9 Mart 2012 Cuma

Kalemlerimiz satılık değildir, Sayın Başbakan! / Namık Çınar

Adam gibi habercilik yapmak ne zor bu ülkede, Tanrım!

Somut değil de, suya yazılmış soyutluklara kimsenin bir dediği yok. Habercilik yerine, sözde kamuoyu bilgilendiriliyormuş gibi yapılarak, havaya söylenmiş lâflarla yetinilsin, toplumun gazının alınmasında bu kadarla kalınsın istiyorlar.

Meselâ, ortalığa bir vesileyle 28 Şubat’ın pislikleri mi saçılacak, kokuyu alan medya patronu telefona sarılarak, hepimizin gözleri önünde derhal duruma el koyup anlı şanlı gazetecilere “balans ayarı”yapıyor ve iplikler tam pazara çıkacakken, olabilecekleri önleyiveriyor. Birkaç gün içinde de, aralarındaki her şey tekrardan tatlıya bağlanıyor.

Batı Çalışma Gurubu, JİTEM vs. tarzında, suç örgütleri gibi tertiplenerek plânlar ve eylemler yapan darbeci generaller, kirli çamaşırları gün yüzüne çıkarılınca, havalarda uçuşan o belgelere “kâğıt parçası”, kulaklarımıza inanamayacağımız ses kayıtlarına da “düzmece” damgasını yapıştırıyorlar.
Evvelsi gün Başbakan, WikiLeaks belgelerini yayımladık diye, o da tıpkı yukarıdakiler gibi, bizim gazeteye veryansın edip durdu. Ne satılmışlığımızı bıraktı, ne de “müzik kutusu” ucuzluklarındaki bir jetonluk köşe yazısı tarifelerimizi. Bu memlekette doğru dürüst gazetecilik yapılmasını, hiç ama hiç kimseler istemiyor.

Ben on bir yaşında gittiğim Selimiye Askerî Ortaokulu’nda okurken, öğretmenler bizi sürekli, tüyü bitmemiş yetimlerin haklarını yemekle suçlarlardı. Bu benim küçücük ruhuma öylesine dokunur, beni öylesine yaralardı ki. Demek kafaya epeyi takmış olmalıyım; bir gün böyle durduk yerde parmak kaldırarak, işlediği dersle ilgili bir şeyler söyleyeceğimi sanan o öğretmenlerden birine, o sırada hiç yeri değilken, “ikide bir sözünü ettiğiniz yetim var ya, işte o benim” demiştim. Adam da yutkunmuş; sus-pus olup, bir daha bunun lâfını ağzına almamıştı.

Şimdi altmışımı geçtim, hâlâ buna benzer suçlamaları savuşturmakla uğraşıyorum. Hırsız olsak, satılmış olsak, hiç böyle mi yaşarız, Sayın Başbakan?

Hem sizin aklınıza sadece para-pul mu gelir, Allah aşkına? İnsanın başka değerleri, uğruna sıkıntıları göze alabileceği hiç mi inançları olmaz, başka türlü? Bir tek size mi özgüdür, böylesi marifetler? Bir siz misiniz, bu yurdu, bu mazlum insanları seven?

Ne yaptı bu gazete size, kalkıp ömür mü biçti? Bunu yapan biz değiliz ki, sizin içinizdekiler. Bizim yaptığımız ayna tutmaktı; saman altından su yürüterek, arkanızda dolap çeviren dümencileri ortaya çıkarmaktı yalnızca; hepsi bu.

Size sadece yalakalık yapanlara alışmış olduğunuz için, zaman zaman bizi yadırgıyor olabilirsiniz. Lâkin bizden yana tasanız olmasın, sizin ölmenizin hesaplarını yapan düşmanlarınız değiliz biz. Tersine, Tanrı uzun ömürler versin, ben şahsen CHP’yi, MHP’yi ve BDP’yi izledikçe, size hâlâ ihtiyacımız olduğunu düşünenlerdenim.

Ama bu size yılışmamızı gerektirmiyor. Etrafınızı çevreleyenler, her ne yaparsanız yapın, hoşunuza gidecek şeyleri söylüyorlar, zaten. O kervana bir de biz katılırsak, kime ne yararı olur ki bunun?
Bize çatacağınıza, en iyisi kulak verin. Havaların bozacağını söyleyen meteorolojiye kızmaya benziyor, çünkü yaptığınız.

Hani çocuk yaşlarda taktığımız kirazdan küpeler gibi, şairin kulaklarımızda çınlayan o günlerden aşinası olduğumuz “ben susarsam sen mâtem et” dizesi vardır ya, bir şiir seven olan size, anımsatmak isterim onu.
Ve Hoca Dehhanî’nin terennümüyle:

“Od ile korkutma vaiz bizi kim lâ’l-i nigâr,


Cânımuz bizüm oda yanmağa mu’tâd eyledi.”

Biraz da uyarlayarak yalınlaştırırsak:

“Ey söylevci, sakın ola ki bizi cehennem ateşiyle korkutmaya kalkma! Çünkü gerçeğe olan düşkünlüğümüz, yüreğimizi ateşe karşı kavî kılmıştır”
, beytini de eklerim yanına ki, siz pekâlâ anlarsınız, ne demek istediğimi.

Bizim derdimiz gitmeniz değil; kalıp da eksik bıraktığınız, hâttâ çoğuna henüz elinizi dahi değdirmediğiniz, hemen hepsi de birer taahhüdünüz olan reformları, artık daha fazla oyalanmadan yapmanızdır, Sayın Başbakan. Taraf, bu hususlardaki en önde gelen destekçinizdir, ama hiçbir konuda şakşakçınız değildir.

Konuşmalarınızda alıntılar da yaptığınız, “Balyozcular”ın yedikleri herzeleri bir bir yayımlarken iyi idik de, şimdi mi kötü olduk? “Yerindelik” kıstası mı gözetseydik biz de diğerleri gibi, habercilik yaparken? O zaman ne farkımız kalırdı onlardan?

Bize güç veren, dobralığımız ve kalemlerimizin satılık olmamasıdır, Sayın Başbakan. Bizi Türkiye’nin bir numaralı gazetesi yapan, kursağımızda takılı kalıp nefesimizi tıkayacak lokmalar yüzünden, yutkunma refleksimizin bünyeye yerleşmemişliğidir. Tüm yokluklara rağmen, “dokuz dağın efesi” gibi horozlanmamız oradan gelir. Çünkü kimselere gebeliğimiz yoktur.

Şimdi söyleyeceklerim tabii ki ağırıma gidiyor. Ne ki, bizi satılmış ilân etmenize duyduğum teessürden daha fazla değil ama.
Bizi, sizin müteahhitlerden kurulu ordunuz başta olmak üzere, hiç kimseler satın alamaz; biz bu yazıları para için yazmıyoruz, Sayın Başbakan. Öyle olsaydı, bakın bugün ayın dokuzu; Taraf’ın bana zar-zor ödeyebildiği, ancak ev kirama denk gelen üç beş kuruşu henüz alamadığım için, ev sahibinden her an tetikte telefon bekliyor olmazdım, şimdi.
Delikanlıysanız –ki öyle biliyorum– çıkıp özür dilersiniz bizden!