Türkiye, 1984’te PKK terörü başladığında doğal olarak hazırlıksızdı. En büyük zaaf istihbarat alanındaydı; çünkü terörü yapan grup şehirlerde değil dağlarda, kırsal alanlardaydı. İçlerine istihbarat elemanı sokulsa dahi ondan haber alabilmek, hele hele noktasal eylemlerin haberlerini önceden alıp önlem geliştirmek imkânsız gibiydi.
Zaten 1984’te Türkiye’de istihbaratla uğraşan sadece Milli İstihbarat Teşkilatı ile olası bir savaş durumu için muhtemel düşman hakkında bilgi biriktiren askeri istihbarat vardı.
Kırsal alanda MİT’in çaresiz yetersizliği, kısa zamanda Türkiye’yi kendilerine JİTEM adını veren, üstelik bu ismi neredeyse resmi düzeyde de kabul ettiren bir grup ‘vatan kurtaran aslan’ kılığındaki jandarma subayı gerçeğiyle yüz yüze bıraktı.
JİTEM’in kurulmasının ardında yatan basit gerçek budur.
En düşük rütbelisi o zaman üstteğmen seviyesinde olan ve sahiden bir avuç insan tarafından neredeyse eşzamanlı olarak hayata geçirilen JİTEM’in sonraki marifetlerini biliyorsunuz. JİTEM’cilere hâkim olan ruh hali, ‘Bu vatanı bizden fazla seven yok, bu vatanı bizden başkası kurtaramaz’ şeklinde özetlenebilecek bir çeşit ‘Halaskar Zabitan’ ruh haliydi.
O ruh hali Susurluk’u yarattı. Susurluk’ta tam bir adli hesaplaşma yaşanamadı. Ardından döndü dolaştı Ergenekon oldu.
***
Pek çok gazeteci gibi ben de 90’lı yıllarda, savaşın en yoğun olduğu dönemde Güneydoğu’ya çok gittim geldim. Cephedeki askerle çok temasım oldu, onların sorunla ilgili konuşmalarını, onların kendilerince çözüm önerilerini çok dinledim.
Özellikle 90’ların başlarından itibaren PKK ile askeri mücadelede Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ‘Seçkin birliklerimiz’ adını verdiği birlikler daha yoğun kullanılmaya başlandı.
Bu birlikler, ismiyle söyleyelim, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı birimler ile yeni oluşturulan Hakkâri Dağ Komando Tugayı, Kayseri Hava İndirme Komando Tugayı, Bolu Komando Tugayı ve Eğirdir Komando Eğitim Tugayı idi.
Kayseri ve Bolu’dan gelen tugaylar her yıl ‘sezon’ başında bölgedeki ‘hassas’ bir yeri kendilerine üs bölgesi olarak seçer, taa kara kış bastırana kadar da orada kalırdı. (Belki hâlâ aynı düzen sürüyor, epeydir bilgim yok.)
Bu tugayların komutanları aynen bir yüzbaşı gibi, binbaşı gibi dağda yatar kalkar, birlikleriyle birlikte elde tüfek operasyona çıkar, dağları tırmanırdı. Bunlar TSK’nın ‘seçkin’ birliklerinin ‘seçkin’ kabul edilen komutanlarıydı.
Peki ama bu ‘seçkin’ tuğgenerallerden sizce kaç tanesi orgeneral oldu, ordu komutanı, kuvvet komutanı veya genelkurmay başkanı oldu?
Başka türlü söyleyeyim: Sözünü ettiğim dört kritik komando tugayına komutanlık yapan tuğgeneraller hangi rütbeden emekli oldular?
Ezici bir çoğunluğunun korgeneral rütbesini göremediğini, omzuna üçüncü yıldızını takamadığını söylemem yanlış olmaz. Orgeneral olabilen tek tük isim var.
Neden böyle oldu, neden seçkin birliklerin komutanları mesleklerine daha erken veda ettiler? TSK’nın eleman seçme sisteminde, liyakat ve rütbe verme sisteminde bir hata mı var?
Bu soruların cevapları akademik bir ilginin konusu ve keşke TSK hiç değilse geçmişe dönük olarak şeffaf olsa ve dosyaları ilgilenmek isteyen akademisyenlerle paylaşsa...
Neyse benim derdim TSK’nın rütbe sistemini konuşmak değil, benim derdim, PKK ile savaşın, savaşın iki tarafındakileri de kirletme, yoldan çıkarma potansiyeline sahip olduğunu anlatmak.
***
Şimdi, bu saydığım komando tugaylarından başlayarak bölgede savaşan birliklerin profesyonelleşmesi söz konusu. Bu proje ilk olarak üç-dört yıl önce ortaya atıldığında ‘Eyvah’ demiştim, şimdi bizzat Başbakan 100-150 bin kişilik profesyonel savaşçı birlikten, Güneydoğu sınırının bu birlikler tarafından korunmasından söz edince yeniden ‘Eyvah’ dedim.
Türkiye’nin kaderi günün birinde silahlı kuvvetler mevcudunu (jandarma hariç) 200 binin altına çekmek ve tamamen profesyonelleşmek. Bu, orta-uzun vadede olması gereken bir şey. (Ama Egemen Bağış’ın söylediği 500 bin kişilik profesyonel orduyu besleyecek kadar zengin bir ülke değiliz, zaten 500 bin kişilik orduya ihtiyaç duyan bir ülkenin zengin olması da çok zor!)
Ancak bugün yapılacak bir profesyonelleşmenin geçmiş tecrübeler ışığında bazı sakıncaları olduğunu, riskleri olduğunu da hepimiz bilmeliyiz. Bugün 150 bin kişiyi savaşması için maaşla ‘işe almak’ demek, gelecekteki orduyu da çok kalabalık yapmak demek. Bunlar iyi düşünülmesi, sonuçları çok iyi tartılması gereken şeyler. Devletler günübirlik yaşamazlar, yaşayamazlar, bir stratejik plan çerçevesinde bu işlerin yapılması, stratejinin de bence kamuoyunda adam gibi tartışılması lazım.
Burada sadece PKK ile mücadeleden söz etmiyoruz, ülkemizin geleceğini konuşuyoruz.