Kim ne derse desin, yaşadığımız değişim sürecinin en kuvvetli ve olumlu tesirlerinden birini de Atatürkçülük üzerinde gözlemleyeceğiz.
Üniformasını kendisi çıkartmış ve Cumhuriyet'in kuruluş felsefesine bir demokrasi perspektifi koymayı başarmış bir liderin, militarizmin sembolü olarak kurumsallaştırılması önce o büyük lidere, sonra da Atatürkçü anlayışın özüne muhalifti.
Netice itibarıyla, daha 1909 yılının İttihat ve Terakki Kongresi'nde şu bilinci ortaya koyabilmiş bir liderden bahsediyoruz: 'Ordu mensupları cemiyet içinde kaldıkça hem parti kuramayacağız hem de ordumuz olmayacaktır. Mensuplarının pek çoğu cemiyet azası olan 3. Ordu, günün manasıyla modern bir ordu sayılmaz. Orduya dayanan cemiyet de, millet bünyesinde kök salamamaktadır. Bunun için bir an evvel, cemiyetin muhtaç olduğu zabitleri veyahut cemiyette kalmak isteyen ordu mensuplarını, istifa suretiyle ordudan çıkaralım. Bundan sonra zabitlerin ve ordu mensuplarının, herhangi siyasi bir cemiyete girmelerine mani olmak için kanuni hükümler koyalım.'
Ortak bir perspektif, Genelkurmay Başkanlığı'nın geçenlerde andığı Mareşal Feyzi Çakmak'ta da vardı. Mustafa Kemal'in silah arkadaşlarının çoğunda da... Necip Fazıl'dan alıntılıyoruz: 'Siz ordunun başındasınız Paşam! Niçin, o kadar derinden his ve tasdik buyurduğunuz felaketlere, 'dur,' demiyorsunuz? Niçin bu vaziyet karşısında orduda devlet ve cemiyete müdahale hakkını kabul etmiyorsunuz?
Mareşal, daha evvel aramızda birkaç kere hafif tertip denenmiş olmasına rağmen hiçbir defa bu derece açığa vurulmamış olan bir ihtilal daveti karşısında, yüzü acı çizgilerle dolu, bana dik dik bakmış ve hemen cevabını vermişti:
-Ben yeniçeri değilim!
Ardından da Mustafa Çalık'ın o çok samimi ve can alıcı sorusunu ekleyelim:
'Cihet-i askeriye, 'durumdan görev çıkararak' rejimi, düzeni koruyup kollayacaksa -Allah aşkına- bu adliye teşkilatı, bu yüksek mahkemeler, bu asayiş güçleri, yani bütün bu hukuk ve emniyet bürokrasisi neye lazımdır? Bu kadar savcılığı, mahkemeyi, karakolu, emniyet gücünü iş olsun diye mi kurduk biz, yoksa işsizlik sigortası yerine geçsin diye mi?'
Şimdi...
Bugün bulunduğumuz noktada, Türkiye'nin Atatürkçülüğün gerçek hedefini, sivil ve demokratik sistemi tam anlamıyla tesis edip edemeyeceğini, tartışıyoruz.
Birilerinin çıkıp, 'siyasal iktidar, kendisini kurtarmak için, mecbur kaldığı için, iktidardan düşmemek için bunları yapıyor. Gerçekten demokrat değil' demesi çok anlamlı olmuyor maalesef. En azından, 'gerçekten demokratlar'ın (kimlerse artık onlar) bu değişimlere sahip çıkmasını beklemek gerekmiyor mu?
Türkiye'de Atatürkçü düşünce geleneğinin, Atatürk'ün gerçek anlamından kopartılarak bir militarist figür olarak ikonlaştırılmasının, Atatürkçülüğün bir 'darbe ideolojisi'ne dönüştürülmesinin önünde durmasının da zamanı gelmedi mi, dersiniz?
Benim açımdan, hükümete muhalefeti bilinen Milliyet yazarı cumhuriyetçi Mehmet Tezkan'ın şu ifadeleri bir sekter zihniyetin kırılması açısından çok ama çok önemlidir: 'Anayasa Mahkemesi benim ısrarla üzerinde durduğum o ibareyi ortadan kaldırdı. Katakulliye imkan tanıyan seçim sistemini iptal etti. Benim hayır deme gerekçem ortadan kalktı. Mesele bu kadar basit. Meseleye bu açıdan bakıp yine de 'hayır' dersem kendimle çelişkiye düşerim... İnandırıcılığımı kaybederim.'
Peki CHP 'hayır' demekte niçin ısrar ediyor hala?
Bölünmek istemeyene Türk denir
Bir yanda Kürt ayrılıkçıları...
Öte yanda 'Türk ırkçılığı' gibi anakronik bir ideolojiyi üretmeye çalışan kendini bilmezler var.
El birliğiyle, tarih boyunca bir ırkın değil, bir milletin adı olan 'Türk' kavramını 'etnisite'ye indirgemeye çalışıyorlar.
Çünkü, 'Türk' kavramının içinden Kürt'ü çıkarttıkları zaman, artık bambaşka bir kimlik ortaya çıkacağını biliyorlar... Gizli ajandalarında bu var. Aynı şekilde, 'Türk' kavramını bir ırkın adın indirgedikleri zaman, ortada kendisine Türk diyecek birilerini bulmanın güçleşeceğini de biliyorlar... Gizli ajandalarında bu da var. Biz şimdiye kadar bütün anayasalarımızda 'Türk' tarifini doğru yaptık ve fakat, 1924 Anayasası'ndaki en güzel edebi ifadelerden biri:
'Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur.'
Bu sözleşmenin altına imza atan Kürt beyleri Kürtlüklerini inkar mı ediyorlardı? El hak! Hayır...
Ancak, onların bilincinde, Türk'ün, bir ırkın değil, milletin adı olduğu bilinci berraktı.
Yaşadığımız acılı dönem bir dizi kavram kargaşasına da sebebiyet verdi. Ancak, en büyük hasarı, 'Türk' kavramının aldığı anlaşılıyor.
Şimdi madem, 'Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk'tür,' diyoruz. Ve kavramın manasını aslına döndürmekle mükellefiz.
O zaman, artık tanımı, 'Bölünmek istemeyene Türk denir' şeklinde de yapmalıyız.