6 Mart 2012 Salı

Darbeler ve eğitim / Sedat LAÇİNER



Darbeler en çok eğitimi, özellikle de üniversiteleri vurdu. Bunun ilk sebebi korkuydu. Fikirden çok şiddet üreten ve korkutarak yönetebilen zorbalar, fikir üreten kurumları tehdit olarak gördü. İkinci olarak eğitim toplumu şekillendirmek için önemli bir araçtı. Herkes aynı tornadan geçirilirse itaatkâr, modern, laik ve çağdaş vs. bir toplum yaratabileceklerini sandılar. Elbette yanıldılar. Darbe sonrasında yapılan her seçim darbecilerin isteklerinin tam aksiyle sonuçlandı. Fakat onlar bunu bile göremediler, sopayla halk eğitme çabasından hiç vazgeçmediler. Halk da onların istediği istikametin tam tersine gitmekten hiç vazgeçmedi. Ancak bu yaşananları darbecilerin yenilgisi, halkın zaferi olarak görmek de doğru değil. Çünkü olan ülkeye, yani halka, bizlere oldu. En önemlisi akıl, hikmet ve sağduyu üretmesi gereken, toplumun bilgi ve fikir üreten fabrikaları olması gereken üniversiteleri büyük oranda kaybettik.
***
Cumhuriyet kurulurken eğitime ve bilime çok önem vermiş gibi görünür. Oysa ki ilk dönemde beliren yönetim anlayışı eğitim ve bilimden çok, onun toplumları tek tipleştirici yönünü seviyordu. Herkes okur-yazar olacak ve tek partinin her söylediğini bir vazife olarak görüp, emrin gereğini yerine getirecekti. Üniversiteler de böyle görüldü. Genç Cumhuriyet için bilim Cumhuriyet’in temel değerlerini övmekten ve bir de teknikte ilerlemekten ibaretti. Üniversite ve diğer kurumlarıyla eğitim siyaset üstü değil, siyaset dışı olmalıydı. Oraya sadece devlet siyaseti girebilirdi. Düşünsenize 1930’larda veya 1940’larda devlet başkanını veya devletin Kürt politikasını eleştirmek mümkün müydü? Bu tür ‘hatalar’ yapan kişilerin sonu ya kara toprak olmuştur, ya da şanslıysa gönüllü sürgünle hayatını kurtarmıştır. Peki, o zaman sormak gerekir, özgür düşüncenin olmadığı yere üniversite denilebilir mi?
***
Bu tablo ne yazık ki sonrasında da devam etmiştir. Belki Cumhuriyet’in ilk döneminde yaşananlar devrimi oturtma çabaları olarak görülüp, hoş görülemese de anlaşılabilirdi. Ancak 27 Mayıs’la başlayan cadı avı 21. yüzyıla kadar uzanmıştır. Kendisini devletin sahibi sanan elitler Cumhuriyet 40, 60 hatta 80 yaşını devirdiğinde dahi kendilerini bir türlü güvende hissedememişler ve en çok da eğitim-bilim kurumlarından çekinmişlerdir. Ürettikleri propaganda kurumlarının ‘karşı taraf’a yani halka geçmesinin ne büyük tehlike olacağı kâbuslarıyla sürekli olarak bu kurumlara zarar vermişlerdir. 28 Şubat bunun en açık örneğidir:
Düzmece sebeplerle yüzlerce insan akademik hayattan kopartıldı. Binlerce akademisyen fişlendi, gönüllü ihbarcıların imzasız bir mektubu pek çok hayatı karartmaya yetti. Öğrenciler sırf kıyafetleri, hatta bazen kendilerine atılan bir iftira nedeniyle en temel haklarından olan eğitimlerinden oldular. Yaşlı ana-babalar kıyafetleri nedeniyle üniversite kapılarından döndürüldüler, hakaretlere uğradılar. Hatta çocuğunu Üniversite’nin kreşinde okutan anneye bile başı kapalı diye çocuğu verilmedi. İkna odaları, siyasi sebeple sınıfta bırakılanlar, sözle taciz edilenler ve daha nicesi...
28 Şubat sivil işbirlikçilerinin gammazlamalarını ve eziyetlerini yeterli bulmamış olmalı ki askerlerden akademisyen, hatta akademik yönetici devşirmeye başladı. Eziyet Misak-ı Milli sınırlarını da aşıp, Avrupa ve ABD’de burslu okuyan Türk öğrencilerine kadar uzandı. O ana kadar öğrencilerin orada ne yapıp ettiği ile bir kez olsun ilgilenmeyen YÖK, ‘kim laik, kim değil’ sorusuna yanıt bulabilmek için heyetler oluşturup ABD, İngiltere ve diğer ülkeleri adeta şehir şehir gezdi. Sonuçta pek çok burslu eğitimlerinin ortasında geri çağrıldı. YÖK için dünyanın en saygın diplomaları değil, emre amade militanlar önemliydi.
Çok eziyet edildi, çok acı çekildi. Fakat en büyük darbe bilime vuruldu. Bilim kendisini Kürt sorunu, terör, demokratikleşme ve daha nice hayati sorundan geri çekti. Böylece meydan şarlatanlara ve ideolojik militanlara kaldı...