Dünkü yazımda belirtmeye çalışmıştım: TSK da, 19. yüzyıldan itibaren ulus-devletlerin vazgeçilemez bir kurumu olarak ortaya çıkan ve zorunlu olarak "zorunlu askerlik"i gerektiren "milli ordu"lardan birisidir. TSK'nın bu süreçte -Batı'nın "milli ordu"larına kıyasla- daha geç oluştuğunu da unutmayalım. Dolayısıyla, TSK'nın da içinde yer aldığı "milli ordu"lardan, "tarihsel" oldukları, yani tarihin belli bir döneminde ortaya çıktıkları için onlardan ebediyen var olacak kurumlar olarak söz etmek imkansız olduğu gibi yersizdir de. Bu yüzden, TSK'nın kendisini ısrarla "milletin ayrılmaz bir parçası" olarak sunması da yerinde değildir. Çünkü "milletler"in zaman içinde "toplumlar"a dönüşerek ortaya çıkacak kozmopolit dünyanın bir üyesi olarak "ebediyen" var olabilmeleri -hiç değilse teorik olarak- mümkünken, "milli ordular" -ve konumuz olan TSK için- bu yönde bir dönüşüm sürecinden söz edilemez.
Zaten biliyorsunuz; bu sürecin kuvvetli belirtilerine bugünden şahit oluyoruz zaten. Avrupa Birliği projesinin geçen yüzyılda birbiri ile kıyasıya savaşmış "milli ordu"larını nasıl ehlileştirdiğini; bir zamanlar "millilik" vasfını korumaya çalışarak "dünyanın jandarması" rolünü üstlenen orduların "Vietnam Savaşı"ndan başlayarak yeryüzünün dört bir köşesinde açtığı savaşlarda bu vasfını nasıl yitirdiğini hatırlatmaya gerek var mı? Düşünün; en yakın örneğiyle dün ve bugün Irak ve Afganistan'da savaşan orduları "milli ordu" olarak nitelemek mümkün müdür?
Demek ki, yeryüzünde bir "ebedi barış" çağının açılması için henüz çok erken de olsa, en azından orduları yaratan, geliştiren ve uzun yıllar ayakta tutan "milliyetçi -ve zorunlu olarak- militarist" zihniyet artık bu iddiasından vazgeçmiş durumdadır.
Bize gelince: Biz henüz "medeni ülkeler"in -en başta artık inandırıcı olmaktan çıktıkları için- terk ettikleri bu zihniyete-söyleme sıkı sıkıya sarılmış durumdayız. "Zorunlu askerlik"i hâlâ -dünkü yazıda altını çizdiğim gibi- Genelkurmay Başkanı'nın "millet ile ordu arasındaki bağ"ın vazgeçilmez bir gereği olarak değerlendiriyoruz. Ayrıca biliyorsunuz, bu tezde ısrar eden sadece askeriye değil; ülkenin siyasi oluşumlarının çok büyük bölümü de her fırsatta bu tezi tekrarlıyor.
"Mehmetçik" figürünün-simgesinin bu tekrarlarda oynadığı hâkim rolü de hatırlayalım. "Milliyetçi- ve zorunlu olarak- militarist" zihniyet- "Mehmetçik" ile ilgili öyle bir söylem geliştirmiş ki, sanırsınız ki ağızlardan düşmeyen bu figür "tarihsel bir gerçeklik" olmanın ötesinde, neredeyse tarih boyunca "Türk" denilince hemen akla gelen bir gerçekliğe sahiptir. Oysa tahmin edileceği gibi, "Mehmetçik" de -tabii olarak- ulus-devlet inşa sürecinin bir ürünüdür. Bu figür üzerinde o derece ısrar edilmiş ki, "Mehmetçik" Türkiye'deki toplumun bir "asker millet" oluşturduğu (Başbuğ, "asker millet ananesi" diyor) tezinin direk taşı olarak tarif edilmiştir.. Başbuğ, "Dünyanın neresinde var, askere davul zurna ile gönderilen nerede var?" diye sorarken -ya da diğer bazı konuşmalarında TSK'nın başka ordulara benzemediğini ileri sürerken- aklında hep "Mehmetçik" adı etrafında geliştirilen ve başarılı bir "edükasyon" sonucunda toplumun pek çok kesimine benimsetilen bir "mit" var.
"Tehlikeli sularda" seyretmekte olduğumun farkındayım ama şu soruyu da yönelteyim:
"Mehmetçik" adı-figürü-simgesinin doğum tarihi nedir?
Ben konuyu çalışmış birisi olmadığım için sadece soruyorum. "Mehmetçik" adı ne zamandan beridir kullanılıyor? Bu ad da bir ulus-devlet icadı mıdır, yoksa -hep söylendiği gibi- "Küçük Muhammet" anlamına geldiği için soy kütüğünü (asker ocağına "peygamber ocağı" denmesini de hatırlayarak) bambaşka bir alanda mı aramak gerekir? (Ama bakın, Ali Bulaç, "Peygamber'in bir asker ocağı yoktu. Savaş zamanı ordu bir araya gelirdi" diyor.)
Dediğim gibi konuyu özellikle çalışmış birisi olmadığım için şimdi söyleyeceklerimi de bu çerçevede değerlendirin.
Şiirlerinde "şehitler"e en çok yer ayırmış şairlerin başında gelen Mehmet Akif Ersoy'un "Mehmetçik" adını kullanmaması (yanılıyor muyum yoksa?) dikkat çekici değil mi? "Çanakkale"yi konu edinen birçok şiirde "Mehmetçik" adı tabii ki geçiyor; ama Akif de yok...
Ben bu adı şiirinde geçiren en eski şair olarak Ahmet Kutsi Tecer ile karşılaştım.
Yazıyı bitirmeden size daha da dikkat çekici bir gözlemimi de ("konuyu özellikle çalışmış" birisi olmadığımı belirttiğimi unutmuyorsunuz) aktarayım: "Mehmetçik" sözcüğünü -sanki- Atatürk de kullanmamış... Evet ortada Atatürk'e ait ve içinde 1934'de (Çanakkale) Gelibolu'yu ziyaret eden "yabancı şehit" yakınlarına hitaben sarf ettiği "Sizler Mehmetçiklerle yan yana yatıyorsunuz" cümlesinin yer aldığı bir metin olduğu bilgisine ben de sahibim. Ama bu ifade de tartışmalı sanki...
Bu durumda "Mehmetçik'e dair-3"ü yazmak gerekiyor.