Demokratikleştikçe Türkiye kuşku, tanık, itiraf, belge, bilgi, ses kaydı ortalığa bir saçılıyor pir saçılıyor!
Yıl 2010; yani 17 yıl geçmiş 1993’ten bu yana. Ve saydığım belgeler, bilgiler, ses kayıtları, itiraflar falan hep bu yılların perde önünde ve ardındaki oyunculardan geliyor.
Dönemin baş oyucularından Doğan Güreş Paşa, Fikret Bila’nın “Komutanlar Cephesi” adlı kitabında, emir-komuta zincirindeki aksaklıklardan, salt siyasileri sorumlu tutuyor, olayların Olağanüstü Hal ilanıyla çözülemeyeceğini, illa da sıkıyönetim gerektiğini dile getiriyor:
“Ama siyasiler sıkıyönetim istemiyor.” Siyasiler dediği rahmetli Turgut Özal’la dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut. “...arkadaşları topladım” diye sürdürüyor Güreş Paşa: Her şeyi biz yapacağız, dedim. Siyasilerden kimse bana ‘komutayı sana verelim!’ demiyor. Ama ben mecburum! Komutayı ele aldım!
Doğan Güreş açıkça anayasada ve yasaklarda olmayan bir yetkiyi kullandığını söylüyor. Daha sonra da kullandığı yetkinin sıkıyönetim anlamına geldiğinden, açıkça darbeye gerek kalmadığını belirtiyor. Yani onca yetkiyi fiilen ele geçirince, “hey millet ben darbe yaptım haberiniz olsun!” demeye gerek kalmıyor!
Bu, öyle bir dönemdir ki, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ın ifadesiyle “devlet adına, yasadışı bir biçimde adam öldürme yetkisinin (ne demekse) çavuşlara kadar düştüğü bir dönemdir.”
Hele bir düşünün Eşref Bitlis’in kuşkularla dolu uçak kazasından Turgut Özal’ın ölümüne değin her türlü facia 1993’te olmuştur. Ve bu rezilliğe ilk noktalı virgül, 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta konmuştur. Şimdi, son on yılda, demokratikleşme yolunda atılan adımların önemi daha rahat anlaşılmıyor mu? Savcının rahmetli Turgut Özal’ın ölümünü soruşturması bile, 1993’ü sarıp sarmalayan sis perdesinin biraz daha yırtılmasına neden olmayacak mı?