Dün, “postmodern darbemizin” 14. sene-i devriyesini idrak ettik... Dün, aynı zamanda, bu darbenin birinci sıradaki mağduru Prof. Necmettin Erbakan hocayı uğurladık.
Darbenin tedvirine memur edilmiş kurmaylardan Tümgeneral Erol Özkasnak, “Bu bir postmodern darbedir arkadaşlar...” demiş, müdahalelerini ölümsüz bir isme kavuşturmuştu.
Sofistike yahut ince tarafından kotarılmış bir darbe değildi.
Kaba sabaydı.
İncelikten, estetikten, ustalıktan yoksundu.
Bir rezaletti.
Bir yüzkarasıydı.
İnsafız ve vicdanız bir girişimdi. Bir utançtı...
Dönüp bakıyoruz ve Çevik Bir mamulü “Orduya sadakat şerefimizdir” serlevhasını görüyoruz.
Dönüp bakıyoruz ve “10 milyon insanın kaybı” üzerinden hesap yapan birtakım eli silahlı adamları görüyoruz.
Dönüp bakıyoruz ve karargâhtan gelen tamimleri manşete çeken gazeteleri, kurmay görüşünü “emir” telakki eden televizyonları görüyoruz. Çakma sivil toplum kuruluşlarını görüyoruz. DİSK’i görüyoruz. Ertuğrul Özkök’ü görüyoruz. Zafer Mutlu’yu görüyoruz ve mutlu oluyoruz. Mehmet Yakup Yılmaz’ı görüyoruz. Kemal Gürüz’ü görüyoruz. Nur Serter’i görüyoruz. Yaşar Nuri Öztürk’ü görüyoruz. Zekeriya Beyaz’ı görüyoruz. Kuvözde büyütülmüş “Müslüm Gündüz Fadime Şahin Ali Kalkancı” triosunu görüyoruz. “28 Şubat’ta düğmeye ben bastım” diyen Ali Kırca’yı görüyoruz. Deniz Baykal’ı görüyoruz.
Ki, sonuncusu, postmodern darbeyi, “Ordunun sivil kamuoyu oluşturma çabası” olarak yorumlamıştı.
Muhterem Süleyman Demirel’i görüyoruz.
Beethoven’in 9. Senfoni dinletisinde kendini tutamamış, koca gövdesini döndüre döndüre “İşte çağdaş Türkiye tablosu bu” diye ünlemişti.
Doğu Aktulga’nın gözyaşlarını görüyoruz.
Kenan Doğulu’yu görüyoruz.
Kenan Doğulu’nun icra ettiği 10. Yıl Marşı’nı, İstiklal Marşı’nın yerine ikame etme çabalarını görüyoruz. “İlericilerin tankları var” diyen Doğu Perinçek’i görüyoruz.
Bakıyoruz ve değerli saz sanatçısı Zülfü Livaneli’yi görüyoruz.
Başkentte, Tandoğan Meydanı’na topladığı dinleyicilerine “darbenin halk ayağı” muamelesi yapılmıştı. Bizimki de ses çıkarmamıştı. Hatta, bu apaçık manipülasyonu onaylamıştı.
Mesut Yılmaz’ı görüyoruz.
Başbakan Erbakan’ın “parlamento içi dayanışma” çağrısını elinin tersiyle itmiş, bir de “Erbakan sivil mutabakat arıyor” diyerek, girişim sahibini medyaya ispiyonlamıştı.
Bakıyoruz ve kapatılan okulları görüyoruz...
Fişlenen kebapçıları lahmacuncuları...
Okul önlerinde joplanan öğrencileri...
Orhan Taşanlar’ı...
Bombalanan gazeteleri...
Hakkındaki binlerce suç duyurusuyla o adliye senin bu adliye benim dolap beygiri gibi dolaştırılan gazetecileri...
Kartele gözünü kapatan ve “sansür”ü Abdülhamit dönemine ait bir uygulamaymış gibi sunan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni...
Kulağının üstüne yatan Basın Konseyi’ni...
“Andıçları” büyük bir serinkanlılıkla izleyen Türkiye Gazeteciler Sendikası’nı...
Bakıyoruz ve hiçbirini tanımakta güçlük çekmiyoruz...
Önceki gün, bir gazeteci, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na 28 Şubat süreci hakkında ne düşündüğünü sordu... Cevabı aynen aktarıyorum: “Kimse darbe marbe yapmasın kardeşim... Asker işine baksın.”
İyi, güzel de, 28 Şubat hengâmesinde kendisi neredeydi ve niçin bugüne kadar “asker işine baksın” deme gereği duymadı?
Nerede miydi?
SSK’nın başındaydı ve “sıfır zararla” devraldığı bu kurumu batırmakla meşguldü.