Güç kirlenmesi çok fena bir duygudur. Basireti köreltir, hissiyat ve hevesi aklın ötesine geçirir.
Siyasetçide de böyle, askerde de, iş, sanat ya da medya dünyasında da...
Güç kirlenmesi insana muhakeme yeteneğini kaybettirir, en güçlü olduğunu
zannettiği dönemde bile etrafını sarmalayan çevrenin elinde aslında bir
oyuncak haline getirir. Her hareketine alkışlar yön vermeye başlar. Güç
bende zannederken kullanıldığını göremez, zamanla şak şakla beslenir
hale gelir.
İşler ters gitmeye başladığında ise tribünler hızla boşalır. İnsan birden arenanın ortasında yalnız kalıverir.
28 Şubat'ın en güçlü ismi, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral
Çevik Bir olarak bilinir. Nitekim o günlere ait hafızalara kazınan en
güçlü fotoğraflar arasında, Orgeneral Çevik Bir'in muzaffer bir kumandan
gibi, onlarca kamera arasında başbakanlık merdivenlerinden inip çıkma
görüntüleri önemli bir yer tutar.
28 Şubat'ın bu en güçlü generalinin ruh halini, 28 Şubat'tan sadece 2
hafta sonra, son darbeyi gerçekleştiren Kenan Evren'e canlı yayında
sormuştum; "Bu delikanlıyı kullanıyorlar, farkında değil" demişti.
Eğer bir dönem yetki sınırlarını zorlama pahasına güç ve odak noktası
olmanın hazzını keyfince yaşarsanız, gün gelip okların üzerinize
çevrildiği dönemde de, ister istemez bazı sonuçlarla karşılaşırsınız.
Kabul etsek de etmesek de, bu döngü yalın bir gerçeklik olarak insanlık
tarihinin bir parçasıdır.
Algılar semboller üzerinden yürür. Eğer birgün 28 Şubat dönemi de yargı
süreci bağlamında sorgulanırsa, dün güç merkezinin odağı gibi
algılanmanın keyfini sürenler, günü geldiğinde sembolik bile olsa hesap
vermenin kıskacından kurtulamazlar.
Bugün cezaevinde olan Orgeneral İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı olduğu
dönemde kameralar karşısına geçip o agresif ses tonu ve hiddetli
haliyle toplumu ve sistemi hizaya sokmaya çalışıyor izlenimi verirken,
kişisel kanaatim odur ki, bu konuda yalnız değildi. Onun vitrinde
görünüyor olması ve belli bir düşünceyi seslendirmesi o dönemde en
etkili kişi olduğu anlamına gelmez.
Ne demiştik, algılar semboller üzerinden yürür ve bu döngü yalın bir
gerçeklik olarak insanlık tarihinin bir parçasıdır. Ben yaşanan
süreçleri böyle anlıyorum.
Genelkurmay Eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Pazar günü bir
gazeteye yaptığı açıklamaları okuyunca, zihnimde bugün satırlara
döktüğüm yukarıdaki düşünceler neşet etti. Nereden nereye diye düşündüm.
İlker Paşa açıklamasında,
"Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak, sindirmek ve itibarsızlaştırmak
maksadıyla yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekâta karşı
mücadele ettim" demiş. Bu ifadeler yakın tarihte yaşadığımız ve
gözümüzün önünde cereyan eden gerçeklikle örtüşmüyor. Türk Silahlı
Kuvvetleri, İlker Paşa dönemindeki kadar yıpranmadı. Yıpranma nedeni
belli çevreler tarafından bilinçli olarak yıpratılması değil,
yıpranmasına zemin hazırlayacak uygulamaların bizzat karargah tarafından
devreye sokulması ve kuruma itibar kaybettirilmesi oldu.
Bugün yaşadığımız tablo adeta göstere göstere geldi.
2 yıl önce bu köşede yazmaya başladığımda kaleme aldığım ikinci yazı, "Darbenin günlüğü neden tutulur?" başlığını taşıyordu.
Yazıda, "Hiç düşündünüz mü, bir insan nasıl olur da, normal düzende suç
unsuru oluşturabilecek şeylerin kaydını tutar, gün gün olan biteni
yazar?" diye soruluyor ve ardından da cevabı veriliyordu:
"...Bugüne kadar bu tür işlerde kendilerinden hesap sorulamaz olmak,
birbirini takip eden zincirleme yanlışlara neden olmuştur. 'Böyle gelmiş
böyle gider' anlayışı yanlışa sürüklemiştir. Türkiye'de sistemin
kilitlendiği, daha doğrusu kirlendiği nokta da tam da burasıdır."
İlker Paşa tarihin akış sürecini, dünyanın, en azından ülkemizin gidişatını iyi okuyamadı. Ülkemizi dünkü Türkiye sandı.
"Biz zamanında kendisine hatırlatmıştık" demenin artık bugün bir anlamı yok.
İlker Paşa'nın Genelkurmay Başkanı olarak kendisini en güçlü ve hesap
sorulamaz gibi vehmettiği günlerde bu köşede, 18 Mart 2010 tarihinde,
"İlker Paşa'yı zor günler bekliyor" başlıklı bir yazı kaleme almıştık.
Yazıda, "İlker Paşa'yı emekliliğinde zor günlerin beklediğini düşünmek
güç değil. Eğer yargının önünü açarsa, kendi önünü de açmış olur.
Cumhuriyet tarihinin bu en büyük davası artık bu noktadan geri dönmez.
Herkes konumunu ona göre belirlesin" tespitinde bulunmuştuk.
İlker Paşa'nın Hürriyet gazetesine yaptığı son açıklamaları okuyunca,
çağı ve ülkemizin gidişatını okuma konusundaki algılama sürecinin revize
edilmeye ihtiyacı olduğunu gördüm.
Yazımızı, "İlker Paşa'ya küçük bir soru" başlıklı 2 yıl önce tam da bugünlerde kendisine hitaben kaleme aldığım yazıdan birkaç satırla sonlandıralım:
"Paşam, dünyanın değiştiğini, medya çeşitliliğinin sağladığı şeffaflıkla
toplumun artık olan biten herşeyi yakından izlediği ve yanlış yapanın
dünyanın öbür ucuna bile gitse yanına kâr kalmadığını ve kim olursa
olsun "gel buraya" denildiği bir sürecin egemen olduğu yeni bir dünyaya
doğru evrildiğimiz gerçeğini algılayabildiniz mi, bundan emin değilim.
Zarif insansınız ama, sanıyorum yanlışa sahip çıkmakla, siz de dünün
enkazı altında kalacaksınız. Dünkü hafriyatın üzerinde gezinmektense,
yeni dünyanın şantiyesinde bir demokrasi mimarı gibi olmanızı tavsiye
etmek isterim. Çok geç olmadan..."
Maalesef çok gecikti. Keşke cezaevine giden yolun taşlarını
döşeyeceğine, daha çağdaş demokrasiye evrilen Türkiye oluşturma
gayretlerine destek verip, tarihe böyle geçseydi. Keşke...