Bazı fotoğraflar, koca bir devri bir karede resmeder.
Sultan Abdülaziz’i, ölümünden birkaç gün önce muhtemel cellâtlarıyla
son derece laubali bir kompozisyonda gösteren fotoğraf bunlardan biriydi
meselâ. Henüz bir hafta önce İslâm dünyasının halifesi unvânını taşıyan
koca sultan, o karede iki muhafızının arasında mahzun ve endişeli bir
yüz ifadesiyle duruyordu. Bahattin Öztuncay tarafından hazırlanan
“Hâtıra-i Uhuvvet” albümünde gün yüzüne çıkan bu müthiş fotoğrafın
haberini Abdullah Kılıç, 4 Mart 2005 tarihli Zaman’da yayınlamış, ayrıca
Topkapı Sarayı deposunda 130 seneden beri saklanan kanlı gömleğin
fotoğrafını da ortaya çıkarmıştı.
Rahmetli Adnan Menderes’i 1961 Ağustos’unda Yassıada komutanı Albay
Tarık Güryay’ın odasında ailesiyle birlikte gösteren kare, 27 Mayıs
trajedisini tek karede anlatan müthiş bir fotoğraftır. Orta koltukta
muzaffer bir edâ ile Tarık Güryay, Berin Hanım ve Menderes’in üç oğlu
yıkık bir ruh hali ile etrafında görülüyorlar. Her şeyi tek tek anlatan
tek kare ve o tek karede cisimleşen devrin siyasî cinnet hali.
Dünkü Zaman’ın ilk sayfasında “işte o fotoğraf”lardan biri daha
vardı. Nâhak yere İstiklâl Mahkemesi’nde idamına karar verilen İskilipli
Şehid Âtıf Hoca’yı Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ve bir jandarma
görevlisi ile yan yana gösteren fotoğraf, tek karede İstiklâl
Mahkemeleri’nin resmidir; bu mahkemeler hakkında şimdiye kadar yazılan
pek az şey ve bundan sonra yazılmasını beklediğimiz çok şey, o
fotoğrafın resimaltıdır sadece.
Zaman muhabiri Ayşe Tosun kardeşimi tebrik ediyorum; sadece bir haber yapmadı, yakın tarihimize katkıda bulundu.
Aslan payı, eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay’ındır ama. Mehmet
Sılay, İskilipli Âtıf Hoca hakkındaki en etraflı monografiyi kaleme alıp
yayımladı (Düşün Yayıncılık, İst., 2011, 372+64); bu eseri
kıymetlendiren bir başka vasıf, o meşhur “Frenk Mukallitliği ve Şapka”
isimli risalenin hem eski hem yeni harflerle eserin sonuna ilave edilmiş
olmasıdır (Yeni baskıda, Osmanlıca nüshanın daha itinalı bir neşrini
rica ederiz).
Hadiseyi duymayan kalmadı herhalde. Yazarını idam ettiren o meşhur
risâle, 12 Temmuz 1924 tarihinde İstanbul’da yayımlandı. Âtıf Hoca,
kitabında, muteber fıkıh kaynaklarına atıfta bulunmak suretiyle o devir
itibarıyla Frenkliğin alâmeti durumundaki “şapka”nın, “Bir kavme
benzemeye çalışan kimse, o kavimdendir” hükmü çerçevesinde giyilmemesi
gerektiğini savunmaktaydı.
Sadece mâsum bir fikir eseriydi, üstelik o günün Maarif Vekâleti’nden
resmi izin alınarak yayımlanmıştı. Önünde, ardında, sağında, solunda
irticâî bir yapılanma yoktu; zaten ortada Şapka Kanunu filan da yoktu.
Şapka Kanunu 25 Kasım 1925′te yayımlandı. M. Kemal Paşa’nın şapkayı
tanıttığı ve savunduğu ünlü Kastamonu konuşması bile risâleden bir buçuk
ay sonra 24 Ağustos 1924 tarihinde vukû bulmuştu.
Şapka inkılâbına muhalif hareketleri bastırıp dağıtmakla görevli
İstiklâl Mahkemesi üyeleri, muhalefete entelektüel ve fıkhî destek
verdiği (azmettirme) şüphesiyle Âtıf Efendi’yi ve risâlesini de
soruşturma kapsamına aldılar. Zanlılar özellikle bu risâleden etkilenip
etkilenmedikleri konusunda sorguya çekildi ama sonuç alınamadı. Olsundu,
yine asılması gerekiyordu ve hukuk tarihinin en büyük rezilliklerinden
birini irtikâptan çekinmeyip Âtıf Hoca’yı idam ettiler. Cenazesi bir gün
Ankara’da asılı kaldı, ertesi gün namazı bile kılınmadan, infaz
memurlarınca bilinmeyen bir yere defnedildi. Kabrinin yerini uzun
araştırmalardan sonra yine Mehmet Sılay arayıp buldu; Allah ondan razı
olsun.
İşin en gülünç kısmı, Âtıf Hoca’nın katline imza koyan hâkimlerden
Kel Ali’nin (Çetinkaya), şapka inkılâbından henüz haberdar olmadığı
saatlerde gazeteci Mecdi Bey’in başındaki şapkayı görüp, “Bu gâvur
şapkasını giymekten utanmıyor musun?” diye azarlayarak adamcağızı
tutuklatması, ancak birkaç saat içinde inkılâptan haberdar olunca,
alelacele gazeteci Mecdi’nin şapkasına el koyarak Gazi’yi karşılamak
üzere istasyona seğirtmesidir ki komedinin önde gidenidir.