1 Mart 2011 Salı

‘İnanç, orduda erlere mahsustur’

CEMAL A. KALYONCU
Emekli Hâkim Binbaşı Yusuf Çağlayan, 28 Şubat sürecinde hem yaşadıklarını hem dinlediklerini kaleme aldı. 28 Şubat’ın neden yapıldığını, kolordu komutanının Çağlayan’a itiraf ettiği “İnanç halka mahsus bir şeydi, ordudaysa erlere…” sözü anlatmıyor muydu?

Öyle ya, nasıl bir ordu, yüzyıllardır kendi milletinin millî/manevi değerleri ile özdeşleşmiş unsurlarını ‘düşman unsur’ belirlemişti. 28 Şubat süreci diye bilinen dönemde, önce askerî hiyerarşiye hâkim olup ele geçirdikleri üst kademeyi, bu sefer devlete hâkim olmak için kullanmış, oradan da tüm Türkiye’yi ‘fişledikleri’ bir açık hava hapishanesine çevirmişlerdi. Sorgusuz sualsiz pek çok kişiyi çok sevdikleri askerlik mesleğinden ihraç etmiş, ürettikleri sahte belgelerle Yüksek Askerî Şûra’larda (YAŞ) bu işi bitirmişlerdi. O yüzden kitabı bitirdiğinizde eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un kulaklarını çınlatmadan duramıyor, “Allah Allah diyen ordu nerede kalmış?” diyorsunuz.

Dönemin ne kadar korkunç olduğu, neleri kapsadığı yıllar geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Emekli Hâkim Binbaşı Yusuf Çağlayan’ın kaleme aldığı ‘Orduda, Yargıda Darbeci Kuşatma, Mağdurların Dilinden Darbeci Zihniyetin İcraatları’, o dönem orduda yaşananları gözler önüne seriyor. Kendisi de 1998 yılı aralık şûrasında re’sen emekli edilmiş birisi olan Çağlayan, hem yaşadıklarını hem de kendisine anlatılanları derlediği kitabıyla, bizleri o günlere götürüyor.

Çağlayan’a göre 28 Şubat 1997 postmodern darbesi, ordu açısından da bir kırılma noktası. Zira, o ana kadar yapılan darbe ve müdahaleler birtakım manipülasyonlarla topluma bir şekilde kabul ettirilmişti. O tarihe kadar ordu memleket hayrına yapmıştı bu darbeleri diye düşünenler vardı. Dolayısıyla halk, ordu ile darbeciler arasında bir ayrım yapmıyordu. Ama 1990’ların ortasından itibaren, özellikle 28 Şubat sürecinde, YAŞ kararları ile ‘irticai’ nedenlerle ordudan atılanlar başlarına gelenleri toplumla paylaşmaya başlayınca fotoğraf netleşiyordu. Yusuf Çağlayan’ın ifadesi ile “Dinî değerlerle sorunu bulunan bir ordu algısı, milletin kafasında hiçbir zaman oturmuyordu. Önemli sayıda dindar kimliği ile öne çıkan personelin tasfiyesi, eğitimde ve Kur’an kurslarında dine karşı alınan önlemler; kısaca tasfiyeler ve 28 Şubat kararları ile darbeciler topluma kendi kendilerini tanımlamışlardı. Toplum ne olup bittiği konusunda ilk ağızdan önemli bilgilere sahip olmuştu. Bu, toplumda ordu ve darbeciler ayrımını pekiştirmiş; orduya olan sevgi ve saygıyı muhafaza, darbecilerden nefret işlevi görmüştü.”

1990’lı yıllara kadar böyle olmayan ordu yapısı ne olmuştu da değişmişti? 28 Şubat süreci ile birlikte, eşleri başörtülü personel, istenmeyen görüşlere mensup ve orduya sızmış irticai unsurlar söylemi öne çıkarılarak neden ihraç edilmişti? İhraç işlemleri ile ordu hiyerarşisini ele geçirmek neden amaçlanıyordu? Ordu neden böyle bir operasyona muhatap olmuştu? Çağlayan’ın kitabında işlediği ağırlıklı temalardan biri de buydu. Yusuf Çağlayan, bunun amacını şu şekilde dile getiriyordu: “Darbeci yapıların oluşumu, öncelikle bu amaçla ordu içinde örgütlenme ile sağlanır. Darbeciler önce kurumsal hiyerarşiden bağımsız olarak kendi örgütünü oluşturup, bu örgüte mensup kişileri, kurumsal hiyerarşi içinde stratejik kumanda mevkilerine yerleştirirler. Bu sebeple, darbeciler önce kurum içi kontrolü ele geçirmek, kadrolaşmak, kendi yapılarını ordu yapısı, örgüt çalışmalarını kurumsal aktiviteler gibi göstermek hedefini gerçekleştirmeye çalışırlar. Bunu sağlamak için kurum içinde örgüte dâhil olmuş unsurlar yanında, örgüte açıkça dahil olmayanları da kısmi tasfiye yolu ile otoritelerini tesis ederek, hiyerarşiyi kontrol altına alırlar. Bu hiyerarşik kontrol sağlanmadıkça, ordunun kurumsal gücünün darbeci amaçlar doğrultusunda kullanılması mümkün değildir.”

Hiyerarşi ele geçirilince durulacak mıydı zihniyet? Uygulamalara göre o da mümkün değildi. Onu da Çağlayan’ın tespitlerinden aktaralım: “Ordu içinde bizzat canlı olarak yaşanan olaylarla ortaya koyduğumuz sözü edilen bu azınlık ideolojik zihniyetin, önce orduyu vesayeti altına alıp, daha sonra da tüm devlet kurumlarını ve toplumu vesayeti altına almaya çalıştığını; geçmişteki vesayet sistemini aynen sürdürmek istediğini görüyoruz. (…) Orduda istenen zihniyette bir hiyerarşik kontrol sağlandıktan sonra, aynı taktik devlet hiyerarşisinin ele geçirilmesinde uygulanmıştır.”

Batı Çalışma Konsepti adlı, medyada da deşifre edilen belgeden öğrendiğimize göre Jandarma, bir kolluk ve asayiş kurumu olmaktan çıkarılıp, devletin bütün kurum ve görevlilerini ve hatta toplumu gözetleyen bir kuruluşa dönüştürülmek istenmişti. Bırakın kaymakamları, belediye başkanlarını, özel okulları izlemeyi, “İl ve ilçe merkezindeki umuma açık yerlerdeki (kahve, gazino, pastane, park vs.) irtica görüntüsü nedir?” diyerek toplumun her alanına istihbarat/fişleme yoluyla âdeta kameralar kurdukları anlaşılıyordu. Mesela 8 yıllık kesintisiz eğitimin bu sürecin sonunda koalisyon hükümetine ‘verilen emirle’ uygulanabildiğini de unutmamak gerekiyordu.

Darbecileri bu reflekse sürükleyen ise Çağlayan’ın da belirttiği gibi, kendi toplumuna yabancılaşmanın ürettiği algılardı. Ve bunun zihniyet kodlarını 1900’lere kadar götürmek de mümkündü.

Ancak yine de 1990’lara kadar eşi başörtülü olan personel sorun teşkil etmiyordu askeriyede. Kışlalarda mescitler açık, ezanlar serbestti. 1990’ların başından itibaren ‘bildik komuta kademesinin göreve gelmesiyle’ tedricî bir şekilde cadı avı başlatıldı. Komünizmin çökmesi ile nasıl Amerika’nın tehdit önceliği İslam olduysa komuta kademesi de önceliği ‘irtica’ diye bilinen öcüye vermişti: “Öncelikle, kışlalardaki mescitler olmak üzere, şehirdeki camilerde de gerekli takip ve kontrol tedbirleri alındı. Her seviyedeki birlik komutanları, komuta ettiği birlik personeli arasında irticaî düşünce yapısı, hatta tarikat üyesi olabileceği düşüncesinden hareketle, emirlerindeki tüm rütbeli personeli bu yaklaşımla mercek altına almakla bizzat görevlendirilmişti.” Bu başlangıç aşamasıydı. Çağlayan’ın kitabından öğrendiğimize göre bir vakit namaza 14 gün oda hapsi cezası alanlar olmuştu. Sonra altın yüzük takıp takmayanlar kontrol edilmeye başlandı. Kitaptan okuyalım: “28 Şubat döneminin Jn. Gn. Komutanı T.K. kışlalarda subay ve astsubayların cami ve mescitlere gitmesini, kışla içi mescitlerde ezan okunmasını, mescitlerdeki Arapça ayet ve sembolleri ve cüppe, sarık gibi kıyafetleri yasaklayan bir emir yayınlamıştı. Bu emir doğrultusunda mescitlerde denetlemeler başlamıştı. Askeri birlik sınırları içinde bulunan mescitler, ibadet için mescitlere gelenlerin tespitinde bir araç haline getirilirken, aynı zamanda özellikle cuma günleri, şehirlerdeki camilere de sivil kıyafetli veya namaz kılmak için gelmiş gibi gözüken resmi kıyafetli personel görevlendirilerek, bu mekanlarda görülen personelin de tespitleri yapılmıştı. Mescitler, sadece er ve erbaşlara mahsus ibadet yerlerine dönüştürülmüştü. Mescitlerdeki imam sarık ve cüppeleri, duvarlardaki dinî levhalar kaldırılmıştı. Diyanet İşlerinden onaylı, mealli Kur’an dışındaki bütün kitaplar imha edilmişti.”

Bir er, disiplin suçu işlemeyi göze alarak Kur’an’ın açık arazide gömülmesine gönlü razı olmaması da ilginç bir hadise olarak karşımıza çıkıyordu: “Birlik komutanımız mealli olmadığı için Kur’an’ın da mescitten çıkarılıp açık araziye gömülmesini emretti. Götürüp gömdük. Ben çok huzursuz oldum. Gözüme uyku girmedi. Bir fırsatını bulunca Kur’an’ı gömüldüğü yerden çıkarıp, firar ederek memleketim olan Bursa’ya gittim. Kur’an’ı layık olduğu emin bir yere teslim ettikten sonra tekrar birliğime döndüm. Verilecek her türlü cezaya razıyım.”

Öyle ya, onların bakış açısına göre din halka mahsustu, ordudaysa ancak er’lere ait olabilirdi. Yusuf Çağlayan, yaşadığı bir olayı şöyle aktarıyordu: “28 Şubat döneminde televizyon ekranları âdeta irtica (!) kusuyordu. Aczmendiler, ellerinde sopalarla boy gösteriyorlar, âdeta ülkeyi sarmış gibi görünüyorlardı. Medya böyle bir görüntü oluşturuyordu. Akşam haberlerinde Aczmendiler çıktığında, ertesi gün kolordu komutanının yaptığı ilk iş, beni çağırtmak ve bunların hesabını bana sormak olurdu. (…) Bir ara, bana, inancın halka mahsus bir şey olduğunu da söyledi. Ordudaysa erlere mahsus olduğunu, bu seviyede kaldığı takdirde inancın yararlı olabileceğini ifade etti. ‘Örneğin; savaşta inanç, eri avcı boy çukurunda tutan bir kuvvet verir.’ dedi. Sözü döndürüp dolaştırıp darbeye getirdi ve ‘Darbe neden açıktan yapılmadı biliyor musun? Er faktörü yüzünden... Bu erler, bu milletin çocukları. Açıktan yapsaydık bu erleri nasıl itaat ettirecektik?’ dedi.”

Bu uygulamalar kısa sürede subayların evlerini de kapsama alanına aldı. Eşlerin başlarının örtülü olup olmadığını anlamak için düzenekler kuruldu. Orduevlerinden faydalanmak için eş ve çocuklara kimlik çıkartılarak onların fiziki durumları gözetim altına alınacaktı. Yavaş yavaş çember daraltılıyordu. 13 Mayıs 1998 tarihine gelindiğinde, başörtülü eş ve çocukların sadece orduevleri ve sosyal tesislere girişi yasaklanmıştı. Bu tarihte artık lojmanlarda da bu yasak yürürlüğe konulunca astsubay ve subay eşleri ve aileler için psikolojik travmalara kadar varan süreç hızlanmış oldu.

Dayatılan şablona bağlı olmayanın ‘yanarsın’ diye tehdit edilip, sonra da gereğinin yapıldığı günlerdi o günler. Eskiden bir subayın yabancı bir kadınla evlenmesi ordudan uzaklaştırılma sebebi iken bu değiştirilmiş, artık Müslüman örf ve âdetlerine riayet edenle evlilik yasaklanır (!) olmuştu. Uygulamalar da bunun belgesi niteliğindeydi. Bu hususlarda kitapta, yaşanmış o kadar örnek vardı ki… GATA’da kanser tedavisi olan başörtülü eşinin tedavisi, ordudan ihraç edildikleri için yarım kalan, bunu eşine açıklayamayıp ‘tedavin tamamlandı’ diyerek evine dönen bir subay vardı. Sonuçta bir cana mal olan bu olay da 28 Şubatçıların bir eseriydi.

Kimi çareyi yeni tayin olduğu yerde lojmanda kalma hakkı olmasına rağmen bu hakkını kullanmamakta buldu. Bu da çözüm olmadı. Zira bu sefer ‘Neden lojmanda oturmuyorsun? Sende bir şey mi var?’ sorularına muhatap olmaktan kurtulamadılar. Bir kısmı cadı avından kurtulmak ve hiç olmazsa az süre kalan emekliliğinden önce ordudan ihraç edilmemek için eşinden anlaşmalı boşandı. Bu sefer de bir yıl boyunca evinde hapishane hayatı yaşayan insanların dramı çıktı ortaya. Ne de olsa yetkililerin açıklamalarına göre ‘eş ve çocuklar TSK’nın dış görüntüsüne uymuyordu.’

Ve bütün bunların sonucunda yetkililer tarafından tekrarlanan ezberlenmiş bir cümle vardı: “Din ve inanç hürriyeti bir temel haktır. Bunlara herkesin saygı göstermesi esastır. Biz irtica ile mücadele ediyoruz. Dine karşı değiliz. Bu orduda herkes Müslüman’dır.”

Yusuf Çağlayan kimdir?
1957’de Kırıkkale’nin Bahşılı ilçesinde doğan, 1979’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitiren Yusuf Çağlayan, girdiği askerî hâkimlik sınavlarını kazandı, 1983 yılında da stajının ardından Gaziantep 5. Zırhlı Tugay Askerî Mahkemesi’nde görev aldı. Burada dört yıl kaldıktan sonra Erzincan 3. Ordu mahkemesine, üç yıl sonra da Gelibolu 2. Kolordu savcılığına getirildi. Altı yıl da bu görevde bulundu. 1997’de Kuzey Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı Askerî Hâkimliği’ne başladı. Aynı günlerde binbaşılığa terfi ederek birinci sınıf hâkimliğe ayrıldı. 1998 yılındaki aralık şûrasında re’sen emekliye sevk edilen Çağlayan, böylece 28 Şubat süreci kapsamında tasfiye edilen subaylar arasında yer aldı. Suçluydu, zira onun da eşinin başı örtülüydü!