21 Şubat 2011 Pazartesi

Askerî reformların gerekliliği / Namık Çınar

Cumartesi günkü yazımdan giderek sürdürürsem, “ulusal savunma stratejisi”nin nasıl olacağı ve neleri içereceği; böylelikle de, “genel savunma plânları” olsun, “geri bölge emniyet tedbirleri” olsun, bütün bunlar ve her türlü “askerî konular”, silahlı kuvvetlerin en üst mercii olarak, aslında en önce bir “yürütme” sorunudurlar.

Dış güvenliği sağlamak üzere “genel savunma konsepti”ni belirleyerek, savunma plânlarının yapılmasını emretmek, onaylamak ve denetlemek, gerçekte başbakanın işidir.

Zira, silahlı kuvvetlerin en tepedeki generalleri, bu ordunun en yüksekteki komutanları değillerdir. Onların da üzerinde “yürütme” vardır. “Başkomutanlık” cumhurbaşkanı tarafından temsil olunmakla birlikte, icrası, halkın yönetime getirdiği ve siyaseten sorumlu tuttuğu başbakan tarafından yapılır.

Milli savunma bakanı ise, onun sağ kolu ve genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanları da, bu bakana bağlı olarak, “askerî yüksek danışma kurulu”nu oluşturmalıdırlar.

Bu durumda da, orduların, kuvvetlerin, ya da genelkurmayın tatbikatları ve seminerleri, işte o zaman, bakanlık ve başbakanlık bilgisinde, katılımında ve kontrolünde olarak cereyan edebilecektir. Gerçek demokrasilerde yürütmenin emrinde ve yasamanın denetiminde olmayan bir ordu düşünülemez.

Ne ki, bizdeki bu ilişkiler sağlıklı demokrasilerdeki kadar gelişmeyip; güdük, haşlak ve kavruk vücutlar gibi kalmışlardır.

Bunun sayısız nedenlerinden biri, toplumun ve onun siyasal temsilcilerinin, dış tehdit mihraklarından kendisini korusun diye, silah ve teçhizat kuşandırıp istihdam ettiği ve kendilerine “güç kullanma hakkı” verdiği böyle bir grubun “yetkilerinin sınırlarını ve denetimini” doğru dürüst yapmamış olmalarıdır.

Askerlere, daha doğrusu generallere tanınmış olan bu güç kullanma yetkisinin nihai karar mekanizmaları, sivil siyasal yöneticilerin ellerinde kalması gerekirken, parti riyakârlıkları ve popülizmler sayesinde milim milim, adım adım yitirilen inisiyatiflerle, ipin ucu iyiden iyiye kaçmıştır.

Bu yetkinin tümüyle generallerin kontrolüne geçmesi, “hami” olma rollerinin genişlemesine ve kalıcılık kazanmasına sebep olmuştur.

“Hami” ve ardından da “vasi” olmak, toplumun yasama, yürütme ve yargı erklerinden soyutlanarak elde edecekleri ve sivillerin içine giremeyecekleri, tasarruflarına itiraz edemeyecekleri, eleştiremeyecekleri ve denetleyemeyecekleri; sadece kendilerine özgü “özerk alanlar” yaratmalarına yol açmıştır.

Ve bu alanları, otoritelerini güçlendiren faktörlerle, yalnızca kendileri doldurur hâle gelmişlerdir.

Meselâ, hukuksa, kendi hukuklarını kendileri yaratacaklardır. Yargı yerlerine ihtiyaçları varsa, kendi mahkemelerini kendileri kuracaklardır.

Askerî Ceza Kanunu’nun, Türk Ceza Kanunu’ndaki cezaları en az yarıları kadar arttırıyor olmasına rağmen, demokrasiye karşı işlenmiş suçlarda, daha düne kadar sivil mahkemelerden kaçınıp, korkmak yerine kendi mahkemelerine sığınma arayış ve gayretleri, nasıl kapalı bir düzen kurulduğunun işaret ve karineleri değil midirler?

Kendilerine özgü bu özerk alanların içlerini doldururlarken, usul gereği, yasamaya ve yürütmeye yaptırıyormuş gibi davranmaları, mührün kendilerinde olmadığı anlamlarına gelmez.
Kurulan bu vesayet ilişkisi, böylece, ülkeyi siyasal olarak hem denetleyebilmelerini, hem de kendilerini denetlemeye kalkabilecek sivil bir otoriteden kurtulmalarına yarayan bir mekanizmayı tanımlamaktadır.

Dış tehdit bakımından hiç bir stratejik konumu ve vasfı olmayan Ankara Garnizonu’nun bu güne kadarki güçlü askerî yapısı, sivil siyasayı sürekli kontrol altında tutabilmek ve gerektiğinde adeta kolayca darbe yapabilmek için gibidir.
Oysa siyasal ve toplumsal yapıya yönelik bir darbe, aslında müzmin bir askerî hastalıktır.

Nihayet bütün bunlardan kurtulmanın tek yolu, ordunun demokratik açıdan normal bir konuma yükselmesini sağlayacak “askerî reformlar”ı yapmaktan geçer.
Atılacak ilk adımlar, silahlı kuvvetlerin mutlak olarak siyasetin dışında tutulması ve her türlü askerî konularda ve savunma meselelerinde, yürütmenin yetkilerinin ve amir vasfının, kabul edilmesinin sağlanmasıdır.

Esasen bu, “sivil üstünlüğü” olup, demokratik yollardan seçilip gelmiş bir hükümetin, askeriyenin en küçük bir müdahalesi olmadan genel politikaları yürütmesi, ulusal savunmanın hedef ve ilkelerini belirlemesi ve tüm askerî politikaların uygulanışlarını gözetmesi demektir.

Reform politikalarının uygulanmasında, “geçiş”i müteakip, “sağlamlaştırma” ve “sürekli kılma” süreçleri inatla yürütülmez ve o süreçlerin gerekleri yerlerine getirilmezlerse, sorunların hiç birisi çözülmemiş olarak kalırlar ve hatta, karşı önlemler alınarak, eski belâlı hâllerine geri dönerler.

Son olarak... 1975 yılında, çoğu uçak teknisyeni olan Malatya’daki “havacı” astsubayların eşleri, ellerine pankartlar alıp, subaylarla aralarındaki maaş farklarını ve geçim sıkıntılarını dile getirmek üzere yürüyüş yaptıklarında, Genelkurmay: “eşlerinin arkasına saklanan bu disiplinsiz güruhu” 24 saat içinde apar-topar “karacı” yaparak, sorgusuz sualsiz, tüm Türkiye’nin piyade alaylarına dağıtmışlardı.

Şimdilerde, darbe plânı yaptılar diye yargılanan ve tutuklanan generallerin eşlerini, TV’lerde yürürlerken görünce, acı acı gülümsedim ve dedim ki içimden:

Allah’ın parmağı yok ki, soksun gözünüze. Almayın mazlumun âhını, bakın işte çıkıyor sonra, aheste aheste...