28 Mayıs 2012 Pazartesi

28 Şubat sürecinin Türkiye'ye maliyeti

28 May 2012 08:21 Samanyolu Haber28 Şubat döneminde Vakıfbank Genel Müdürü olan Hasan Kılavuz, büyük soygunu anlattı...

Hasan Kılavuz , 22 Temmuz 1997 ile 5 Mart 1998 arasında Vakıfbank Genel Müdürü idi. 4 yıl genel müdür yardımcılığı yaptıktan sonra Mesut Yılmaz'ın başbakan olduğu Anasol-D Hükümeti döneminde bu göreve getirilmiş. Bankayı Nazım Ekren'den devralmış. 7 aylık genel müdürlüğü sürecinde yaşadıkları adeta 28 Şubat postmodern darbesinin aynı zamanda bir rant operasyonu olduğunu kanıtlar nitelikte.

28 Şubat sürecinin getirdiği iktidarın holdinglere kamu bankalarından ödediği bedeli gözler önüne serdi. Holdinglere aktarılan paralarla kamu bankaları bir örtülü ödenek gibi kullanılmış, sıra RP'li belediyelere gelince ise teminat mektubu bile esirgenmiş. Kılavuz, “Hortum Düzeni” adlı kitabında, üç kamu bankasında 26 yıllık görev süresinde şahit olduklarını anlatmış. Vakıfbank Genel Müdürlüğü sırasında holdinglere para aktarımına karşı çıktığı için görevden alınmış ama sonra Kentbank'tan dolayı kendisi de yargı önüne çıkmış.

RÖPORTAJ: SEDA ŞİMŞEK-BUGÜN GAZETESİ

28 Şubat sürecinin Türkiye'ye maliyeti nedir?

Refah-Yol döneminde uygulanan ve doğru olduğunu her zaman savunduğum havuz sisteminin ortadan kaldırılması ve kamu bankalarının büyük zanettiğimiz 15-20 holdinge peşkeş çekilmesi Türk ekonomisini baş aşağı götürdü. 28 Şubat'ın bankalardan dolayı Hazine'ye gelen yükünün maliyeti yaklaşık 25 milyar dolar. 15-20 holdinge bu kaynak peşkeş çekildi, bunlar da bu paraları alıp yurtdışına götürdüler. “İrticayı ortadan kaldıracağız” görüntüsü altında aslında kendi ikballerini kazandılar. Dertleri aslında laiklik filan değildi, rant için 28 Şubat'ı kullandılar.

Havuz sistemi neydi?

Hazine'nin gelir ve giderinin bir havuzda birleşip, kaynakların doğru değerlendirilmesiyle ilgili bir sistemdi. Devlet devleti hortumluyordu, Refah-Yol bunu fark etti. Devlet bir taraftan borçlanırken, kamu kuruluşları da ellerindeki fazla paraları yüksek faizle bankalara yatırıyordu. Refah-Yol Hükümeti, borç para bulmaktan çok, yüksek faizle sağlanan kaynağın kullanılmasını kontrol altına alacak bir sistem kurmuştu, adı da havuz sistemiydi.

Kimler rahatsız oldu bu sistemden?

Örneğin, TOBB gibi,Mehmetçik Vakfı, OYAK,Kızılay gibi vakıfların çok yüklü paraları vardı. Bunlar o dönemde havuza tabi olma durumunda kalmıştı. İlk tepki de onlardan gelmişti ve sesleri yükselmeye başlamıştı. Pervasızca kullandıkları parayı hükümet zapturapt altına almıştı. Bu işten nemalanan ve parayı pervasızca kullanan birçok kişi ve kuruluş rahatsız oldu. 28 Şubat sürecinin ardından Refah-Yol yıkılınca, Anasol-D iktidarı, göreve gelir gelmez, bir hafta içinde bu sistemi kaldırdı.

5'li çetenin Refah-Yol karşıtlığı tamamen duygusal

Kontrol ve denetim olmadığı için sivil toplum kuruluşları, paralarını istedikleri gibi kullanma imkânına sahiptiler ama havuz sisteminde bunu yapamadılar. Anasol-D iktidarının da işine gelmedi çünkü holdingler üzerinden politika yapıyordu. Havuz sisteminin kaldırılması ile birlikte kamubankaları 20 holdinge para aktarmak için adeta örtülü ödenek gibi kullanıldı. Aşağı yukarı 25 milyar doların üzerinde para aktarıldı. Sadece para da aktarılmadı, aynı zamanda bunlar banka patronu yapıldı.

Nasıl?

Çek yasağı bulunan, tefecilik yapan, ekonomi ile hiç ilgisi olmayan insanlara bankalar dağıtıldı.

Genel müdür olduğunuz dönemde, iktidar gücüyle benzer krediler vermeniz istendi mi?

Anasol-D iktidarıyla birlikte RP'li belediyelere yönelik adeta bir kıskaç hareketi başlatıldı. RP'li belediyelere hacizler ve hesaplarına tedbirler başlatıldı. O zaman İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan'dı. Bütün belediye şirketlerinin ve belediyenin paraları bizim bankamızdaydı. Dönemin hükümetinin belediyenin üzerine gitmesiyle birlikte hesaplarına tedbirler ve hacizler uygulanmaya başlandı.

Sonra ne oldu?

Belediye tek kuruş harcama yapamaz hale getirilmek istendi. Belediyenin paralarını o dönemdeki Kıbrıs'ta mevcut olan Vakıf Off Shore Bankası'na aktardık. Oradan ödemelerini ve ihtiyaçlarını karşılıyordu. Dönemin valisi, belediyenin aktarılan parası sanki belediye başkanının hesabına aktarılmış gibi ihbarda bulundu. Tayyip Bey hakkında ortaya atılan, “1,2 milyar dolar kaçırdı” iddiası buradan çıkıyor, halbuki alakası yok. Kemal Kılıçdaroğlu grup başkan vekiliyken birkaç kere bunu yolsuzluk iddiası olarak gündeme getirdi. Ancak, kendisine bu konuda bilgi verilence bu iddiasından vazgeçmiş görünüyor. Nitekim aynı dönemde belediyenin kredi imkânı varken, teminat mektubu ihtiyacını bile karşılamak istediğimizde dönemin başbakanı izin vermedi.

Kamu bankalarında teminatları başbakan mı takip ediyor?

Çok önemli bir anektod, paylaşayım. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yine Tayyip Bey başkan, Almanya'daki bir otobüs firmasından otobüs satın almak istiyor. Teminat mektubu verilmesi gerekiyor, dönemin başbakanı izin vermiyor. O otobüs firmasının yetkilileri gelip başbakanla görüşünce başbakan müsteşarı vasıtasıyla “Teminat mektubunun yarısını kullandırın” diye talimat verdi.

Kullanılabildi yani sonuçta.

Hayır, Alman firmasının yetkililerinin görüşmesi üzerine başbakanın bu talimatı vermesini Tayyip Bey onur meselesi yaptı ve bu krediyi kullanmadı.

Genel müdürlüğünüz bir yıl bile sürmemiş, hükümetle ters mi düştünüz?

Göreve geldiğimde bu ülkenin bütün kaynaklarını emen ve Türkiye içerisinde değerlendirmeyip yurtdışına para kaçıran 20 holdingin para musluklarını kestim. 5 milyon doların üzerinde kredi verilmemesi için yönetim kurulu kararı aldık. Kredi için önüne gelen başbakana gidiyor, Başbakanlık'tan telefon ettiriyordu. Onlara kredi vermedim, sonunda görevden alındım. Bankayı 81 trilyon kârla bırakmıştım, benden sonra bankanın 2 milyar doları gitti ve kimse hesap sormadı. 2,5 katrilyon İstanbul Yaklaşımı'na giren batık kredi miktarı. Ortada olmayan santralleri teminat gösterip, bir holdinge Romanya'daki bankası için kredi ver dirttiler. Vakıfbank'ta hâlâ borçları duruyor.

Yani iktidarın bedeli mi ödendi?

O dönemin iktidarı, 20 holdinge kaynak aktararak iktidarını devam edeceğini zannetti. “TÜSİAD'a sırtını dayayan memleketi yönetir” anlayışı hakimdi. Bu ülkeyi yönetenlerden birinin kardeşi bir gün, bir eski bakana “Bankadan alınan para geri ödenir mi sen beni iflas mı ettireceksin” demiş. Bu anlayışla hareket eden şirketler, holdingler mevcuttu. Bunların hepsi 2001 krizinde su yüzüne çıktı, silinip gittiler. Sonuçta, bankaların verdiği krediler battı ve bankaların arpalık gibi kullandığı şirketler tasfiye edildi. Off Shore banklara para yatırdığı için vatandaş suçlandı ama bu kuruluşlar üzerinden kullandırılıp batan kredileri araştıran dahi olmadı.

Nasıl kamu bankaları örtülü ödenek gibi kullanıldı? Nasıl oluyor bu işler? Durumları uygun olmayanlara başbakan, bakan torpiliyle kredimi veriyor?

Bir örnek vereyim, Demirel'in akrabalarının sahip olduğu bir holding bir kamu bankasının şubesinden kredi başvurusunda bulunur. Krediyi alacak firmanın gösterdiği teminatlar birisi Demirel'e ait bir gayrimenkul. Demirel'in bu krediden bilgisi var mıdır yok mudur bilinmez ama ipoteğin alınabilmesi için bir vekalet vermiş olması gerekiyor. Şube firmayı yetersiz bulmuş o kamu bankasından kredi verilmedi. Başka bir kamu bankasından işlem yapıldı. Sonra geri ödenmeyen milyonlarca dolarlık krediler akrabalardan tahsil edilemedi ama sorumlu bürokratın 2 evi satılıp ve emekli maaşı ile kredinin tasfiye edilmesi kararı alındı.

Siz doğrudan bu kredi taleplerine muhatap oldunuz mu o dönemde?

Tabii ki, gece saat 02.30'da Başbakan arıyor, “Şu kişi kredi talep etmiş, onun kredi işini hallet” diyor. Ben, “O firma batmış ben ona kredi veremem” dedim, ardından bu konu ile ilgili bakan da ricada bulundu. Ayrıca, o dönemde yurtdışında kurdurulan bankalar üzerinden büyük yolsuzluklar yapıldı. Mesela, Vakıfbank'ın Kıbrıs'taki Off Shore Bankası'ndan 5 kuruş kredi vermedik ama sonraki dönemde trilyonlarca krediler verdirildi ve battı. Sonra bu zararlar, Türkiye'deki bankanın bilançosuna dahil ettirilerek kapatıldı.

Bir denetim sistemi yok muydu?

Ülkenin bu derece kötü duruma düşmesinde, o dönem denetim sistemindeki başı boşluğun payını yadsımamak gerekiyor. 1982'den sonraki Bankalar Kanunu ile “bağımsız denetlenme” zorunluluğu getirilmiş ve yıllarca bu kuruluşların makyajlı bilançolara onay vermelerine göz yumulmuştu. Özellikle finans sektörünün altına dinamit koyan ve 26 bankanın yok olmasına göz yuman ithal denetim sistemi, reel sektörün çöküşünde de etkin rol oynadı.

Yani uluslararası bağımsız denetim kuruluşları da mı bu düzene ortak oldu?

Kendi ülkelerindeki firma bilançolarını makyajlamaktan sabıkası olan bu tür kuruluşların, ülkemizde de yolsuzluklara göz yumma ihtimali aşikârdı. Adı uluslararası olan bu kuruluşlar, kamu bankalarında trilyonlarca usulsüz krediler batarken, geçmişi karanlık kişiler banka patronu yapılırken, özelleştirme adı altında mevcut bankalar iki veya üçe bölünüp, değişik adlarla banka sayıları artırılırken, Kasım 2000 likidite krizi ve Şubat 2001 devalüasyonu sonucunda dahi makyajlı banka bilançoları düzenlenirken ne işe yarıyordu?

Personelle ilgili baskı geldi mi?

Eski dönemde atanmış personelin görevden alınması için anormal baskı gördüm tabii ki. İrticacı oldukları iddia ediliyordu. Özellikle genel müdür yardımcılarının alınmasını istediler. Değiştirmeyince, muavin sayısını 9'dan 6'ya indirdiler. Sayı düşünce bazı genel müdür yardımcılarını mağdur olmamaları için iştiraklerde genel müdür sıfatıyla görevlendirdim. Bugün Halk Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Cebeci, o dönemde genel müdür yardımcısıydı, baskı sonucu Atakule Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı'na atamak zorunda kalmıştım. Görevden aldıramadıkları bürokratların hepsini benden sonra uzaklaştırdılar. Tek suçları Refah-Yol iktidarı döneminde yükselmiş olmalarıydı. Mesela Halil Aydoğan şu anda Vakıfbank Yönetim Kurulu Başkanı. Maksut Serim genel müdür yardımcımdı, görevden alınması için anormal baskı gördüm. Şimdi başbakanlık başdanışmanı.