Çünkü, militarist bir anlayışı gene getirip en öne koyan yeni protokol
nizamnamesi... Genelkurmay’ın internet sitesinde, muhaliflere olduğu
takdirde, eskiden yaptığı gibi bildiri yayınlamasını desteklemesi...
hâttâ yetmezmiş gibi, haklarında yazı yazan basın mensuplarına karşı
dava açmaları için generalleri fişteklemesi... yönetme tarzına, giderek
bireysel ve keyfî bir üslûbun egemen olmaya başlaması... ve
sayılabilecek bunlar gibi daha bir sürü belirti, AKP’nin köklü bir
askerî reforma da, gerçekten demokratik bir Türkiye’ye de pek oralı
olmadığını gösteriyor.
Örneğin ben, gerçekten “Başkanlık Sistemi”ni isterken, onlarla aynı düşünerek ekmeklerine yağ mı sürüyorum? Bunu dahi ciddi ciddi değerlendirmek zorunda hissediyorum kendimi.
Pekiyi, bugüne değin yapılanlar ne idi o zaman? Biz bir değişimin içinde olduğumuzu sanmıştık da, güya onlar, kendi dinsel anlayışlarına karşı yürütülen politik tavır ve tertipleri günyüzüne çıkararak, kendilerine kadarlık bir hesaplaşmanın meğer daha ötesine geçmekten yana değiller mi imiş? Gerçekleştikçe kendi gereksinimleri giderilmiş olacağından, artık daha fazlasına lüzum dahi görmeyeceklerini mi anlamalıyız, bu gidişattan?
“28 Şubat soruşturması nereye kadar uzanırsa uzansın, oraya kadar gidilmeli”kararlılığından, “soruşturmalar böyle dalga dalga sürerse, bu millet boğulur” kaypaklığına nihayet gelip dayanmış bulunuyoruz. Farkındaysanız o uyarı, kana hızla karışan bir ağrı kesici gibi hemen etkisini gösterdi ve ufak tefek çerçöpü kıyıya sürükleyen dalgaları söndürerek, irice olanlar bakımından ortalığı sütlimana çeviriverdi.
O yüzden her şey sahte.
Baksanıza, meselâ toplumun Uludere katliamında, yok Predator muydu, yok Heron muydu diyerek, kafasını daha da karıştırmaktan başka işe yaramayan; bilmediği ve anlamadığı, aslında tekniğini bilmesi ve anlaması da gerekmeyen; her konuda olduğu gibi, sanki sadece bıkmaya başlayacağı noktaya kadar sürerek en gerekli olduğu anda ilgisinin kalmayacağı bir saçma sapanlığın içine doğru sürüklenmesinden başka nedir ki bu tartışma?
Oysa devlet bir kusur işlediğinde, toplum öyle Sherlock Holmes gibi hafiyeliklere soyunup, onların kim olduğunun peşine, şimdi yaptığı gibi düşmez. Bunun için, devletin hatalarını önleyen, hata işlenince de ortaya çıkaran mekanizmaları, önceden öngörülmüş olmak gerekir.
Yargı’ya ve İdare’nin kendisine düşen bir sürü önlemlerden ayrı olarak, bunlardan biri de, “objektif sorumluluk” ilkesi gereği, olayı “otomatik olarak” yüklenmek zorunda olan “hiyerarşik yetki ve sorumluluk seviyesi”ndeki kimselerin varlığıdır.
Zira toplum, kendisine hizmet etmesi için varettiği devlet denen o kurumu ve organlarını, bir gün başına böylesi hâller geldiğinde çıkıp hesap versinler diye, sayısız hiyerarşik yetki ve sorumluluk kademelerindeki kadrolarla doldurmuş da doldurmuştur.
Bu çerçeveden bakınca, kusurlu olmasalar dahi Uludere’nin objektif sorumluluk sahipleri bellidir. Yapılan hava taarruzunun müşterek bir harekât olması hasebiyle; Kara Kuvvetleri’nden, bölgeden sorumlu Ordu Komutanı ile Kolordu Komutanı; Jandarma’dan, Jandarma Genel Komutanı ile Jandarma Bölge Komutanı; Hava Kuvvetleri’nden, o hava sahasından sorumlu Taktik Hava Kuvveti Komutanı ile Filo Komutanı; ve Genelkurmaydan, Genelkurmay İkinci Başkanı ile İHA’ların Komuta Kontrol Merkezi Komutanı müteselsilen sorumludurlar.
Geçen bu beş ay zarfında, katliamın soruşturulması bakımından memur edildikleri bu makamlarda oturan zevatın ya hepsine birden el çektirerek, ya da hiç değilse kararlı bir çalışma gerçekleştirerek, kesin suçlular kimler idiyse şimdiye kadar on defa yargı önüne çıkarılmaları gerekmez miydi acaba?
Bu kadar mı saygısızdır, bu devlet halkına? İşte şimdi o gün, bugün değil midir ki hiç kimsede “tık” dahi yoktur? Altlarındaki şatafatlı arabaların flâmalarını dalgalandıra dalgalandıra, muhtariyetlerini ilân etmiş derebeyleri gibi dolanırlarken kükreyen birer aslandırlar da, hesap vermeğe gelince mi süt dökmüş kedidirler? Bu da olmayacaksa, lütfen söyler misiniz, şu mazlum milletin onca afra-tafraya ve cakaya katlanması için artık hangi sebep kalmıştır?
Ya hükümet? Hani o, “severiz yaratılanı, Yaradan’dan ötürü” diyen hükümet var ya, o nerede, o şimdi?
Fakat eğer, neticede “alt tarafı otuz küsur Kürt öldüyse, n’olmuş yani? Kahraman paşalarımızı bu yüzden harcayacak değiliz zahir” triplerindeyseniz; biliniz ki bu sizi, ikinci bir Mustafa Muğlalı olmaktan başka bir yere götürmez. Bundan sonra ağzınızla kuş dahi tutsanız,“pırt”lattığının kırk sene sonra bile unutulmadığını köye dönüp gören o cami hocasından beter olursunuz.
Lâkin gene de en korkuncu, o katliamdan tek sağ kurtulan Ferhat Encü’nün “umudumuz kalmadı”diyerek, Irak Kürdistan’ına göç etmiş olmasıdır. Böyle bir seçeneğin besleyip büyüteceği kartopu, çığ boyutlarına vardığında, ne hükümet kalkabilir bunun altından, ne de o generaller. Bilmem ki bunun ne denli bilincindesiniz?
Örneğin ben, gerçekten “Başkanlık Sistemi”ni isterken, onlarla aynı düşünerek ekmeklerine yağ mı sürüyorum? Bunu dahi ciddi ciddi değerlendirmek zorunda hissediyorum kendimi.
Pekiyi, bugüne değin yapılanlar ne idi o zaman? Biz bir değişimin içinde olduğumuzu sanmıştık da, güya onlar, kendi dinsel anlayışlarına karşı yürütülen politik tavır ve tertipleri günyüzüne çıkararak, kendilerine kadarlık bir hesaplaşmanın meğer daha ötesine geçmekten yana değiller mi imiş? Gerçekleştikçe kendi gereksinimleri giderilmiş olacağından, artık daha fazlasına lüzum dahi görmeyeceklerini mi anlamalıyız, bu gidişattan?
“28 Şubat soruşturması nereye kadar uzanırsa uzansın, oraya kadar gidilmeli”kararlılığından, “soruşturmalar böyle dalga dalga sürerse, bu millet boğulur” kaypaklığına nihayet gelip dayanmış bulunuyoruz. Farkındaysanız o uyarı, kana hızla karışan bir ağrı kesici gibi hemen etkisini gösterdi ve ufak tefek çerçöpü kıyıya sürükleyen dalgaları söndürerek, irice olanlar bakımından ortalığı sütlimana çeviriverdi.
O yüzden her şey sahte.
Baksanıza, meselâ toplumun Uludere katliamında, yok Predator muydu, yok Heron muydu diyerek, kafasını daha da karıştırmaktan başka işe yaramayan; bilmediği ve anlamadığı, aslında tekniğini bilmesi ve anlaması da gerekmeyen; her konuda olduğu gibi, sanki sadece bıkmaya başlayacağı noktaya kadar sürerek en gerekli olduğu anda ilgisinin kalmayacağı bir saçma sapanlığın içine doğru sürüklenmesinden başka nedir ki bu tartışma?
Oysa devlet bir kusur işlediğinde, toplum öyle Sherlock Holmes gibi hafiyeliklere soyunup, onların kim olduğunun peşine, şimdi yaptığı gibi düşmez. Bunun için, devletin hatalarını önleyen, hata işlenince de ortaya çıkaran mekanizmaları, önceden öngörülmüş olmak gerekir.
Yargı’ya ve İdare’nin kendisine düşen bir sürü önlemlerden ayrı olarak, bunlardan biri de, “objektif sorumluluk” ilkesi gereği, olayı “otomatik olarak” yüklenmek zorunda olan “hiyerarşik yetki ve sorumluluk seviyesi”ndeki kimselerin varlığıdır.
Zira toplum, kendisine hizmet etmesi için varettiği devlet denen o kurumu ve organlarını, bir gün başına böylesi hâller geldiğinde çıkıp hesap versinler diye, sayısız hiyerarşik yetki ve sorumluluk kademelerindeki kadrolarla doldurmuş da doldurmuştur.
Bu çerçeveden bakınca, kusurlu olmasalar dahi Uludere’nin objektif sorumluluk sahipleri bellidir. Yapılan hava taarruzunun müşterek bir harekât olması hasebiyle; Kara Kuvvetleri’nden, bölgeden sorumlu Ordu Komutanı ile Kolordu Komutanı; Jandarma’dan, Jandarma Genel Komutanı ile Jandarma Bölge Komutanı; Hava Kuvvetleri’nden, o hava sahasından sorumlu Taktik Hava Kuvveti Komutanı ile Filo Komutanı; ve Genelkurmaydan, Genelkurmay İkinci Başkanı ile İHA’ların Komuta Kontrol Merkezi Komutanı müteselsilen sorumludurlar.
Geçen bu beş ay zarfında, katliamın soruşturulması bakımından memur edildikleri bu makamlarda oturan zevatın ya hepsine birden el çektirerek, ya da hiç değilse kararlı bir çalışma gerçekleştirerek, kesin suçlular kimler idiyse şimdiye kadar on defa yargı önüne çıkarılmaları gerekmez miydi acaba?
Bu kadar mı saygısızdır, bu devlet halkına? İşte şimdi o gün, bugün değil midir ki hiç kimsede “tık” dahi yoktur? Altlarındaki şatafatlı arabaların flâmalarını dalgalandıra dalgalandıra, muhtariyetlerini ilân etmiş derebeyleri gibi dolanırlarken kükreyen birer aslandırlar da, hesap vermeğe gelince mi süt dökmüş kedidirler? Bu da olmayacaksa, lütfen söyler misiniz, şu mazlum milletin onca afra-tafraya ve cakaya katlanması için artık hangi sebep kalmıştır?
Ya hükümet? Hani o, “severiz yaratılanı, Yaradan’dan ötürü” diyen hükümet var ya, o nerede, o şimdi?
Fakat eğer, neticede “alt tarafı otuz küsur Kürt öldüyse, n’olmuş yani? Kahraman paşalarımızı bu yüzden harcayacak değiliz zahir” triplerindeyseniz; biliniz ki bu sizi, ikinci bir Mustafa Muğlalı olmaktan başka bir yere götürmez. Bundan sonra ağzınızla kuş dahi tutsanız,“pırt”lattığının kırk sene sonra bile unutulmadığını köye dönüp gören o cami hocasından beter olursunuz.
Lâkin gene de en korkuncu, o katliamdan tek sağ kurtulan Ferhat Encü’nün “umudumuz kalmadı”diyerek, Irak Kürdistan’ına göç etmiş olmasıdır. Böyle bir seçeneğin besleyip büyüteceği kartopu, çığ boyutlarına vardığında, ne hükümet kalkabilir bunun altından, ne de o generaller. Bilmem ki bunun ne denli bilincindesiniz?