22 Kasım 2010 Pazartesi

Kaleler ve tel örgüler / Namık Çınar

Kaleler, monarkların, sömürmekte oldukları kendi halklarını zulümle yönetirlerken, güvenlik kaygılarıyla onlardan soyutlanarak, hizmetlerindeki askerleri ve diğer işbirlikçileriyle birlikte içine kapandıkları, demokrasi öncesi çağlara özgü birer yerleşim yerleriydiler.

Kalelere, günümüzün demokratik yaşam biçimlerinde artık yer kalmadığı; zira yöneticilerin de, onların buyruklarındaki askerlerin de, zaten halkın emrinde oldukları ve bu nedenle de, hizmetini gördükleri halktan korkarak ve kendilerini bir yerlere kapatarak soyutlanmak zorunda olmayacakları, ortadadır.

Gelin görün ki, ülkemizin, çeyrek yüzyılı geçkindir süren ve değdiği her alanda hepimizi zehirleyen bir “iç savaş”, eski günleri ve onun değerlerini âdetâ bu konuda da geri getirmişe benzemektedir.

Silahlı kuvvetlerin subay ve astsubayları, ama özellikle generalleri; rütbeleri büyüdükçe, üstelik emekli olduktan sonra bile, –Tanrı gecinden versin- artık ölene kadar, tel örgüler içinde yaşamaya hüküm giymiş gibidirler.

Gazetelerin yazdıklarına bakılırsa, “faili meçhul cinayetler”in sorumlusu görülen kimi “korucu”lar dahi, artık yasa masa filan da gözetilmeyerek, onlar da tel örgüler içinde güvencelere alınmaktadırlar.

Biz nasıl oldu da buralara geldik... bu durumu sorgulamanın zamanı geldi de geçmedi mi, Tanrı aşkına? Özellikle büyük kentlerde, meselâ İstanbul’da “Fenerbahçe Orduevi”nin yeşil alanı içinde, yeşilinin giderek yok edildiği gecekondu semtlerindeki gibi tıpkı, boyuna yeni lojmanlar yapılıyor, emekli orgenerallere.

İçeri alınmayarak, bakarsın refüze edilirim ve tepki gösteririm buna, diye; iyisi mi, orduevlerine gitmemeyi yeğlediğimden epeyidir, geriye kalmış bir-kaç dostumdan öğreniyorum, son zamanlardaki durumları.

Öyle ki, “aynı çatıya tüfek çattığım” arkadaşlarım bile, “devre” listesinden silmişler adımı, Taraf’ta yazıyorum diye.

Aslında neler yazdıklarımı dahi bilmiyorlar, çoğu. Nasıl bir “şartlanma” ortamı içinde olduklarına bakar mısınız lütfen.

Oysa, “TSK”daki kazanımlarım, ne onların ne başkalarının, elimden öyle “ha!” deyince alabilecekleri türdeki “özlük hakları”mdır, benim.

Hem acıyorum, hem kınıyorum; hukuk bilinci de, özgür birey duygusu da gelişmemiş, hayatı anlayamamış olan böylelerini.

Tekrar dönersek lojman meselesine... kızgınlıkların, küskünlüklerin de ardı-arkası kesilmiyor yalnız, buna rağmen. O denli ifrada kaçılmış olunmalı ki, yetmiyor görünüşe bakılırsa, yüksek rütbelilere tahsis edilecek olan bu mekânlar. Örneğin, emekli korgeneraller çıkarılınca lojman kapsamlarından, kopmuş görünüyor ipler, bu yüzden.

Laf aramızda, orgenerallerin çoğunun da araları “limonî” birbirleriyle. Kendileri olsun, eşleri olsun, rastlaşmamaya özen gösteriyorlar, selamlaşmamak için. Aynı apartmanlardaki lojmanlarda oturuyorlar da olsalar.

Ya fiilen çalışırlarkenki astlık-üstlük münasebetlerinden, ya da birisi görevdeyken, emekli olan diğerini artık sallamadığından, yahut konumlarını oldum olası bir türlü içlerine sindirememiş olan eşlerin kendi aralarındaki sudan rekabetleri ve kaprisleri gibi nedenlerle, sanılanın aksine, birbirlerinden zerrece hazzetmezler, bu emekli orgeneraller. Restoranlardaki rezerve masaları da boştur çoğunca; çünkü gelmezler ve karışmazlar insan içine.

Fakat en önemlisi şudur ki; Fenerbahçe Orduevi’nin sunulan hizmetleri o derece azaltılmıştır, çekiciliği öylesine düşürülmüştür ki, küçük rütbeli subayların buraya olan ilgileri ve ayak alışkanlıkları kesilip, yalnızca yüksek rütbeli emekli generaller için işleyen bir “huzurevi”ne dönüştürülmüştür, sanki giderek.

Benim gençliğimde, küçük rütbeli subayların, özellikle büyük kentlerdeki orduevlerinden yararlanmaları, otellerinde yatıp kalkmaları, restoranlarından yemek yiyecek masa bulmaları olanak dışıydı neredeyse. Bir kere, bütün personel kadroları sadece “torpilli”lerden ve bu yüzden de “şımarmış erler”den oluşturuldukları için, saygısızlıkları ve keyfilikleri de dizboyu olurdu, bunların.

Genç subaylardan, kanı kaynayıp da yerinde duramayanlarının sonu, mutlaka bir gürültü-patırtı ile neticelenir, tatları-tuzları kaçar, başlarını bir de böyle belâlara sokup, ancak öyle terk ederlerdi, oralarını.

Orduevlerinin ve askerî kampların egemeni haline gelmiş o personel anlayışlarının önü, büyük oranda alındı ama, bu tesislerden yararlananların ayrıcalıklarına ne yazık ki, hiçbir zaman çare bulunamadı.

Gerek inşası süren yeni otelin, gerekse sözünü ettiğimiz lojman binalarının, yerel yönetimin “imar planları”na ne denli uydukları, “inşaat ruhsatı” alıp almadıkları ve bunlara ait “ödenek kaynakları”nın “sivil siyasal denetim”e ne ölçüde açık oldukları da, teslim edersiniz ki, bu tür problemlerimizin bir başka boyutudurlar.

Bütün bunlardan kurtulmanın, elbette ki yolları vardır.
İlkin, halktan soyutlanarak, kopuk bir şekilde yaşanılmayacaktır. Bunun olabilmesi ve tel örgüler içine sığınmak zorunda kalınmaması için ise; kendi halkının bir bölümünü “düşman” addetmeyen, suçlulara karşı “hukukun içinde” kalınarak görev yapan bir kurum haline gelinecektir.

Herkesin içinden çıkmış oldukları o halktan ve onların vergilerinden oluşan bütçeden koparılan ayrıcalıklardan da derhal arınılacaktır derhal.
Ülke sathındaki irili-ufaklı 500 kadar orduevi-gazino-kamp vb. tesisler, genel bütçeden değil, üyelerinin kendi ceplerinden, ya da hiç değilse, başlıbaşına bir başka “sorun” olan “OYAK”tan karşılanmalıdır.

Bu yurdun en yoksulundan en yetimine kadar, çarşı-pazardaki alışverişleri esnasında herkeslerin ödemekte oldukları KDV’nin, bu kurumları kapsamaması ayrıcalığı, “halkla aranın açılması” hususunda, meselâ düşmanları bile şaşırtacak türden bir “ters düşme”dir, bana göre.

Hiç değer mi Tanrı aşkına, sorarım size hiç değer mi?