni harflerle eserin sonuna ilave edilmiş olmasıdır (Yeni baskıda, Osmanlıca nüshanın daha itinalı bir neşrini rica ederiz).

Hadiseyi duymayan kalmadı herhalde. Yazarını idam ettiren o meşhur risâle, 12 Temmuz 1924 tarihinde İstanbul’da yayımlandı. Âtıf Hoca, kitabında, muteber fıkıh kaynaklarına atıfta bulunmak suretiyle o devir itibarıyla Frenkliğin alâmeti durumundaki “şapka”nın, “Bir kavme benzemeye çalışan kimse, o kavimdendir” hükmü çerçevesinde giyilmemesi gerektiğini savunmaktaydı.

Sadece mâsum bir fikir eseriydi, üstelik o günün Maarif Vekâleti’nden resmi izin alınarak yayımlanmıştı. Önünde, ardında, sağında, solunda irticâî bir yapılanma yoktu; zaten ortada Şapka Kanunu filan da yoktu. Şapka Kanunu 25 Kasım 1925′te yayımlandı. M. Kemal Paşa’nın şapkayı tanıttığı ve savunduğu ünlü Kastamonu konuşması bile risâleden bir buçuk ay sonra 24 Ağustos 1924 tarihinde vukû bulmuştu.

Şapka inkılâbına muhalif hareketleri bastırıp dağıtmakla görevli İstiklâl Mahkemesi üyeleri, muhalefete entelektüel ve fıkhî destek verdiği (azmettirme) şüphesiyle Âtıf Efendi’yi ve risâlesini de soruşturma kapsamına aldılar. Zanlılar özellikle bu risâleden etkilenip etkilenmedikleri konusunda sorguya çekildi ama sonuç alınamadı. Olsundu, yine asılması gerekiyordu ve hukuk tarihinin en büyük rezilliklerinden birini irtikâptan çekinmeyip Âtıf Hoca’yı idam ettiler. Cenazesi bir gün Ankara’da asılı kaldı, ertesi gün namazı bile kılınmadan, infaz memurlarınca bilinmeyen bir yere defnedildi. Kabrinin yerini uzun araştırmalardan sonra yine Mehmet Sılay arayıp buldu; Allah ondan razı olsun.
İşin en gülünç kısmı, Âtıf Hoca’nın katline imza koyan hâkimlerden Kel Ali’nin (Çetinkaya), şapka inkılâbından henüz haberdar olmadığı saatlerde gazeteci Mecdi Bey’in başındaki şapkayı görüp, “Bu gâvur şapkasını giymekten utanmıyor musun?” diye azarlayarak adamcağızı tutuklatması, ancak birkaç saat içinde inkılâptan haberdar olunca, alelacele gazeteci Mecdi’nin şapkasına el koyarak Gazi’yi karşılamak üzere istasyona seğirtmesidir ki komedinin önde gidenidir.