Herkes görüyor ama kimse açıkça söyleyemiyor.
PKK, orduyu, eski zaman argosuyla söylersek, “küllüm” ediyor.
Öyle bir mangayı falan pusuya düşürmüyor, gidiyor karakolları, birlikleri, taburları basıyor, “en seçkin” birlikler denen komando tugayına saldırıyor.
Her seferinde zayiat verdiriyor ve gidiyor.
Ordu, PKK’nın peşinde değil, PKK ordunun peşinde gibi bir görüntü var.
Üstelik ordu, her baskından önce “baskın yapılacağına” dair istihbarat da alıyor ama PKK’yı durduramıyor.
800 bin kişilik orduyu hallaç pamuğu gibi atan PKK kaç kişi dersiniz?
Beş bin kişi.
Bildiğimiz kadarıyla da bunun sadece bin beş yüzü Türkiye sınırlarının içinde.
O bin beş yüz kişi orduyu felç etmeye yetiyor.
Ya PKK on beş bin kişi olsaydı?
Herhalde Türk medyası, “şanlı Ankara direnişi” konusunda ateşli manşetler atar, “PKK’yı Ankara kapılarında durdurduk” diye övünürdü.
Ordu niye bu kadar aciz bir halde?
“PKK’lıyı çoban”, “kekik toplayanı PKK’lı sanan” generalleri yükselten, sürekli darbe planları yapan, lahikalar yazan, ilkokul çocuklarını bile fişleyen, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini aklına takan, başörtülü kadınlarla uğraşmayı marifet sanan, “baskın olacak” bilgisini aldıktan sonra Dağlıca’da olduğu gibi PKK’nın geleceği yolları açan, Ergenekon’u savunmak için kendini parçalayan bir ordudan başka ne beklersiniz?
Bu ordu, ordu değil.
Başka bir şey.
Daha ziyade siyasi bir parti olarak şekillenmiş.
“Siyasi iktidarı” savaştan beslendiği için de “savaşı” asla bitirmeyecek biçimde “konuşlanmış”, ordu çok kalabalık olduğu için PKK orduyu hiçbir zaman yenemeyecek ama bu savaş da hiç bitmeyecek.
Biz bu ordunun aslında “ordu” olmadığını ne zaman anladık?
Bir iki yıl oldu.
Anlaşılıyor ki yıllardır bu yetersizliği sürdürüyor ordu, asker kılığındaki yoksul çocukların ölümüne aldırmıyor ve onları cepheye gönderiyor.
Otuz üç asker olayında olduğu gibi bazen kendisi silahsız erleri PKK’nın kucağına sürüyor.
Niye peki biz otuz yıldır ordunun gerçek yüzünü göremedik?
Çünkü medya hep yalan söyledi.
Doğruları söylemeye kalkışanları da yargı hapse attı.
Sanal bir devlet, sanal bir ordu ve sanal bir medya, “gerçekmiş” gibi yaptılar.
Şimdi devletin, ordunun ve medyanın gerçek olmadığını anlıyoruz.
Bunu anlamamız, tabii büyük bir değişimin sonucunda oluyor.
Türkiye bir altüst oluştan geçiyor.
Öncelikle sermaye el değiştiriyor.
Bütün varlığını “devletle ticarete” borçlu olan, onun için de devletin karşısında boynu bükük duran “büyük şehir zenginlerinin” yerini devletle hiçbir bağı olmayan, dik başlı “Anadolu zenginleri” alıyor.
Bu yeni zenginler siyasete ve medyaya giriyorlar.
Dünyayla iş yaptıkları için dünyayı tanıyorlar, “muhafazakâr” kimlikleri üzerinden halkla daha gerçek bir ilişki kuruyorlar, hak ettiklerine inandıkları iktidarı istiyorlar ve “muhafazakâr” bir yaşam tarzına sahip olmalarına rağmen “küreselleşmiş” bir dünya algısını zihinlerine yerleştiriyorlar.
İktidarı ancak “demokrasi” içinde elde edebileceklerini kavradıklarından da daha demokratlar.
Bu yeni zenginler, Türkiye’nin “Cumhuriyet kurulduğundan” beri sahip olduğu “tek başlı” mutlak iktidar yapısını çatlattılar.
Ordu, yargı, CHP, “devlet zengini” dörtlüsüne karşı daha “demokrat”, daha “dünyacı” ve daha ilerici bir yapıyla ortaya çıktılar.
Şimdi, biri halkın, diğeri devletin desteğine sahip bu “iki sermaye grubu”nun çatışmasını yaşıyoruz.
Bu çatışma, eskinin bütün eksikliklerini, bozukluklarını, suçlarını ortaya seriyor.
Ama “yeni sermaye” sürekli bir çatışma yaşadığından ve bir yanıyla “eskinin” zihnî egemenliğinden kurtulamadığından, “geleceğin” temelini güçlü bir şekilde atamıyor.
Avrupa yolunda kararlı bir şekilde yürüyemiyor, demokrasiyi tam oturtamıyor, Kürt açılımını başlatıyor ama Kürtlere haklarını veremiyor, Anayasa’yı değiştirmek istiyor ama tam değiştiremiyor.
Ama bu “yarım yarım değişiklikler” ve “açılımlar” bile Türkiye için büyük bir değişiklik, daha da önemlisi, bu “yarım açılımlar ve yarım değişimler”, gelecekteki büyük değişimin kapısını açıyor, “eskinin” mutlak baskısını kırıyor.
Zaten onun için Ergenekon yakalanıyor, darbeciler yargının önüne çıkarılıyor, ordunun gerçek yüzü açıkça görülüyor.
Daha “diyalektik” bir anlatımla söylemeye çalışırsak, “eski” teze karşı, yeni bir “antitez” çıktı, bunların çatışmasından bir “sentez”, yeni bir sonuç çıkacak.
Bu “sonuç” bugünkü durumdan çok daha iyi olacak.
Karşımızdaki iki gücün “uzlaşması” gerektiğini söyleyenlere aldırmayın, Türkiye’nin geleceği, bunların asla uzlaşmadan, yeni bir “sentez” yaratana kadar “çatışmasında” yatıyor.