Darbelerle hesaplaşabilmemiz 12 Eylül 2010 referandumunun eseri.
Anayasa'nın 145. maddesinde yapılan küçük bir değişiklik, darbelerin ve
darbecilerin yargılanabildiği büyük çığırı açtı.
Bugün darbecilere karşı kükreyen aslanların bolluğuna bakarak, artık darbe korkusunun aşıldığı görülüyor. Türkiye bundan sonra demokrasi ile yönetilecek. Kimse halkını düşman, ülkeyi de işgal edilecek düşman toprağı gibi göremeyecek. Silahını doğrultup, "bu ülkeyi ben yöneteceğim" diyemeyecek.
Ancak mesele darbelerden ibaret değil. Darbelerin zihnimize, hayatımıza, kurumlarımıza yerleşmiş kalıntıları büyük ölçüde duruyor. Bu kalıntıları sorgulamak ve temizlemek için sağlam bir ölçüye ihtiyacımız var. Çünkü çoğu karşımıza bambaşka bir kılıkta çıkıyor. Askerî vesayet düzeninin oluşturduğu bir kültür atmosferinin içinde nefes alıp veriyoruz. Bize doğal gelen, hiç sorgulamadığımız kurallar ve gelenekler, bazen doğrudan bu kültürü sürdürmeye yarıyor. Sağlam ölçüyü demokrasinin kendisi veriyor: Karşınıza çıkan kural, gelenek veya her neyse halkın iradesine ve tercihine saygı gösteriyor mu?
Anayasa yazılırken şayet "kurucu irade" safsatasını, halkın iradesinin üzerine koyuyorsanız bilerek veya bilmeyerek darbeciliği meşrulaştırmış oluyorsunuz. 1982 Anayasası'nı yapan beş generalin iradesini, bugünkü Parlamento'nun üzerine yerleştirmek gibi. Halkın yanlış kararlar verebileceği kuşkusu, bir siyasî sistemin temel dayanaklarından birini oluşturuyorsa, o düzende sadece darbeciler elini kolunu sallayarak dolaşabilirler. Demokrasi hacir altındadır. Ve mutlaka bir vâsiye ihtiyaç vardır.
Eğitim kurumlarında küçücük yavruları askerî disiplin altına alıyorsanız, darbecilere itaatkâr nesiller yetiştiriyorsunuz demektir. Yanaşık düzen eğitimi gibi çocuklar komutla adım atıp, tek sıra halinde uygun adım yürüyorsa, darbe sabahı verilen emirlere de itiraz etmeden uyacaktır. İnsanın kişiliğini yok eden, onu adı her ne olursa olsun bir bütünün parçası olarak gören eğitim, darbe düzeninin kitle ruhunu oluşturur. İtiraz etmek, tartışmak ve farklı bir görüş dile getirmek yasaklanmışsa, darbenin geri dünyası ile uyum sağlanmış olacaktır.
Bu sene gençlerin bir festival havasında kutladıkları 19 Mayıs Bayramı mı, yoksa komutla toplu halde aynı hareketleri tekrarlamaları mı, darbe günü darbecilerin aradıkları manzara olacaktır? Hangisi? Özgürlük mü, disiplin mi? Statlarda gençlerin aynı kıyafetle ip gibi dizilmeleri mi, yoksa bir sevince gönüllerince ortak olmaları mı?
Ya birbirine kuşkuyla bakan insanlardan oluşan bir toplum mu? Yoksa güven içinde işine gücüne bakan insanlar mı? 28 Şubat sürecinde Diyarbakır'da bir astsubay fişleme yapmak için camiye gidiyor. Amiri de onun kuyusunu kazmak için, camide görev başında iken resmini çektirip fişliyor. Benzer saçmalıklara o dönemde çok rastlandı. Bu şartlar altında darbeden yana olmak bile insanları kurtarmıyor. Darbe ortamı demek, her an kişisel bir hesaba kurban gitme ihtimalinin bulunması demek. 27 Mayıs darbesinde Demokrat Parti'ye oy verenler "kuyrukçu" olarak aşağılandı. Böyle ortamlar her durumu kişiselleştirmeye ve keyfileştirmeye müsaittir. Her şeyin şeffaf hukuk kurallarına dayanması gerekir. Bir kişisel hesabın kurbanı olma ihtimali, darbe dönemleri ile bugünü farksız hale getirecektir...
Pazar günü, 27 Mayıs darbesinin 52. yılını idrak edeceğiz. Bu sefer ilk defa, darbeler tarihine noktayı koymuş, defteri kapatmış olarak 27 Mayıs'ı masaya yatıracağız. Türkiye darbelerden çok çekti. Ama hâlâ kalıntıları hayalet gibi aramızda yaşıyor. Siyasal sistemin ve kültürün bu kalıntılardan bütünüyle arınması lâzım. Cevap yukarıda koyduğum ölçüde: Anlamından kuşku duyduğumuz her kuralın, geleneğin ve âdetin demokrasiye katkısını sorgulamamız gerekiyor. Tam bir arınma için belki darbelerle yetişen bir neslin, demokrasi hayallerini gelecek nesillere bırakmasını bekleyeceğiz.