Genelkurmay'ın, Balyoz sanığı üç generali terfide ısrar etmesi, askerî tabirle tam olarak bir 'emre itaatsizlik' durumu. Asker, hükümetten gelen üç generalin emekliye sevk edilmesi emrine itaat etmiyor.
Kendi kurumsal birliklerinden Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ni cepheye sürerek emre itaatsizlikte ısrar etmiş oluyor.
Muhalefet, hükümetin karşısına kim çıkarsa ona destek vermekten yana. Bahçeli'nin ve CHP'den birkaç ismin emre itaatsizlik eden askerin yanında yer almasının tek anlamı var: Başkalarının anlaşmazlıklarına taraf olarak veya alkış tutarak siyaset yapmak. Böyle bir tercihin sonucu ise, siyasette özne olmayı reddetmektir. Halbuki askerin ısrarı hem CHP, hem de MHP için bir fırsattı. Fırsattı, çünkü bu anlaşmazlık hükümet ile ordu arasında değil; doğrudan vatandaşla ordu arasında sürüyor. Tehdit altında olan toplumun kendisi.
Balyoz davası, askerî darbeler tarihinin kirli geçmişinin bir röntgenini verdi. Türkiye'nin en organize, en çok kaynak kullanan ve elindeki silahlarla en güçlü kurumu doğal olarak ordusu. Asker, bu kadar güç elinin atında iken kendisine verilen savunma görevi ile tatmin olmuyor, bir de ülkeyi yönetmeye kalkıyor. Siyasetin zaafları, demokrasinin ergenlik bunalımları askere işte bu fırsatı veriyor. Ancak asker ülkeyi yönetme hakkına bir gerekçe bulmak zorunda. Dünya barış içinde yoluna devam ederken, yönetme gerekçesi olarak ancak iç düşmanlardan şikâyet edilebilir. İç düşman ise yok. Bu sefer asker bu iç düşmanları kendisi imal etmeye ve sonra da toplumu bu canavara ikna etmeye girişiyor. Balyoz davası, doğrudan askerî gücün darbe gerekçesi olacak iç düşmanı halka yönelik terör eylemleri ile kendisinin organize ve icra etmesi anlamına geliyordu. Asker kişiler bölücülük ve irtica tehdidine toplumu inandırmak için kanlı eylemler yapıyorlar, sonra da bu eylemleri durdurmak, halkın güvenliğini sağlamak için yönetime el koyuyorlar. Balyoz, bu mantığın somut operasyon planlarından meydana geliyordu.
Önümüzdeki hesap çok kabarık. Şayet ordumuzda birileri, uzun askerî müdahaleler tarihinde benzer planlarla uğraşmamış olsaydı, en azından Kürt sorunu için bu kadar insan hayatı ve kaynak heba edilir miydi? Demek ki ordunun siyasetten uzak durması gerekiyor. Daha ötesi, hükümet tarafından yönetilebilmesi lâzım. Yoksa hiçbirimiz ne kendi can güvenliğimizden ne de ülkenin güvenliğinden emin olamayız.
Hükümetin emekliye sevkini istediği üç generalin suçlu olup olmadığını bilmiyoruz. Bunun için mahkemenin karar vermesi lâzım. Ancak hukuk, bu 'zan' üzerine ülkenin ve toplumun güvenliğini sağlayacak bir tedbir düşünmüş. Soruyu şöyle sorunca durum daha kolay anlaşılıyor. Sağa sola bomba atıp toplumu kargaşaya sürükleme ve bu yolla darbe yapıp yönetimi ele geçirme planları yapmakla suçlanan üç generalin, çok kritik görevlerde askerî birliklere komuta ettiği bir orduya güvenir misiniz? Bırakın sıradan vatandaşlar adına bizi, o komutanların emrinde görev yapan bütün astların da güvenmemesi lâzım. O zaman çare ne? Çare bu kadar ürkütücü suçlar isnat edilen generallerin, tekrar aynı işlere kalkışabilecekleri görevlerden uzak tutulması. Yani ya doğrudan emekliye sevk edilmeleri ya da açığa çıkarılmaları.
Hükümetin yaptığı da bundan ibaret. Hükümet, silahlı güce karşı benim hukukumu koruyor. Şayet benim hukukumu koruyamazsa orada ne işi var? Sıradan bir vatandaş olarak benim hukukumu koruyamayan hükümet kendi hukukunu koruyabilir mi?
Üç generalin açığa alınması, asker-siyaset ilişkisine dair bir tartışma değil. Doğrudan devlet yönetimi ve vatandaşın devlet karşısında haklarının korunması ile alâkalı. En başta da yaşama hakkı. Ordu üç generalin üzerinden içgüdüsel olarak bürokratik ayrıcalıklarını korumaya çalışıyor. Nasıl? Kendisi ve ülke için çok değerli olan itibarını harcayarak.
Emre itaatsizlik, bir ordunun en tepesinde ısrarla sürdürülünce askerinize güvenebilir misiniz? Her kademede asker, üstüne güvenebilir mi? Ordusunu emrine itaat ettiremeyen bir hükümete güvenebilir misiniz?