Türkiye’de acaba neden köklü bir “darbecilik” geleneği var? Dahası, kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere, toplumun önemli bir kesimi niçin ısrarla “asker gerektiğinde yönetimi ele almalı” diyor?
Mehmet Ali Birand, “Evet, genlerimizde darbecilik vardı” başlıklı yazısıyla bu sorulara biraz ışık tuttu geçen hafta. “Laik merkez medya”nın yakın zamana kadar koyu “askerci” olduğunu ve ordunun siyasete müdahalesini “normal bir şey” olarak gördüğünü ifade etti.
Buna karşı bazı liberal yazarlardan Birand’a itiraz geldi. Söz konusu askerci tutumun “ideolojik” değil “tamamen duygusal” olduğunu, yani çıkar ilişkilerine dayandığını savundular. Ben ise bu konuda Birand gibi düşünüyor, yani problemin (Alper Görmüş’ün de ustaca gösterdiği gibi) bir “zihniyet problemi” olduğunu sezinliyorum ki, sebebini izah edeyim.
‘Tamamen duygusal’mı?
Aslında, “laik merkez medya” ile ordu arasında, özellikle 28 Şubat döneminde zirveye çıkan bir “çıkar ilişkisi” olduğuna eminim. Ama böylesi ilişkiler medya ile sivil hükümetler arasında da olabilir. “İlkesizlik sorunu”, evrensel bir sorundur.
Birand’ın anlattıkları ise, “ilkesizlik”le değil, aksine “ilke”yle ilgili. Yani “laik merkez medya”nın (ve onun okuru olan geniş kitlelerin) neyi “meşru durum” saydıklarıyla alakalı.
Klasik “meşru durum” ise, açık konuşalım, bir tür apartheid rejimi idi: “Gericiler” diye anılan toplumsal kesim, “ikinci sınıf vatandaşlar”dı. Alaylara ve irtica karikatürlerine konu olabilir, kapıcılık ve temizlikçilik yapabilir, ama iktidara gelip “devletin başına” geçemezlerdi.
Böyle bir “tehlike” belirdiğinde ise, askerin rejimi kurtarmasından daha doğal ne olabilirdi? Birand’ın da dediği gibi, “Atamız”, bu “koruyup kollama görevini” orduya vermemiş miydi?
Benim burada vurgulamak istediğim nüans ise şu: Sorun, sadece “koruyup kollayan” orduda değil, aynı zamanda “koruyup kollanan” sistemdeydi.
Yani, problem sadece “askeri vesayet” değildi. O aracın kendisine hizmet ettiği, ama sadece ordusu değil, yargısı, medyası ve “kentli orta-üst sınıfları” da bulunan “Kemalist vesayet rejimi”ydi.
Bu rejim kendine açıkça “Atatürk Cumhuriyeti” diyordu ki, bu aslında “Atatürkçülerin Cumhuriyeti” demekti. Diğer vatandaşların potansiyel “iç düşman” (“dahili bedhah”) olduğu, onların seçtiği siyasilerin “şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edeceği” (yani “vatanı satacağı”) da, rejimin temel metinlerinde ima ediliyordu.
Darbeci ideolojinin tedavisi
Ben, meseleyi böyle gördüğüm için, Ergenekon tartışmalarında, başından beri “darbeci organizasyon” kadar “darbeci ideoloji”yi de önemsedim. Hatta çoğu noktada büyük bir “organizasyon”a ve onun “talimat”larına gerek kalmadığını, komplo gibi algıladığımız şeylerin kendiliğinden gerçekleştiğini düşündüm.
Bazı dostlarca “saflık” olarak algılanan “ılımlılığımın” bir sebebi bu olsa gerek.
Bir diğer sebep de, aynı analizin bir sonucu olarak, çözümü sadece hukuki değil, aynı zamanda siyasi alanda görmem. Yani, demokratikleşmeyi, sadece “darbecileri yakalama” değil, aynı zamanda darbeci ideolojiyi zayıflatma işi olarak anlamam.
Bu darbeci ideolojinin en güçlü damarı ise bence “korku”. “Aydınlık insanlar”ın diktası olmazsa, ülkenin “karanlığa” sürükleneceği korkusu.
Ve tam da bu nedenle, demokrasiye giden yol, Kemalistleri daha da provoke edecek, bir “karşı devrim” paranoyası yaratacak sertliklerden geçmiyor. Aksine, onları teskin etmek, ayrıcalıklı konumlarının bittiğini, ama haklarının korunacağını garantilemek gerekiyor. Sonuçta aynı ülkede ve hep birlikte yaşayacağız.