30 Mart 2012 Cuma

Darbe davalarının hâl-i pürmelâli / Namık Çınar

Yanılıyor muyum bilmiyorum, ama Silivri’nin şu bilinen davaları, yola çıkıldığındaki çizgilerinden her geçen gün biraz daha saparak içinden çıkılmaz bir hâl alıyor ve kamuoyunda, sanki orada yargılananlara büyük haksızlıklar yapılıyormuş izlenimi uyandırıyor.

Bu noktalara gelinmesinde, AKP hükümetindeki tavır değişikliklerinin, yargıç ve savcılardaki muhakeme etme becerilerinin, sanıklardaki savunma taktiklerinin, medyadaki olayları aktarma biçimlerinin, diğer siyasi parti tutumlarının ve daha bir sürü başka şeylerin tabii ki payları var. Ama netice olarak, zaman, darbeci unsurların lehine çalışır bir hâl almış gibi görünüyor.

Örneğin, hükümet o değişimci yanını yitirip, tutucu vasfıyla boy göstermeye başladıkça yalpalıyor ve giderek devirdiklerine benzemeye başlıyor. Oysa devirdiklerine benzerlerse, o benzediklerinin, devrilmelerinin hesabını bir gün gelip kendilerinden sormaya başlayabilecekleri eli kulağında aşamaları, besleyip büyütmekte olduklarını yazık ki göremiyorlar.

Bu memlekette Çanakkale Savaşı üzerine bir film bile çekilecek olsa orada dahi askerî uzmanlardan yararlanılırken, binlerce sayfa iddianame yazan savcıların ve o davaları yürüten yargıçların, askerlik mesleğinin kendine has özelliklerini merak dahi etmeden sürdürdükleri bu yargılamalarla vardıkları nokta; örneğin sanıklardan Orgeneral Başbuğ’a yönelttikleri daha ilk soru, bu davaların önemini ortaya koymak bakımından, İsrail gezisi sırasında Ağlama Duvarı önünde çekilmiş turistik bir fotoğraf üzerine oluyorsa, bu iş daha yolun başındayken “bebek davası” ya da “köpek davası” tehlikesiyle karşı karşıya değildir de nedir, Allah’ınızı severseniz?

Bunca senedir sürüp giden davalardan arta kalıp da benim zihnimde yer etmiş tek şey, varsa yoksa falancanın imzası ıslak mıydı değil miydi tarzındaki kayıkçı kavgası ise, valla kimse kusura bakmasın, ama bana göre de bir komedidir bu, gerçekten.

Askerî vesayeti elli senedir asli işleri sayan darbeci generallerin, üst üste koya koya şişirerek teçhiz ettikleri ve atamalar yapıp çalıştırdıkları karargâhlarda, sadece “Batı Çalışma Grubu” veya“Cumhuriyet Çalışma Grubu” kadarlık değil, keyiflerine göre ihdas ettikleri daha nice yasadışı şube, daire ve organlar, şöyle içine bir bakılıp takibe tabî tutulabilse, yani asıl böyle şeylerin üzerine gidilebilse, acaba resmî “Teşkilat, Malzeme, Kadro” standartları bakımından onları nerelere koyarak izah edebilecekleri orada öylece dururken; üstelik bir de buralardaki maaş ve harcamalar yasadışı olarak bütçeye konmuşlarsa, yahut kılıfına uydurup başka yerlerde göstererek, insanlar “ikiz ya da geçici görevler” adı altında buralarda çalıştırılmışlarsa, bunun ayrı bir suç oluşturması da cabası olacakken; hiç enerjiler, kalkıp da bu sıradan işlerde tüketilir mi, yahu!

İmzasının mahiyetiyle oyalanılacağına, o deniz piyade kurmay albaydan, yetkilisi olduğu bilgi destek şubesinin “Teşkilat, Malzeme, Kadro”daki yerine, o şubenin kendi uzmanlık alanıyla ilintisine, atandığından beridir faaliyetlerinin dökümüne, Meriç’in öte yakasındaki muhtemel mütecaviz unsurlar hakkında bilgi toplamak varken, meselâ karşıdaki düşman birlik komutanlarının kimler oldukları, karakterleri, imkân ve kabiliyetleri hakkında mı çalışma yaptığına, yoksa bunun yerine TC vatandaşlarını dinsel inanç ve kanaatlerine göre tertipleyip, niçin onların tasnif ve andıçlanmalarıyla iştigal ettiğine açıklık getirmesini istemek, daha can alıcı bir yaklaşım olmaz mı ki?

Yargılananların rütbeleri ve makamları büyüdükçe, mahkemeleri bir kem-küm’dür sarıyor sanki. Arkasına otuz kırk generali alıp tv’lerde boy gösterirken, parmağını gözümüze soka soka bizi tehdit etmiş olan en büyük general, şimdi sinirlenince ya kendisini yargılayanları haşlıyor, ya da alıp başını salonu terk ediyor. Nerede eski Genelkurmay başkanları diyerek de hayıflanıyor, bir yandan da.

Zira hukukla değil, hâlâ zor ve baskı kurarak sonuç almanın dışa vurumudur, bu bedbince tavır. Nitekim, eski hey gidi hey günlerinde öyleydiler meselâ. Görüşülmekte olan bir yasa eğer onlar bakımından önemliydi veya Cumhurbaşkanlığına kendi aralarından bir generali getireceklerdi ise; maaile Meclis’e doluşup, salona tepeden bakan localarına kurulurlar, baskı ve korkutma amaçlı gövde gösterisi yaparlardı. İşte şimdi de, bir daüssıla duyarlılığıyla yine o günler özleniyor, anlaşılan.
Fakat toparlanıp bu savruluşların önüne geçilmeli ve bu ülkenin Vaka-i Hayriye’den beri tam 186 senelik çilesi olan makûs talihi mutlaka yenilmelidir.

Hâlbuki ulus-devlet projesinde bile ordular, daha önceki talana dayalı başıbozuk ve özerk anlayışlarından temizlenerek, kışlalarda disiplinle kontrol altına alınmışlar ve sivil siyasanın kayıtsız şartsız emrine sokulmuşlardı. Bizdeki ulus-devlet âşığı jakobenler ise, bunu dahi kavrayamamışlardır.

O yüzden de, dünyada darbe artık, geçen hafta Mali’de yapılanı da sayarsak, onlarda ve bir de bizde kalmış, utanç verici ve en ilkel bir siyaset yapma biçimi olarak sırıtıp durmaktadır.
İşte bu kendi başına buyruk, rezil ve müdahaleci ruhtan kurtulmanın tam zamanı gelmiş iken, tutup sendelemek ve ivme kaybetmek, onca emeklere yazık olacak bir durumdur. Bunu anlamayıp darbecileri koruyanlar ve onlara arka çıkanlarsa, bu yaptıklarından utanmalıdırlar.

Pazartesi günü, “Balyoz darbesi”nin nasıl kanıtlanması lâzım geldiğini askerlikten giderek anlatacağım.