26 Mart 2012 / İDRİS GÜRSOY,
Medyanın yakın
tarihinde somut haberlerin bile çarpıtılarak farklı bir düzleme
yerleştirildiğini belirten Prof. Naci Bostancı, “Toplumsal mühendislik
böyle bir yayıncılığı talep eder. Ne olduğundan ziyade oradaki verileri
kullanarak farklı bir hakikat çıkarmaya çalışır.” diyor.
Ergenekon davaları kapsamında
tutuklanan gazeteciler üzerinden bir fırtına koparılıyor. Ancak
Türkiye’de 1960’la başlayan medya destekli darbeler, kötü bir gelenek.
1971 muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat postmodern darbesi ve 27
Nisan e-muhtırası... Hepsi medya desteğiyle gerçekleştirildi. 28
Şubat’ta tank-top yerine, gazete ve televizyonlar kullanıldı. Mehmet Ali
Birand, tarihî gerçeği “Genlerimizde darbecilik var” sözleri ile izah
etti.
Peki, dünyanın en özgürlükçü mesleğini ifa eden gazeteciler Türkiye’de niçin askerî rejimlere sıcak bakıyor? Genlerdeki darbe hastalığı tedavi edilebilir mi? Terör ve şiddet olayları kapsamında hayat hakkı ihlallerinin incelenmesine yönelik kurulan TBMM İnsan Hakları Alt Komisyonu’nun başkanı Prof. Naci Bostancı bir iletişimci. Amasya’dan milletvekili seçilmeden önce Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı görevinde bulunuyordu. Bostancı’nın, Türkiye’de sosyal değişme ve kimliksel dönüşüm, siyaset bilimi, kitle iletişim teorileri, propaganda, ideoloji kuramı ve kültürel dönüşüm konularında çalışmaları var. Türkiye’deki medya-cunta ilişkilerinin tarihî arka planı ve önümüzdeki sürece ilişkin sorularımızı cevaplarken, medyanın ideolojik ilişki ve çıkar ilişkisi içinde bulunduğu bloka dikkat çekerek, bağımsız olmadığını söylüyor: “Gazeteciliği bir tali meslek olarak görüp toplumsal mühendislik aracı yapanlar kaybedecek.”
-27 Mayıs, 12 Mart ve 28 Şubat’ta gazeteciler çok etkin. Hem gazeteci hem de cuntacı olunabilir mi?
Onlara gazeteci derken, kitaplarda yazdığı gibi halkın haber alma hakkına saygı gösteren, gerçekleri ortaya çıkarmak için çabalayan, kamunun çıkarları için çalışan insanları anlamayın. Onlar için gazetecilik tali bir unsur. Cuntacılığın amaçlarına uyduğu ölçüde gazeteci onlar. Etiketleri gazeteci. Gazete çıkarmakla insanlar gazeteci olmaz. Cuntacılık gazetecilik sayılmaz. Onların derdi gazetecilik değil cuntacılık. Gazete bir araç.
-Ama ilişkiler deşifre olduğu hâlde bu etiketi üzerlerinde taşımaya devam ediyorlar?
Eğer bir evrim yaşıyorsak, onlar zayıflayarak varlıklarını sürdürür, zaman onları tasfiye eder. Göreceksiniz, gazeteciliği tali meslek görerek toplumsal mühendisliğin aracı yapan insanlar, Türkiye’nin geleceğinde yok olacak. Bir ülke açık toplum oluyorsa orada gizli ilişkilerini, niyetlerini halkın gözünden kaçırarak yaşayan çevreler yaşayamayacaktır. Birilerinin çıkıp ‘sizi tasfiye ediyorum’ demesine gerek yok. Evrim süreci içinde zaten tasfiye olurlar.
-Nasıl?
Onlara kulak verenler olmaz. Onları okuyan insanlar ağırlıklı olarak demokrasiden yana olurlar. Okunmadıklarında, tıklanmadıklarında magazine kaçmaya çalışırlar, gazetelerini renklendirirler, araya cuntacı hikâyelerini koyarlar ama her hâlükârda bunlar ümitsiz çabadır. Tarihsel şartlar onları tasfiye eder.
-Türkiye’de bazı gazeteler olağanüstü dönemlerde neden roller üstleniyor?
Olağanüstü dönemler kendine has niteliklere sahip oluyor. Siyasetin sahipleri, kamuya ve kendi içlerine dönük yüzleri ile farklı resim veriyor. Olağanüstü dönemler mahiyetleri itibari ile bir yüzleri gizli ilişkilere, orada çevrilen, döndürülen entrikalara dayalıdır. Buradaki girişimleri meşrulaştırmak, halk desteğini çoğaltmak, böyle bir kasıtla bir tür toplumsal mühendislikle işlerini yürütürler. Çünkü yaptıkları işle toplum arasında bir gerilim, bir çelişki vardır. Kendi amaçlarını saklayıp dönemin olağanüstülüğü, yürütülen işin halkla çelişkisine işaret ederler. Eğer gizli kapaklı işler yürütüyorsan, senin düşündüğün, desteklemeye çalıştığın çevreler, güç birliği yapmak istediğin kişi ve kurumların tümü toplumla bir çelişki içindedir. Tıpkı 12 Eylül ve 28 Şubat gibi.
-Darbe sonrası?
Toplum açık topluma dönüştükçe ayaklarının altından halının çekildiği bir elit kadro vardır. Güçlerini yenilemek ve eşsiz güçlerini elde etmek isterler. Bu yüzden medya marifeti ve birtakım unsurlarla bir toplumsal mühendislik yapıp ama neticede güç kullanıp rızayı inşa etmeye çalışırlar.
-Medya, bağımsız bir yapı değil, araç mı?
Medya kendi başına, tarihsiz, hangi sosyal şartlar olursa olsun hep aynı biçimde davranan, ideolojik, iktisadi ve aracı olmak istediği çevrelerden bağımsız bir yapı değildir. Medyayı değerlendirirken, kime sesleniyor, arkasındaki sermaye ne, ideolojik pozisyonu ne, bunlarla birlikte ancak yorumlarsak o zaman medya derken kimden bahsettiğimiz açıklık kazanır. Darbe çığırtkanlığı yapan da, demokrasi isteyen de vardır. Toplumdan yana olan da vardır, kirli ilişkilerin aracı olan da.
-Böyle bir blokun parçası medya objektif olabilir mi?
Kimse objektif değildir. Açık bir haber vardır, o haberi çarpıtırsan bu aleni nesnel bir haberi çarpıtmaktır. ‘Müftü keçi çaldı’ demek açık bir yalandır. Yoruma ilişkin farklılık anlaşılabilir ama doğrudan doğruya somut bir haberi çarpıtmak kabul edilemez. Türkiye’de medyanın yakın tarihinde somut haberlerin de çarpıtılarak farklı bir bağlama yerleştirildiğini görürüz. Toplumsal mühendislik böyle bir yayıncılığı talep eder. Ne olduğundan ziyade oradaki verileri kullanarak mutfak işçiliği marifetiyle, farklı bir hakikat çıkarmaya çalışırsınız.
-28 Şubat sürecinde tam da bu mu yaşandı?
İktidar ilişkileri açık bir nitelik arz etmiyorsa, elitler küresel ve yerel gelişmeler sebebi ile eski egemen pozisyonlarını kaybediyorlarsa, böyle bir riskle karşı karşıya iseler, iktidar oldukları dönemde hayat verdikleri, destekledikleri medyayı kendi amaçları için, toplumsal mühendislik için kullanmak isterler. Onların oluşturduğu tarihsel bir blok vardır. İktisadi elitler, bürokrat elitler, politikacılar ve onlarla birlikte kader birliği yapmış, hayat bulan bir medya grubu. Burada çıkar ve ideoloji birliği söz konusudur. 28 Şubat döneminde askerî bürokratlar, aydınlatmak maksadıyla yüksek yargı mensuplarını brifinge çağırdığında, dönemin adalet bakanı; ‘kimse yargıya emir veremez’ dediğinde o dönemki güçlü medya organlarından biri, ‘yargının üzerine baskı’ diye askerî bürokrasinin çağrısını değil, bakanın bu şekildeki genelgesini öne çıkartmıştı. 1960 darbesinden sonra 4 Haziran’da yine aynı şekilde o dönemin gazetelerinden biri gençlerin kıyma makinelerinden geçirildiğini, yok edildiğini haber olarak yayımladı.
-Bu haber neden önemliydi o sırada?
Tabii kıyma makinelerinden geçirilme metaforu aynı zamanda kendi iddiasının ispatlanamaması durumunu ortaya çıkardı. Adam kıyma olmuş, neyi bulacaksın? Dolayısıyla öyle bir hikâye anlatıyor ki toz ettiler toz. Bir ülkeyi toz ettiler deseler kanıtlayamazsın. Adamı bir bütün hâlinde mezara gömseler, derler ki mezarı gösterin. Kıyma yaptılar dersen, kıymanın neyini göstereceksin? Bunların hepsi toplumsal mühendisliktir. Parasını kim koyuyor, profesyoneller kim ve kime anlatıyor, bu üç şeye bakmak lazım.
-Medya-cunta ilişkisinden dolayı bazı gazetecilerin yargılanması tansiyonu yükseltiyor. Süreç bir ayrışmayı getirecek mi?
Cumhuriyetin başlangıcından itibaren medyanın sermayesini koyan çevreler egemen iktidarlarla tarihsel iyi ilişkiler kurmuş, kader birliği etmiş insanlardır. Dolayısıyla onlardan ayrı bir ideolojik pozisyonları olamaz. Tarihî şartlar bunların altından halıyı çekiyorsa onların altından da halıyı çekiyordur. O yüzden can havliyle tıpkı denizdeki yüzme bilmeyen insanlar gibi birbirlerine sarılıp o şekilde ayakta kalmaya çalışacaklardır, ama yüzme bilmiyorsan mutlak şekilde suyun dibine gidersin.
-Darbeleri destekleyen gazetecilerin ideolojik görüşleri ne? Kendilerine nasıl bir misyon biçiyorlar?
O dönemdeki elitlerin, gazetecilerin genel yaklaşımı kaba ve cahil halkı modernleştirmektir. Bu yüzden 90’lı yıllara kadar aydın-halk ikiliğinden bahsedilmiştir. Aydın olmanın temel vasfı kendi halkına yabancı olmaktır. Eğer ona saygı ile yaklaşırsan bu senin kaba ve taşralı olduğun anlamına gelir. Araya mesafe koyarsan o kadar aydın olduğun kabul edilebilir gibi bir algı söz konusudur. Aydın profili ne söylemiş, ne yazmış diye bakarsanız bunu görebilirsiniz. Arada uçurumlar var. Bunlar kendiliğinden oluşmadı. Dolayısıyla o dönemdeki gazetelerin ideolojileri de halkın terbiye edilmesine inanan, dolayısıyla misyonunu o çerçevede oluşturan insanlardır. Hedef kitlesine gelince, okur yazarlar kimlerdir, o dönemde yeni yeni şehirli olan, bürokraside iyi yerlere gelen ve ticaretle palazlananlardır. Bir bakıma doğrudan doğruya halkın kendisi değildir. 1950’den sonra çok ironik biçimde bu ifade edilmiş zaten; ‘sahiller halka açıldı vatandaş denize giremiyor’ dediler.
-Gazeteler de vatandaşa mı çıkıyor?
Vatandaşa, elitlere ama nasıl elitlere? Kapalı toplum yapısı içinde halka dayalı olmayan bir iktidarın inşa ettiği elitlere. Onlar cumhuriyetin vatandaşları. Gazetenin hitap ettiği çevre de rejimin öne çıkardığı, hayat tarzları ile onlarla entegre olmuş çevrelerdir. O yüzden kendi çalıp kendi söyleyen bir medya söz konusudur. Bu medya sermayesi, egemen elitlerle bağ çerçevesinde kurulmuş, profesyonelleri onlarla ideolojik bir entegrasyon içinde davranmıştır. Bu medya toplumsal mühendislik yapmak, mevcut yapıyı meşrulaştırmak ve sandıktan başka netice veriyorsa onun da kafasına vurmak için pozisyon alır. Dolayısıyla her şey kendi mecrasından akıyor.
-Mehmet Ali Birand, “Genlerimizde darbe geni var.” dedi. Pek çok insan bunu bir itiraf olarak gördü. Bu açıklamayı nasıl değerlendirdiniz?
İnsanlar vicdan sahibidirler. Hayatlarını bir şekilde yaşarlar, bir gün hayatın ebedi olmadığı, bir sonu olduğu, hesapların görülmesi gerektiği, bu hâlin sürdürülemeyeceği noktasında, vicdanın neyi emrediyorsa bir dönüm noktası yaşarsın. Birand bunu yaşamıştır. Kişisel ve toplumsal bir dönüşüme işaret ediyor bu açıklama.
-Nasıl bir dönüşüm?
Marcel Proust, ‘Yitik Zamanın Peşinde’ kitabının yazarı. Dönemin entelektüellerine şunu soruyor. ‘Altı ay sonra öleceğinizi bilseniz ne yaparsınız?’ İnsanlar 6 ay sonra öleceklerini bildiklerinde mevcut hayatlarının dışında bir hayat kuruyorlar. Eğer 6 ayım kaldı diye mevcut hayatın dışında bir hayat kuruyorsan sahici hayatın odur. Diğeri sahte bir hayattır. Diğeri ikinci emre kadar hayattır. Diğeri yarın her şey güzel olacak, şimdi böyle bir pozisyon alayım hayatıdır. Birand sanıyorum kendine böyle bir soru sordu. Hiç kimse edebi yaşamayacak, Allah Birand’a uzun ömür versin ama başımıza bir sıkıntı geldiğinde kendimize bu soruyu sorarız, gerçek hayat nedir diye? Bu soruyu sorduğumuzda da o en derinlerdeki vicdanımız ama ve fakatlı cümlelerle meşrulaştırdığımız o farklı pozisyona daha eleştirel bir noktadan bakmaya başlarız. Hayat ebedi değil, ne yapmamız gerekiyor, aydın sorumluluğumuz neyi emrediyor, bu topraklara bir borcumuz var, diye düşünürüz. Kişisel olduğu gibi toplumsal hayatta da böyle olur. Toplumsal hayat dinamik bir şekilde değişirken insanlar kendilerine, ne yapmalı, diye sorar. Kolektif bir pozisyonu olan insanlar için bu ortak bir soru hâline gelebilir.
-Bu soru ortak bir sorgulamaya dönüştü mü?
Türkiye’de de entelektüeller, okuryazarlar Tür-kiye’nin demokratikleşmesi sürecinde böyle bir soru ile karşılaştı. Acaba kapalı topluma ilişkin trendleri devam ettirmek için toplumsal mühendisliğe devam etmeli miyiz? Kirli ilişkilerin üzerini örtmeli miyiz? Bunlara yüksek değerler atfedip halkın sahte rızasını inşa mı etmeliyiz, yoksa gerçek halk rızasının ortaya çıkmasına mı vesile olmalıyız? Bu yönde medya pozisyon alıyor. Arkasındaki maddi şartlar da değişiyor.
-“Genlerimizde darbecilik var.” sözünü siz bir iletişim bilimleri hocası olarak nasıl yorumladınız? Aslında üzerinde ayrıntıları ile durulması gereken bir itiraf değil mi bu?
Gen hikâyesi epey derin çağrışımları olan bir kavramdır. Bizi karakterize eden şartlar bizi aynı zamanda darbeci yaptı, diyor. Niçin? Çıkar birliği içinde olduğumuz tarihsel blok, kader birliği yaptığımız kişiler, başka bir tercihe ilişkin; acaba şöyle de yapmak mümkün mü diye kendimize sorma şeklinde bir durumumuz olmadı, biz kaçınılmaz olarak darbeciydik, diyor. Birand’ın sözünü öyle anlıyorum. Yani mukayeseli bir şekilde okuyup muhakeme etmek, insani bağlamda buna cevap vererek aydın vicdanı ile pozisyon almak, öyle bir şey yoktu, diyor. İçine düştüğümüz ırmak bizi darbeciliğe götürüyordu, diyor. Parçası olduğumuz nehir, ilişki kurduğumuz güç çevreleri, tarihsel blok oluşturduğumuz o elitler bizi determinist biçimde darbeciliğe götürüyordu, diyor. Yoksa biyolojik olarak analarından darbeci doğmazlar.
-Genlerle sonradan oynanmış da olamaz mı?
Hayır, bu şöyle bir şeydir; “Güzel günler göreceğiz, çocuklar”, Nazım Hikmet’in dediği gibi ama şimdilik katlanalım. Ne acı çekiyorsak bu halkın cahilliğinden, kabalıktan, hayat tarzımızı değiştirme çabamıza inat eden yığınlardan kaynaklanıyor bütün bunlar. Siz buna inanın. Eflatun’un demokrasi rejimi, bilge kralın halkın çıkarlarını halktan da iyi bilmesi esasına dayanır. Halktan da iyi biliyorsan kendi başına kendi çıkarlarını takdir edemeyen bu halkı gerektiğinde belli bir vadide anlayacağı çıkarlara sopayla da çevirebilirsin. Türkiye’deki elitler de halkı modernleştirmek istiyordu ama halk anlamayınca gerektiğinde ceberut yöntemlerle halkın iyiliği için onu modernleştirmek gerekiyordu. Bu hikâyenin bir parçasıdır medya.
-Nasıl?
Biz yarın iyi günler göreceğiz ama şimdilik toplumsal mühendisliğe devam edelim. Biz sizi modernliğe götürmek istiyoruz. Sizi götürmek istediğimiz hedefleri takdir edecek olgunlaşma seviyesinde değilsiniz, biz de size bunu anlatmaya çalışarak zaman kaybedemeyiz. Otoriter olmak zorundayız. Stalin ne diyordu? Olağanüstü bir sosyalist düzen kuracağız. Ama bunun için acıya katlanmak lazım. Omlet yemek istiyorsan yumurtaları kırarsın. Milyonlarca insanı öldürdü, insanları köle yaptı, en ucuz iş gücünü oluşturdu. Proletaryanın gördüğü en büyük travma budur. Bizdeki elitler de benzer bir şey söylüyorlar. Hikâye aynı hikâye. Aynı elit kadro, aynı dünya görüşü içinden bakan insanlar.
-Son dönemde demokrasiye bağlı, alternatif gazeteler de var. Nasıl güç kazandılar?
Alternatif medya demokrasi güçlendikçe gelişmiştir. Bu manada demokrasiye bağlı medyanın varlığı yenidir. Son on yılda demokrasinin müdafii medya güç kazandı, çünkü demokrasiyi destekleyen iktisadi elitler güç kazandı. Yeni entelektüeller ortaya çıktı. Yükselen konumlarını açık demokrasiye ve açık topluma borçludurlar.
Peki, dünyanın en özgürlükçü mesleğini ifa eden gazeteciler Türkiye’de niçin askerî rejimlere sıcak bakıyor? Genlerdeki darbe hastalığı tedavi edilebilir mi? Terör ve şiddet olayları kapsamında hayat hakkı ihlallerinin incelenmesine yönelik kurulan TBMM İnsan Hakları Alt Komisyonu’nun başkanı Prof. Naci Bostancı bir iletişimci. Amasya’dan milletvekili seçilmeden önce Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanlığı görevinde bulunuyordu. Bostancı’nın, Türkiye’de sosyal değişme ve kimliksel dönüşüm, siyaset bilimi, kitle iletişim teorileri, propaganda, ideoloji kuramı ve kültürel dönüşüm konularında çalışmaları var. Türkiye’deki medya-cunta ilişkilerinin tarihî arka planı ve önümüzdeki sürece ilişkin sorularımızı cevaplarken, medyanın ideolojik ilişki ve çıkar ilişkisi içinde bulunduğu bloka dikkat çekerek, bağımsız olmadığını söylüyor: “Gazeteciliği bir tali meslek olarak görüp toplumsal mühendislik aracı yapanlar kaybedecek.”
-27 Mayıs, 12 Mart ve 28 Şubat’ta gazeteciler çok etkin. Hem gazeteci hem de cuntacı olunabilir mi?
Onlara gazeteci derken, kitaplarda yazdığı gibi halkın haber alma hakkına saygı gösteren, gerçekleri ortaya çıkarmak için çabalayan, kamunun çıkarları için çalışan insanları anlamayın. Onlar için gazetecilik tali bir unsur. Cuntacılığın amaçlarına uyduğu ölçüde gazeteci onlar. Etiketleri gazeteci. Gazete çıkarmakla insanlar gazeteci olmaz. Cuntacılık gazetecilik sayılmaz. Onların derdi gazetecilik değil cuntacılık. Gazete bir araç.
-Ama ilişkiler deşifre olduğu hâlde bu etiketi üzerlerinde taşımaya devam ediyorlar?
Eğer bir evrim yaşıyorsak, onlar zayıflayarak varlıklarını sürdürür, zaman onları tasfiye eder. Göreceksiniz, gazeteciliği tali meslek görerek toplumsal mühendisliğin aracı yapan insanlar, Türkiye’nin geleceğinde yok olacak. Bir ülke açık toplum oluyorsa orada gizli ilişkilerini, niyetlerini halkın gözünden kaçırarak yaşayan çevreler yaşayamayacaktır. Birilerinin çıkıp ‘sizi tasfiye ediyorum’ demesine gerek yok. Evrim süreci içinde zaten tasfiye olurlar.
-Nasıl?
Onlara kulak verenler olmaz. Onları okuyan insanlar ağırlıklı olarak demokrasiden yana olurlar. Okunmadıklarında, tıklanmadıklarında magazine kaçmaya çalışırlar, gazetelerini renklendirirler, araya cuntacı hikâyelerini koyarlar ama her hâlükârda bunlar ümitsiz çabadır. Tarihsel şartlar onları tasfiye eder.
-Türkiye’de bazı gazeteler olağanüstü dönemlerde neden roller üstleniyor?
Olağanüstü dönemler kendine has niteliklere sahip oluyor. Siyasetin sahipleri, kamuya ve kendi içlerine dönük yüzleri ile farklı resim veriyor. Olağanüstü dönemler mahiyetleri itibari ile bir yüzleri gizli ilişkilere, orada çevrilen, döndürülen entrikalara dayalıdır. Buradaki girişimleri meşrulaştırmak, halk desteğini çoğaltmak, böyle bir kasıtla bir tür toplumsal mühendislikle işlerini yürütürler. Çünkü yaptıkları işle toplum arasında bir gerilim, bir çelişki vardır. Kendi amaçlarını saklayıp dönemin olağanüstülüğü, yürütülen işin halkla çelişkisine işaret ederler. Eğer gizli kapaklı işler yürütüyorsan, senin düşündüğün, desteklemeye çalıştığın çevreler, güç birliği yapmak istediğin kişi ve kurumların tümü toplumla bir çelişki içindedir. Tıpkı 12 Eylül ve 28 Şubat gibi.
-Darbe sonrası?
Toplum açık topluma dönüştükçe ayaklarının altından halının çekildiği bir elit kadro vardır. Güçlerini yenilemek ve eşsiz güçlerini elde etmek isterler. Bu yüzden medya marifeti ve birtakım unsurlarla bir toplumsal mühendislik yapıp ama neticede güç kullanıp rızayı inşa etmeye çalışırlar.
-Medya, bağımsız bir yapı değil, araç mı?
Medya kendi başına, tarihsiz, hangi sosyal şartlar olursa olsun hep aynı biçimde davranan, ideolojik, iktisadi ve aracı olmak istediği çevrelerden bağımsız bir yapı değildir. Medyayı değerlendirirken, kime sesleniyor, arkasındaki sermaye ne, ideolojik pozisyonu ne, bunlarla birlikte ancak yorumlarsak o zaman medya derken kimden bahsettiğimiz açıklık kazanır. Darbe çığırtkanlığı yapan da, demokrasi isteyen de vardır. Toplumdan yana olan da vardır, kirli ilişkilerin aracı olan da.
-Böyle bir blokun parçası medya objektif olabilir mi?
Kimse objektif değildir. Açık bir haber vardır, o haberi çarpıtırsan bu aleni nesnel bir haberi çarpıtmaktır. ‘Müftü keçi çaldı’ demek açık bir yalandır. Yoruma ilişkin farklılık anlaşılabilir ama doğrudan doğruya somut bir haberi çarpıtmak kabul edilemez. Türkiye’de medyanın yakın tarihinde somut haberlerin de çarpıtılarak farklı bir bağlama yerleştirildiğini görürüz. Toplumsal mühendislik böyle bir yayıncılığı talep eder. Ne olduğundan ziyade oradaki verileri kullanarak mutfak işçiliği marifetiyle, farklı bir hakikat çıkarmaya çalışırsınız.
İktidar ilişkileri açık bir nitelik arz etmiyorsa, elitler küresel ve yerel gelişmeler sebebi ile eski egemen pozisyonlarını kaybediyorlarsa, böyle bir riskle karşı karşıya iseler, iktidar oldukları dönemde hayat verdikleri, destekledikleri medyayı kendi amaçları için, toplumsal mühendislik için kullanmak isterler. Onların oluşturduğu tarihsel bir blok vardır. İktisadi elitler, bürokrat elitler, politikacılar ve onlarla birlikte kader birliği yapmış, hayat bulan bir medya grubu. Burada çıkar ve ideoloji birliği söz konusudur. 28 Şubat döneminde askerî bürokratlar, aydınlatmak maksadıyla yüksek yargı mensuplarını brifinge çağırdığında, dönemin adalet bakanı; ‘kimse yargıya emir veremez’ dediğinde o dönemki güçlü medya organlarından biri, ‘yargının üzerine baskı’ diye askerî bürokrasinin çağrısını değil, bakanın bu şekildeki genelgesini öne çıkartmıştı. 1960 darbesinden sonra 4 Haziran’da yine aynı şekilde o dönemin gazetelerinden biri gençlerin kıyma makinelerinden geçirildiğini, yok edildiğini haber olarak yayımladı.
-Bu haber neden önemliydi o sırada?
Tabii kıyma makinelerinden geçirilme metaforu aynı zamanda kendi iddiasının ispatlanamaması durumunu ortaya çıkardı. Adam kıyma olmuş, neyi bulacaksın? Dolayısıyla öyle bir hikâye anlatıyor ki toz ettiler toz. Bir ülkeyi toz ettiler deseler kanıtlayamazsın. Adamı bir bütün hâlinde mezara gömseler, derler ki mezarı gösterin. Kıyma yaptılar dersen, kıymanın neyini göstereceksin? Bunların hepsi toplumsal mühendisliktir. Parasını kim koyuyor, profesyoneller kim ve kime anlatıyor, bu üç şeye bakmak lazım.
-Medya-cunta ilişkisinden dolayı bazı gazetecilerin yargılanması tansiyonu yükseltiyor. Süreç bir ayrışmayı getirecek mi?
Cumhuriyetin başlangıcından itibaren medyanın sermayesini koyan çevreler egemen iktidarlarla tarihsel iyi ilişkiler kurmuş, kader birliği etmiş insanlardır. Dolayısıyla onlardan ayrı bir ideolojik pozisyonları olamaz. Tarihî şartlar bunların altından halıyı çekiyorsa onların altından da halıyı çekiyordur. O yüzden can havliyle tıpkı denizdeki yüzme bilmeyen insanlar gibi birbirlerine sarılıp o şekilde ayakta kalmaya çalışacaklardır, ama yüzme bilmiyorsan mutlak şekilde suyun dibine gidersin.
-Darbeleri destekleyen gazetecilerin ideolojik görüşleri ne? Kendilerine nasıl bir misyon biçiyorlar?
O dönemdeki elitlerin, gazetecilerin genel yaklaşımı kaba ve cahil halkı modernleştirmektir. Bu yüzden 90’lı yıllara kadar aydın-halk ikiliğinden bahsedilmiştir. Aydın olmanın temel vasfı kendi halkına yabancı olmaktır. Eğer ona saygı ile yaklaşırsan bu senin kaba ve taşralı olduğun anlamına gelir. Araya mesafe koyarsan o kadar aydın olduğun kabul edilebilir gibi bir algı söz konusudur. Aydın profili ne söylemiş, ne yazmış diye bakarsanız bunu görebilirsiniz. Arada uçurumlar var. Bunlar kendiliğinden oluşmadı. Dolayısıyla o dönemdeki gazetelerin ideolojileri de halkın terbiye edilmesine inanan, dolayısıyla misyonunu o çerçevede oluşturan insanlardır. Hedef kitlesine gelince, okur yazarlar kimlerdir, o dönemde yeni yeni şehirli olan, bürokraside iyi yerlere gelen ve ticaretle palazlananlardır. Bir bakıma doğrudan doğruya halkın kendisi değildir. 1950’den sonra çok ironik biçimde bu ifade edilmiş zaten; ‘sahiller halka açıldı vatandaş denize giremiyor’ dediler.
-Gazeteler de vatandaşa mı çıkıyor?
Vatandaşa, elitlere ama nasıl elitlere? Kapalı toplum yapısı içinde halka dayalı olmayan bir iktidarın inşa ettiği elitlere. Onlar cumhuriyetin vatandaşları. Gazetenin hitap ettiği çevre de rejimin öne çıkardığı, hayat tarzları ile onlarla entegre olmuş çevrelerdir. O yüzden kendi çalıp kendi söyleyen bir medya söz konusudur. Bu medya sermayesi, egemen elitlerle bağ çerçevesinde kurulmuş, profesyonelleri onlarla ideolojik bir entegrasyon içinde davranmıştır. Bu medya toplumsal mühendislik yapmak, mevcut yapıyı meşrulaştırmak ve sandıktan başka netice veriyorsa onun da kafasına vurmak için pozisyon alır. Dolayısıyla her şey kendi mecrasından akıyor.
-Mehmet Ali Birand, “Genlerimizde darbe geni var.” dedi. Pek çok insan bunu bir itiraf olarak gördü. Bu açıklamayı nasıl değerlendirdiniz?
İnsanlar vicdan sahibidirler. Hayatlarını bir şekilde yaşarlar, bir gün hayatın ebedi olmadığı, bir sonu olduğu, hesapların görülmesi gerektiği, bu hâlin sürdürülemeyeceği noktasında, vicdanın neyi emrediyorsa bir dönüm noktası yaşarsın. Birand bunu yaşamıştır. Kişisel ve toplumsal bir dönüşüme işaret ediyor bu açıklama.
-Nasıl bir dönüşüm?
Marcel Proust, ‘Yitik Zamanın Peşinde’ kitabının yazarı. Dönemin entelektüellerine şunu soruyor. ‘Altı ay sonra öleceğinizi bilseniz ne yaparsınız?’ İnsanlar 6 ay sonra öleceklerini bildiklerinde mevcut hayatlarının dışında bir hayat kuruyorlar. Eğer 6 ayım kaldı diye mevcut hayatın dışında bir hayat kuruyorsan sahici hayatın odur. Diğeri sahte bir hayattır. Diğeri ikinci emre kadar hayattır. Diğeri yarın her şey güzel olacak, şimdi böyle bir pozisyon alayım hayatıdır. Birand sanıyorum kendine böyle bir soru sordu. Hiç kimse edebi yaşamayacak, Allah Birand’a uzun ömür versin ama başımıza bir sıkıntı geldiğinde kendimize bu soruyu sorarız, gerçek hayat nedir diye? Bu soruyu sorduğumuzda da o en derinlerdeki vicdanımız ama ve fakatlı cümlelerle meşrulaştırdığımız o farklı pozisyona daha eleştirel bir noktadan bakmaya başlarız. Hayat ebedi değil, ne yapmamız gerekiyor, aydın sorumluluğumuz neyi emrediyor, bu topraklara bir borcumuz var, diye düşünürüz. Kişisel olduğu gibi toplumsal hayatta da böyle olur. Toplumsal hayat dinamik bir şekilde değişirken insanlar kendilerine, ne yapmalı, diye sorar. Kolektif bir pozisyonu olan insanlar için bu ortak bir soru hâline gelebilir.
-Bu soru ortak bir sorgulamaya dönüştü mü?
Türkiye’de de entelektüeller, okuryazarlar Tür-kiye’nin demokratikleşmesi sürecinde böyle bir soru ile karşılaştı. Acaba kapalı topluma ilişkin trendleri devam ettirmek için toplumsal mühendisliğe devam etmeli miyiz? Kirli ilişkilerin üzerini örtmeli miyiz? Bunlara yüksek değerler atfedip halkın sahte rızasını inşa mı etmeliyiz, yoksa gerçek halk rızasının ortaya çıkmasına mı vesile olmalıyız? Bu yönde medya pozisyon alıyor. Arkasındaki maddi şartlar da değişiyor.
-“Genlerimizde darbecilik var.” sözünü siz bir iletişim bilimleri hocası olarak nasıl yorumladınız? Aslında üzerinde ayrıntıları ile durulması gereken bir itiraf değil mi bu?
Gen hikâyesi epey derin çağrışımları olan bir kavramdır. Bizi karakterize eden şartlar bizi aynı zamanda darbeci yaptı, diyor. Niçin? Çıkar birliği içinde olduğumuz tarihsel blok, kader birliği yaptığımız kişiler, başka bir tercihe ilişkin; acaba şöyle de yapmak mümkün mü diye kendimize sorma şeklinde bir durumumuz olmadı, biz kaçınılmaz olarak darbeciydik, diyor. Birand’ın sözünü öyle anlıyorum. Yani mukayeseli bir şekilde okuyup muhakeme etmek, insani bağlamda buna cevap vererek aydın vicdanı ile pozisyon almak, öyle bir şey yoktu, diyor. İçine düştüğümüz ırmak bizi darbeciliğe götürüyordu, diyor. Parçası olduğumuz nehir, ilişki kurduğumuz güç çevreleri, tarihsel blok oluşturduğumuz o elitler bizi determinist biçimde darbeciliğe götürüyordu, diyor. Yoksa biyolojik olarak analarından darbeci doğmazlar.
-Genlerle sonradan oynanmış da olamaz mı?
Hayır, bu şöyle bir şeydir; “Güzel günler göreceğiz, çocuklar”, Nazım Hikmet’in dediği gibi ama şimdilik katlanalım. Ne acı çekiyorsak bu halkın cahilliğinden, kabalıktan, hayat tarzımızı değiştirme çabamıza inat eden yığınlardan kaynaklanıyor bütün bunlar. Siz buna inanın. Eflatun’un demokrasi rejimi, bilge kralın halkın çıkarlarını halktan da iyi bilmesi esasına dayanır. Halktan da iyi biliyorsan kendi başına kendi çıkarlarını takdir edemeyen bu halkı gerektiğinde belli bir vadide anlayacağı çıkarlara sopayla da çevirebilirsin. Türkiye’deki elitler de halkı modernleştirmek istiyordu ama halk anlamayınca gerektiğinde ceberut yöntemlerle halkın iyiliği için onu modernleştirmek gerekiyordu. Bu hikâyenin bir parçasıdır medya.
-Nasıl?
Biz yarın iyi günler göreceğiz ama şimdilik toplumsal mühendisliğe devam edelim. Biz sizi modernliğe götürmek istiyoruz. Sizi götürmek istediğimiz hedefleri takdir edecek olgunlaşma seviyesinde değilsiniz, biz de size bunu anlatmaya çalışarak zaman kaybedemeyiz. Otoriter olmak zorundayız. Stalin ne diyordu? Olağanüstü bir sosyalist düzen kuracağız. Ama bunun için acıya katlanmak lazım. Omlet yemek istiyorsan yumurtaları kırarsın. Milyonlarca insanı öldürdü, insanları köle yaptı, en ucuz iş gücünü oluşturdu. Proletaryanın gördüğü en büyük travma budur. Bizdeki elitler de benzer bir şey söylüyorlar. Hikâye aynı hikâye. Aynı elit kadro, aynı dünya görüşü içinden bakan insanlar.
-Son dönemde demokrasiye bağlı, alternatif gazeteler de var. Nasıl güç kazandılar?
Alternatif medya demokrasi güçlendikçe gelişmiştir. Bu manada demokrasiye bağlı medyanın varlığı yenidir. Son on yılda demokrasinin müdafii medya güç kazandı, çünkü demokrasiyi destekleyen iktisadi elitler güç kazandı. Yeni entelektüeller ortaya çıktı. Yükselen konumlarını açık demokrasiye ve açık topluma borçludurlar.