26 Mayıs 2011 Perşembe

Obama, generallerin kontrolünü kaybetti mi? / Cemal Demir


Sezar’dan beri tarihin en büyük ironilerinden biri, bütün imparatorlukları, kendi ordularının devlet yönetimine karışmasının yıkmış olmasıdır. ABD de aynı kaderi yaşıyor olabilir

Rubicon Nehri, Roma İmparatorluğu sırasında sadece Roma ile Galya arasında değil, silahın gücü ile Romanın hukuku arasında da sınırdı. Generallerin ordularıyla bu nehri geçip Roma’ya girmesi, kendisinin ve ordusunun asi, bozguncu ilan edilmesine sebepti. Cezası ise ölümdü. MÖ 49 senesinin 11 Ocak günü Jul Sezar, ordusuyla bu nehri geçti ve bir iç savaşa sebep olarak düzeni bozdu. Birçok tarihçiye göre muazzam Roma imparatorluğunun çöküş sürecini başlatan bu askeri isyandır. Sezar geçerken, ‘’ok yaydan çıktı’’ Türk atasözünü bilmediği ve henüz Tarık Bin Ziyad’ın gemileri yakmasına 800 sene olduğu için ‘ alea iacta est abicim (zarlar atıldı abicim)’’ demiş. Siyasi lüteratürdeki ‘’Rubicon’u geçmek’’ deyimi de Sezar’ın bu askeri darbesinden hatıradır. 

Sezar ve ordusunun Rubicon’u geçişinden beridir asker –sivil ilişkileri, imparatorlukların ve cumhuriyetlerin akıbetindeki en belirleyici rolü oynuyor. Amerika’nın, çoğu, tarihi yemiş yutmuş kurucu babaları, ‘başkomutanlık’ müessesini çizdikleri Amerikan Anayasasının ikinci maddesiyle ABD’de yeni Sezarlar çıkmasını mümkün olduğunca engellemeye çalıştılar.

Ve genel olarak yakın zaman kadar bireysel istisnalar dışında asker sürekli olarak sivil kontrolde oldu. Askeri politikaları, seçilmiş siviller belirledi. Subaylar ise bu politikaları en iyi şekilde sahaya yansıtmanın yollarını bulmakla görevliydi. Daha önce yazdığım ‘’Amerika’da asker sivil ilişkisi’’ başlıklı yazıda, bu genel kuralın dışına çıkan generallerin başına neler geldiğini paylaşmıştım.

ABD ORDUSUNDA OYNAYAN TAŞLAR
Peki bu mevzuya niye döndüm? Önce bir haber: ABD Genelkurmay Başkanı Amiral Mike Mullen 1 Ekim itibarı ile emekli oluyor. Ancak son birkaç aydır Amerikan ordusunda yerinden oynayan taşlar bununla sınırlı değil. Henüz resmen açıklanmadı ancak Obama, Mullen’in yerine bir amiralin değil, daha Nisan ayı başında 4 yıllık kurmay başkanlığı görevine atadığı karacı orgeneral Martin Dempsey’in gelmesine karar verdi.
Aslında, birçok kişi Obama’nın bu göreve, Petraeus’un yerine  Afganistan komutanlığına getirdiği James Cartwright’ı atayacağını bekliyordu. Ancak, rivayet o ki Pentagon’daki iç çekişmeler sebebiyle Cartwright’ın genelkurmay başkanlığı şansı kapandı. Ve sürpriz şekilde daha yeni orgeneral olan Dempsey ABD’nin ordu hiyerarşisinin en üst koltuğuna oturacak.

Ancak, ben asıl Harpers dergisinin Nisan ayı sayısına kapak olan ‘’Obama generaller üzerindeki kontrolünü kaybediyor mu?’’ dosyası yüzünden burdayım. 
Ağustos 2010’da Orgeneral David Petraeus, medyada Afganistan’da savaşın stratejileri ve politikaları ile ilgili üst üste açıklamalar yapmaya başladı. Amerikan televizyonlarının Pazar programlarına katıldı. New York Times ile bir saat süren bir röportaj yaptı. Obama’nın 2011 Temmuz ayında başlayacak Afganistan’dan çekilme takvimini geciktirmeyi konuştu.

HARPERS: SESSİZLİK YADIRGATICI
İşte, Harpers dergisinin son sayısında, Amerikan Donanma Akademisi Stratejik Bilimler Profesörü Jonathan Stevenson, medyanın Petraeus’un ‘politik’ açıklamaları karşısında o günlerdeki sessizliğini yadırgatıcı bulduğunu belirtiyor.

Çünkü Petraeus’un sözkonusu konuşmalarından yaklaşık 2 ay önce Afganistan’daki selefi, orgeneral McChrystal, Rock n Roll dergisine bir röportaj vermiş, bu durum medyada büyük eleştirilere neden olmuş Obama’da bu gürültüde, ‘’Demokratik sistemimizin çekirdeği ordu üzerindeki sivil kontroldur’’ diyerek, Orgeneral McChrystal’ı görevden almıştı. Genelkurmay başkanlığına kadar gideceğine kesin gözüyle bakılan McChrystal bir ay içinde emekli olmak zorunda kalmıştı. McChrystal ile Petraeus’a farklı muamele, askeri akademi hocasının kafasını karıştırmış doğal olarak. Ancak görüntü bozukluğu bununla sınırlı değil.
ABD’de ordu – sivil yönetim ilişkilerindeki görüntü Aralık ayında eşcinsellerin orduda kimliklerini gizlemeden görev yapabilmelerini yasaklayan ‘’sorma-söyleme’’ politikasının kaldırılması sırasında daha da flu bir hal aldı. Başta John McCain olmak üzere bazı Cumhuriyetçiler, ordu üst yönetiminde bu karardan büyük hoşnutsuzluk olduğunu iddia ederek, generallerin sesine kulak verilmesini istediler. Robert Gates ve Obama yönetimi ise, ‘’ne zamandır ordu politikalarında generallerin dediği oluyor?’’ diyerek bu isteğe kulak tıkadılar. Robert Gates, daha ileri giderek, McCain’in çıkışına, ‘’Ordu içinde bu konuda referandum yapmanın Amerikan tarihinde tek bir örneği yok. Irak’a gitmek isteyip istemedikleri konusunda da referandum yapalım mı? Bu, sivillerin kontrolündeki ordu tarihimizde görülmüş şey değil.’’ şeklinde tepki verdi.

Daha bu tartışmaların mürekkebi kurumadan, Obama’nın ‘’Birliğin Durumu’’ konuşmasına saatler kala, Orgeneral Petraeus, askerlere, ‘’Savaşın Durumu’’ konuşması yaptı. NATO’nun web sitesine de konan konuşmasında Petraeus’un Obama’nın 2011’de çekilme takvimine hiç bahsetmeyip, NATO’nun 2014’te kontrolün Afganlılara devredilmesi takvimine atıf yapması dikkat çekiciydi. Birkaç saat sonra konuşan Obama ise, kendi generaline karşı, ‘’Temmuzda çekiliyoruz’’ çıkışı yapacaktı.

Profesör Stevenson, bütün bu tuhaf tabloyu, ‘’ordu yönetim ilişkilerinde birşeyler yanlış ve her geçen gün generallerin ne zaman anayasal sınırlar dışına çıktığını anlayabilmek artık daha da güçleşiyor. Bu Eisenhower’ın bahsettiği askeri sanayi kompleksi tehdidi de değil. Çünkü askerler, askeri bütçeyi artırmaya çalışmıyor bu kez. Kendi düşüncelerini politik alana hiç olmadığı şekilde enjekte etmeye çalışıyorlar.’’ şeklinde tasvir ediyor.
Petraeus, medyada ve ABD kamuoyunda oldukça popüler bir general. 2012 başkanlık seçimi için birçok Cumhuriyetçinin rüyalarını süsleyen bir potansiyel aday...

AMERİKAN KAMUOYU GENERALLERİ GENELLİKLE TANIMAZDI
Amerikan kamuoyu generalleri genellikle tanımazdı. Yakın geçmişte, Birinci Körfez Savaşında Çöl Ayısı Norman Schwarzkopf ile 1990’lı yıllardaki kısa ve başarılı Balkan müdahalesi sebebiyle Wesley Clark, kamuoyunda tanınan generaller oldular, o kadar...
Ancak W Bush döneminde bu durum değişmeye başladı. Günümüzde Amerikan generalleri sık sık medyaya konuşurken görüyoruz. ABD’nin aktif küresel askeri varlığı, çoğu yerde generalleri, yetkili büyükelçilerden daha çok Amerikan devletinin sesi ve temsilcisi haline getirmiş durumda.

Profesör Stevenson, ‘’terörizmle mücadelede hızlı ve ani kararlar ihtiyacının’’ birçok kararı, siviller yerine savaş bölgelerindeki generallerin almasına neden olduğuna dikkat çekiyor. Irak’ta işler kötüye gittikçe, ülke güvenliği ile ilgili birçok karar tamamen generallere geçti. Ve Bush, 2007 yılında Irak’ta stratejik liderliği ve son kararı Orgeneral Petraeus’a devrettiğinde bu durum zirveye çıktı. O günlerde birçok general Irak’ta asker artırımına karşı çıkarken, Petraeus’un kararıyla yapılan asker artırımı stratejisi, başarılı oldukça, Petraeus’un gücü de arttı. Petraeus, Irak’ta Irak’ın kendi yöneticilerinin de, Amerikan elçisinin de savaşın sivil yetkililerinin de önüne geçti. Hepsini gölgede bıraktı. Televizyonlarda sivillerden çok o ekrana çıkarak yorumlar yaptı.

Stevenson’a göre asker – sivil ilişkisinin iyice bulanıklaştığı yer ise Afganistan: ‘’Obama’nın MacChrystal’ı görevden alması, kendisine ordu için ‘karar verici’ olarak bir parça etki ve itibar devşirdi ancak onun yerine Petraeus’u atayarak ve Afganistan Pakistan politikasında onu belirleyici konuma yükselterek, Petraeus’un şanına şan kattı ve kendisi için kamuoyu karşısında kendi komutanını eleştirmeyi nerdeyse imkansız hale getirdi. ‘’

ORDUYA GÖNÜLLERİ VE KAFALARI KAZANMA GÖREVİ
Stevenson, orduya isyan karşıtlığında ‘’gönülleri ve kafaları kazanma’’ görevi verilmesinin de, generallerin politik açıklama ve aktiviteleri için çok iyi bir bahane oluşturduğuna dikkat çekiyor. International Herald Tribune’den William Pfaff’ın ‘’bir zamanlar Prusya için söylenen, ‘ordusunun sahibi olduğu devlet’ nitelemesinin artık ABD için söylenebilir hale geldi’’ sözüne atıf yapıyor.
Stevenson, ‘’Eğer dışarıya yansıdığı gibi gerçekten de generallerin, stratejik kararlarda etkili olmak istedikleri doğruysa cumhuriyetin geleceği en azından doğası söz konusu demektir’’ diyor.
Amerikan başkanlarının dörtte biri general olmasına rağmen İkinci Dünya Savaşından beri tek bir general başkan yok. Bu sürede generallik, profesyonel bir işgücüne dönüşmüştü.
Fakat, ülkeyi güvende tutma gerekçesiyle art arda yapılan ucu açık savaşlar,
ABD’yi, Stevenson’un deyimiyle ‘’sözde emperyal (quasi imperial)’ ya da Niall Ferguson’un tabiriyle, ‘’crypto imperial (resmen ilan edilmemiş emperyal)’’ bir güvenlik modeline dönüştürdü.
Bu, generalleri büyükelçilerin önüne geçiren bir durum. Birçok ülke, bölgesindeki Amerikan komutanları, Amerikan devletinin asıl temsilcisi gibi görüyor. Dışişleri bakanlığı bürokrasinin bütçesi Pentagon bütçesinin 14’te biri, personel sayısı da yine Pentagon’un 33’te biri kadar...
Ancak, sonu gelmez savaşlar ve çatışmalar hep bu sonucu doğurur. Savaş ve krizler sürdükçe asker üzerinde sivil kontrolü erir.

Stevenson, böylesi bir devlet ikliminin üst düzey subayların sivil kontrol konusunda lakaytlıklara girmesini kaçınılmaz kılacağını belirterek, asıl ürkütücü olanın, sivile itaat konusunda lakaytlığın alt düzey subaylara kadar sirayet etmiş olması olduğunu kaydediyor.

"BAZI DURUMLARDA EMRE İTAATSİZLİK YÜKÜMLÜLÜKTÜR"
Mesela? Mesela bir özel kuvvetler subayı olan Yarbay Andrew Milburn’un, Pentagon destekli askeri dergi ‘Joint Force Quarterly’de yayınlanan ve ordu politikalarını tartışan çevrelerde ciddi ses getiren, ‘’Hiyerarşi Dışına Çıkmak: Emre Muhalefet ve Askeri Profesyonellik’’ başlıklı makalesi. Meraklısının BURADAN orijinalini okuyabileceği makalesine, Yarbay Milburn, ‘’Bazı durumlar vardır ki emre itaatsizlik, sadece bir hüküm değil bir yükümlülüktür’’ diye başlıyor. Yarbaya göre, subaya yemini ve etik içtüzük, subaya, sivillerden gelen ve ABD’yi yaralayabileceğini düşündüğü emirlere itaatsizlik için bir moral otonomi veriyor.
Makalenin başında, Yarbay bir hokkabazlık yaparak tartışmayı, Yahudi esirlere ateş etmeyi reddeden Alman askerine ya da Vietnamlı sivilleri katletme emri veren Albay Calley’in emrine uymayan askerlere taşıyor. Ancak çok geçmeden, ağzındaki asıl baklayı kağıda dökerek, tartışmayı, yasadışı emre taktik seviyede itaatsizlikten, stratejik seviyede karar vericilik sahasına taşıyor. Bununla da yetinmeyip, askerin de hüküm vermesinin, politik icra üzerinde sağlıklı bir denetim mekanizması kuracağını iddia edebiliyor. Ve, Amerikan Anayasasının ünlü ‘’check and balanca’’ konseptinin içinde askeri de sokuyor.
Yarbay  Milburn’un bu makalesi halen Almanya’daki George C. Marshall Center’da güvenlik dersleri profesörü olarak ders veren Albay Paul Yingling’in de tepesini attırmış. Albay Yingling, 2007 senesinde Armed Forces Journal’da yayınladığı ve Kongre’yi askeri konuları daha yakın takibe davet ettiği, ‘generalliğin başarısızlığı’ başlıklı makalesiyle dikkat çekmiş parlak bir subay.
Yingling, Small Wars Journal’da, ‘’Hiyerarşi dışına çıkmak?’’ başlıklı makalesiyle, Yarbay Milburn’un yaklaşımının anayasal açıdan ve askeri profesyonellik açısından ne kadar tehlikeli bir yaklaşım olduğunu göstermeye çalışıyor. Milburn’un anlayışının, orduyu, devlette, 3 erkin faaliyetlerine veto gücü olabilen bir dördüncü erk haline getirdiğini kaydediyor.

"MUHALEFET DE NE KARDEŞİM!"
Profesör Stevenson’a döneyim, o bir de bu işi bizim de PKK ile mücadelede ABD adına işbirliği koordinatörü olması hasebiyle yakından tanıdığımız emekli Orgeneral Joseph Ralston’a sormuş. Orgeneral Ralston, ‘’Eğer sivil yönetimin emri açıkça etik dışı, gayri ahlaki ve yasadışı değilse uymak zorundayım. Ama eğer bunlardan biri olduğunu düşünüyorsam istifa etmem lazım, muhalefet de ne kardeşim’’ mealinde cevaplıyor. 
Ancak cunta heveslisi yarbayın açtığı yolda farklı bir durum var. Ve Stevenson’u endişelendiren ABD’de generallerin karar almadaki ağırlığının bir ‘klasik askeri darbe’ye (coup d’etat) yol açma ihtimali değil. O, bir ‘’coup d’esprit’’ yani sivil yöneticilerin gönüllü olarak askeri düşünme şeklini benimsediği bir düzenin oluştuğundan endişeli.
Stevenson, askeri uzmanlığın esası, stratejik kararlar sahasında değil, savaştaki operasyonel sanattadır diyor ve şu çok önemli uyarıda bulunuyor: ‘’Eğer ABD’nin stratejik ve diplomatik yönünün kararı askerlere bırakılırsa, bunu yürüttükleri operasyonun fizibilitesine uygun şekilde kararlar almaya teşne olacaklar. Daha kötüsü, gelecekte yapacakları diğer operasyonlardaki kapasitelerinin ihtiyaçlarına göre kararlar alacaklardır ki bu da bir başka yıkıcı ‘ucu açık’ savaş demektir.’’
Mesela karar verici asker olduğunda, Afganistan’daki işgale karşı mücadeleye karşı mücadelenin bir anlamı var. Asker burada, ABD’nin bütün enerjisini isyanı nasıl yok edeceğine harcar. Afganistan’da olmanın daha geniş ulusal çıkarlar bağlamındaki yerini, stratejik konseptini görmez. ‘’Stratejik kararlar sahasına girme cüreti gösteren askerin, General MacArthur gibi yanlış yapma ihtimali yüksektir.’’

SİVİLLER ASKERLERDEN DAHA İYİ KARARLAR MI ALIR?
Peki siviller ulusal güvenlik stratejilerinde askerden daha iyi kararlar mı alır? Askeri akademide hoca olan Stevenson diyor ki: ‘’istisnaları olmakla beraber geleneksel tecrübe böyle diyor. Birçok general, güç kullanmanın uzun vadeli politik sonuçlarını görebilme konusunda eğitilmemiştir’’.
Stevenson, bir başka stratejik çalışmalar profesörü Eliot Cohen’in ‘başkomutanlık’ çalışmasında, sivilin dünya algısı ve sağduyusunun, askerin operasyonel idrakine baskın olduğuna vurgu yaptığına dikkat çekiyor. Cohen’e göre, asker-sivil diyalogunda kesinlikle eşitsizlik olmalı ama bu eşitsizlik sivil lehine olmalı. Hatta, sivil, operasyonel ve taktik konularda bile daha çok söz hakkına sahip olmalı. Bazı taktik kararlarda generallerini dinlemeyen, Lincoln’un, Başkan Wilson’un, Roosevelt’in, Churchill’in, Ben-Gurion’un, MacArthur’un topyekün savaş anlayışını reddeden Truman’ın nasıl haklı çıktıklarını ve mağlubiyetten ülkelerini kurtardıklarını aktaran Stevenson, ‘’Elbette bütün sivil liderler bu kalibrede olmayabiliyor. Ancak, bir ülke için nihayetinde bir karar verici olacaksa, bunun hesap sorulabilir bir sivil olmasında her zaman için yarar vardır’’ görüşünü dile getiriyor. Çünkü kararlar askerlere bırakıldığında hiçbir askeri başarısızlığın hesabını sorabilecek bir otorite yoktur. Kol kırılır, yen içinde kalır.
İşte Stevenson, ABD’nin mevcut küresel emperyal stratejisinin bu gerçekler ışığında oldukça ‘gerçek-karşıtı’ bir hal aldığını savunuyor. Amerikan sivil idarecilerin, ülkenin küresel gücü ile ilgili kararlarda çekingenliklerini sorgulayan Stevenson, dev askeri güç ve bütçeyle, küresel strateji belirleme gücünün de sivillerden askerlere geçmekte olduğunu iddia ediyor.

KUYULARIN BİR NUMARLI KANUNU
Ben şimdi yine başa döneyim. Ladin’in öldürülmesinden sonra iyice açığa çıkmış bir kavga var ABD sistemi içinde. Obama ve sivil kafalı realistler Afganistan savaşını daha fazla sürdürmek istemiyor. Petraeus’un temsil ettiği askeri mantık ise işgale direniş varsa, kontra-direniş kazanıncaya kadar devam edilmeli düşüncesinde. Bir başka yazıda ‘kuyuların kanunu’nu yazarken paylaşmıştım. Bir kuyuya düştüysen en kötü karar, kuyunun kökünü kazımaya çalışmaktır. Bu içine düştüğün kuyuyu derinleştirmekten başka işe yaramaz. Kuyuların bir numaralı kanunu şudur ki, birinin içindeysen kazmayı bırak. Petraeus’unki gibi düz askeri mantık, ‘kesin zaferin alternatifi yok’ düşüncesiyle, yıllarca kuyu kazdırır ülkelerine.
Şubat ayında ABD Harp Okulu olan West Point’te subay adaylarına konuşan Savunma Bakanı Robert Gates, Irak tecrübesinin ışığında, ‘’Bundan sonra, ABD Başkanına, bir ülkede rejim değiştirmek için kara ordusu göndermeyi teklif edecek her müstakbel Savunma Bakanının mutlaka bir akıl sağlığı muayenesinden geçirilmesi gerek’’ dedi.

Peki, hal böyleyken Petraeus neden uzun vadeli savaş edebiyatı yapıp duruyor(du). Obama yönetiminden bir kaynağın New York Times’a dediğine göre, ‘kamuoyunu şekillendirmek’’ ve ‘başkanın alternatif tercih sahasını daraltmak’’ için. 
Ve Obama ile Petraeus ve bazı generaller arasındaki gölge savaşında Nisan ayında bazı taşlar şiddetli şekilde yerinden oynadı. Obama, Petraeus’u Afganistan’dan alıp, CIA’in başına getirerek, Afganistan’daki çekilme takvimi için kendisine alan açtı. Bundan yaklaşık bir hafta sonra ise, kendisini ‘yenilip çekilen başkan’ olmaktan kurtaracak hamle geldi. 1 Mayıs günü Afganistan’da olmanın resmi gerekçesi olan Bin Ladin’in öldürüldüğünü duyurdu.
Obama, Petraeus sorununa son derece Makyevelist ve akıllıca bir çözüm buldu. Petraeus’u CIA’nın başına getirerek, mağduru oynamasına izin vermedi. Üstelik Afganistan’ın önceki iki komutanını (McKiernan ve McChrystal) süreleri dolmadan görevden alıp emekli eden Obama için, üçüncüyü de görevden alıp emekli etmek, hele de halkta popülaritesi yüksek Petraeus’a bunu yapmak 2012 seçimi öncesi politik açıdan yanlış bir karardı. Petraeus’u yönetimi içine alıp önemli bir kurumun başına getirerek, kamuoyu algısına da Pentagon ile ilişkilerine de zarar vermemiş oldu.

11 EYLÜL'DEN SONRA ASKERİLEŞEN KURUM: CIA
Petraeus da CIA Başkanlığını kabul ederek, bazılarına göre 2012 yarışına katılmayacağını kabul etmiş oldu. Çünkü CIA Başkanlığı, diğer görevlerin aksine kamuoyunun gözünden uzaklaşmak demek.
Peki CIA Başkanlığında da tavrını sürdüremez mi? Stevenson’un bir başka makalesindeki tasviriyle ‘’11 Eylül’den sonra çok fazla askerileşmiş’’ önemli bir kurum olan CIA’nın başına geçiyor sonuçta... Bazı çevreler, Petraeus’un CIA içinde örtülü askeri operasyon gücünü, analiz-entelektüel gücüne karşı semirteceğini ve askeri mentalitesini kuruma empoze edeceğini iddia ediyor. Bunun, Bush döneminde oluşan, ‘’istihbaratı politize ve ideolojize etme’’ trendini yeniden canlandıracağı endişesine sahipler. Hem Cheney hem de Rumsfeld kendi CIA karşıtı anlayışlarına uygun istihbarat kanalları açmış, ve devrin CIA başkanı George Tenet, CIA’nın analiz raporlarını sümenaltı ederek, Bush’un istediği yönde istihbarat raporları sunmuştu.

Ancak Stevenson, CIA’nin orduya göre çok daha az hiyerarşiye sahip ve pek de itaatkar yığınlardan oluşmayan yapısına dikkat çekerek, Petraeus’un CIA Başkanlığından, Obama ve sivil yönetim açısından iyimser olduğunu belirtiyor. Bu yapı nedeniyle Petraeus’tan önce kurumun başına gelen 5 general de kuruma adapte olmakta ve tam anlamıyla hükmetmekte güçlük çekmişler.
Obama ve bazı generaller arasındaki gölge savaşında, rüzgar Nisan ayından itibaren tersine esmeye başladı. Arap baharı da, savaşçıların işini zorlaştırıken, Obama’ya kendi liberal dış politikasını Amerikan yönetimine getirmek için büyük harekat alanı açıyor. 
Stevenson, yukarıda bol bol alıntı yaptığım ve daha ne Petraeus’un Afgan Savaşından alınması ne de Bin Ladin’in öldürülmesi yaşanmadan önce yazdığı makalesini, ‘’Üçüncü bir yol daha var; Başkan Obama, elini Masaya vurup, asker – sivil arasında sivil yönetim lehine sağlıklı bir eşitsizlik kurabilir,  sonra da bunun gereği olan stratejik kararlarını alabilir. İşte bu gerçek bir darbe olur.’’ diye bitiriyor. 

Bugünlerde Avrupa’da krallar gibi karşılanan Obama, Ladin’i öldürerek, Afganistan’dan çekilme takviminde taviz vermeyi reddederek, çekilmeye karşı çıkacağı kesin Petraeus’u, hem de ona politik kariyer alanını daraltacak usta bir manevra ile merkeze çekerek ve ardından öyle ya da böyle İsrail’e barış görüşmeleri konusunda baskıya başlayarak, 2 yıl sonra ilk defa ABD yönetimine kendi damgasını vurmaya başlamış gözüküyor. Bu bir sivil darbe girişimi midir, ve nereye kadar gider sorusuna cevap vermek için henüz erken...
Ama Sezar’dan beri tarihin en büyük ironilerinden biri, bütün imparatorlukları, kendi ordularının devlet yönetimine karışmasının yıkmış olmasıdır.

Asker – sivil eşitsizliğini bozmaya çalışan her askere karşı, en az maceracı askerler kadar gözükara olunmazsa, büyüyen maceracı askeri dalga, önce sivil yönetimi, sonra da askeriyle beraber bütün ülkeyi tarihe gömer. Bunun için Roma’dan beri bütün büyük uygarlıklar askerini, politik karar mekanizmalarının ve nehrin öte yakasına yerleştirir ve başkentten uzak tutarlar. Zira askeri başkentinin ortasında olup da büyüyen tek bir uygarlık yoktur.
Pentagon’daki bazı maceraperestler, ideolojik hesap sahipleri, Washington DC ile arasındaki Potomac Nehrini geçme konusunda ne kadar hevesli bilmiyoruz ama, Yarbay Milburn’un daha birkaç ay önce Pentagon dergisinde yayınlanan ve sivillerin emirlerinin sorgulanabileceğini ima eden makalesini analiz eden Albay Paul Yingling, analizini, ‘’Hiyerarşi Dışına Çıkmak’ı okuduğumdan beri, Rubicon’un düşündüğümüzden yakın olabileceğinden korkuyorum’’ diye bitirmiş.

Bakalım, Washington’da her geçen gün biraz daha kuvveden file çıkan gölge savaşını kim kazanacak? Ucu sonuçta bize de dokunacağı için merak ediyoruz işte…
Hadi hayırlısı…