Canlı yayında, moderatörümüz sosyal medyadan gelen bir soruyu iletti. İzleyici bana "Atatürk'ten korkmuyor mu?" diye soruyordu.
Atatürk'le Atatürkçülük arasındaki farkı anlatırken ve Atatürkçülüğün 27 Mayıs darbesinden sonra icat edilmiş ilkel bir darbe ideolojisi olduğunu söylerken hep aynı mugalata ile karşılaşıyorum. Bu darbe ideolojisi hakkında yaptığım eleştiriler hemen el çabukluğu ile Atatürk'e yönlendiriliyor ve "Atatürk düşmanı" ilan ediliyorum. Yine de "Atatürk'ten korkmuyor mu?" sorusu beni saçmalığı yüzünden şaşırttı. "Niye korkayım ki, mezarından mı çıkacak?" dedim ve bu sorunun kaynağını açıklamaya giriştim. Atatürkçü darbeciler arkasına saklandıkları Atatürk heykellerini özel olarak "korkutucu" bir şekilde yaptırmayı âdet edinmişti. 28 Şubat sürecinde Sincan meydanına dikilen "tebessüm eden Atatürk heykeli" darbeciler arasında büyük bir infiale sebep olmuş ve hemen kaldırtılmış, yerine alelacele "çatık kaşlı Atatürk heykeli" yerleştirilmişti.
Resmî olarak korkmam gereken şeylerin hiçbirinden korkmuyorum. Bunun sebebi galiba cesaretim değil. Eğitim hayatım boyunca uğradığım kazalar yüzünden, bu öğretilen korkuları bir türlü edinemedim. Liseyi bitirene kadar her sene ikmale kalan -ilkokul dahil-, öğretmenlerimin çalışkan ve uslu sınıf arkadaşlarıma yaramaz ve tembel modeli olarak örnek gösterdikleri bir öğrenci oldum. Okul dışında açlıktan çıkmış bir hayvan gibi kitaplara saldırırken, okul ve ders kitapları bir türlü ilgimi çekmedi. Bugün sahip olduğum bilgilerin ve davranışların hiçbirini okuldan ve öğretmenlerimden edinmedim. Sık sık yüzüm duvara dönük aldığım tek ayak üzerinde durma cezalarında, kara tahtanın üzerindeki Atatürk resmine daldığım olurdu. Çok sevdiğim ve özlediğim dayıma benzettiğim için olsa gerek, çatık kaşlarından korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Bu yüzden öğretilmiş korkuları bir türlü anlayamıyorum. Hayaletlere inanmadığım için de kimsenin ruhaniyetinden korkmuyorum.
Galiba bu yüzden on yıl kadar önce NTV'de bir canlı yayında, Batı Çalışma Grubu'nun bir çete olduğunu söylerken ortalığın buz kesmesine de şaşırmıştım. Beni şiddetle tel'in eden Tuncer Kılınç Paşa'ya, "Sayın general, peki görev yaptığınız süre zarfında hiç elinize içinde BÇG lafzı geçen resmî bir evrak geçti mi?" diye sorduğum soruya, "Hatırlamıyorum." cevabına diğerlerinin şaşırmamasına da takılmıştım. 28 Şubat soruşturmasının BÇG üzerinden "çete soruşturması" olarak sürmesi bugün çete işlerinin, ordu üzerinden başımıza nasıl bela edildiğini anlamamıza katkı sağlıyor.
Balyoz davası sanığı iki amiralin, ortaya düşen ses kayıtları eğer doğruysa çete işlerinin ruh dünyasını ele veriyor. Bir ordu "bu ülke ancak iç savaşla kendine gelir" der mi? "Çocuğuna kadar" işi uzatır mı? Ülkenin içine yuvarlanacağı ekonomik krizden medet umar mı? Bir ülkenin ordusunu neresinden tutup bu lafların söylenebileceği bir kurum haline getirebilirsiniz? Öyleyse çetedir, çete...
Osman Can, dünkü -her zaman olduğu gibi- su gibi akan yazısında 27 Mayıs'ın bir çete işi olmadığını söylüyor. Gerekçe olarak, 27 Mayıs sonrasında olanların "38 subayın ipini koparması eylemi" ile açıklanamayacağını öne sürüyor. Yıldıray Oğur'la da bir panelde benzer fikir ayrılığına düşmüştük. Bu fikir ayrılığını, bugün ülkenin bulunduğu kavşak adına önemli görüyorum.
Ben fikrimde ısrarlıyım. Çete ile ordu arasındaki farkı yerli yerine oturtmadan, darbelerin mantığını kavrayamayız. 27 Mayıs'ta darbeyi yapan bir çeteydi. Başta CHP olmak üzere, anlı şanlı profesörlerinden sermaye kesimine kadar bu çetenin peşine takılanlar olması durumu değiştirmez. Sadece 27 Mayıs'tan sonra kurulan düzeni, askerî darbe düzeni değil, hukukun hiçbir şekilde içine sığdırılamayan bir çete düzeni haline getirir. Tıpkı 28 Şubat'ın kurduğu düzen gibi.
27 Mayıs'ta ordu Rüştü Erdelhun'du. Zaman'daki yazı dizisi o tarihte çetecilerle askerler arasındaki farkı, yani hukuk çizgisini somut olarak yansıtıyor. 27 Mayıs bir çetenin marifetiydi. Sonrasında edindiği onca işbirlikçiye rağmen kurduğu anayasal düzenin demokrasi ve hukuk kalıbına bir türlü oturmaması, bu gerçeği kanıtlamıyor mu?