27 Mayısçıların ölümle tehdit ettiği tasavvuf ve tarikat ehli Ali Fuat Başgil’i tanıyanlar, “Mütevazı bir ailenin çocuğu olarak doğdu, âlim olarak yaşadı, kahraman olarak öldü.” diyor.
‘Başgil’i tehdit ettim. ‘Ya cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeç ya da Etlik’te gömülürsün’ dedim.”
27 Mayıs 1960 darbesi artık tarih oldu. Ama 27 Mayıs’ın Türkiye üzerindeki kurşun izleri silinmiş değil, silineceğe de benzemiyor. İş o kadar şirazeden çıkmıştı ki darbecilerden biri, tüm Türkiye’nin saygı duyduğu bir ordinaryüs profesörü, Alif Fuat Başgil’i ölümle tehdit ettiğini yıllar sonra ‘gururla’ itiraf edebiliyordu. O kişi, 27 Mayıs’a Harp Okulu Komutanı olarak katılan, MBK (Millî Birlik Komitesi) üyeliği ve Devlet Bakanlığı yapan General Sıtkı Ulay’dı.
Başgil, Ocak 1961’de, uyduruk bir gerekçe ile Harbiye’de hücrede tutulduğu bir gecede, önce şerrin ve şeytanın, sonra da hayrın ve insanlığın hayali ile konuşmuş, onu da Hatıra Kırıntıları kitabında anlatmıştı. Başgil, hayatın ona dayattığı tüm zorluklara karşı hep hayrın ve insanlığın şu sözüne kulak vermişti: “Gittiğin yol, hayrın ve insanlığın yoludur. Ondan şaşma. Üzülme, sen mazlumların gönüllerinde yaşayacaksın. Kaderine boyun eğ. Kader levhasının yazısını değiştiremezsin. Herkesin yolunun sonu ebediyettir. Ebediyette ise erken gidenle geç giden birdir.”
27 Mayıs’ın pek çok yıkıcı tarafı vardı. Ama içlerinden biri darbecilerin gözünün ne kadar döndüğünün de bir nişanesi olarak tarihe geçecekti. 1961’de cumhurbaşkanı seçilecekti. 14’leri tasfiye ettikten sonra geride kalan CHP ağırlıklı MBK üyeleri, Cemal Gürsel’i o koltuğa oturtmak istiyordu. 15 Ekim 1961’de milletvekilliği ve senatör seçimleri de yapılmış, Başgil’in dediği gibi ‘Türk halkının iz’anı ve aklıselimi’ galip gelmişti. Sonuç, general Fahri Özdilek’in “Seçimlerden çıkan netice bu mu olmalı idi?” nevindendi. Halkın yüzde 65’i sağ partilere oy vermişti. Meclis’in açılmasıyla Gürsel’i cumhurbaşkanı seçmeyi planlayan darbecilerin planları tehlikeye girmişti.
15 Ekim’deki seçimlerde, o güne kadar 1 kez CHP’den, 5 kez de Demokrat Parti’den milletvekilliği adaylığı teklif edilmiş ve hepsini reddetmiş Ordinaryüs Prof. Dr. Ali Fuat Başgil de memleketi Samsun’dan adaylığını koymuş ve ‘kendisini zor zamanda okutup yetiştirmiş millete borcunu ödemek için’ senatör olarak Meclis’e girmeye hak kazanmıştı.
Başgil, bu kararı kolay vermemişti. Eski Devlet Bakanı Hasan Aksay’ın söylediğine göre akrabası da olan hemşehrisi, milletvekili Ali Fuat Alişan, Hoca’yı ziyarete gitmiş ve Samsun halkının selam ve sevgileri ile onu milletvekilliğine davet etmişti. Hoca, hiçbir partiye mensup olmadığı için ancak müstakil aday olmayı kabul etmişti. Ardından, önceden verilmiş bir konferans sözü için önce Lizbon’a, oradan da dinlenmek için Cenevre’ye geçmişti. Yurtdışında kalmak istemesinin sebebi, göz hapsinde tutuluyor olması idi. Hatta Nurettin Topçu, o süreçte evine sıklıkla gelen bir öğrencisi aracılığı ile izlenirken; Başgil, açıktan takip ediliyordu. Uydurma sebeplerle, tevkifi için bahane arandığının farkında olan Başgil, seçim gürültüsü içerisinde aranan bahanenin daha kolay bulunacağına inanıyordu. Seçimlerde senatörlüğe hak kazandı. 21 Ekim Pazar günü Cenevre’den hareket edecekti. Ancak Adalet Partisi İstanbul merkezinden, gelişini bir gün tehir etmesi istenmişti. Merkez Komutanı Faruk Güventürk, AP İl Başkanı Muhittin Güven’i arayarak “Başgil’i 30 bin kişi ile karşılayacağınızı duydum. Havaalanına bir tabur gönderiyorum. Üç kişiden fazla karşılama heyeti bulunursa, ateş açtırırım.” demişti.
Bir gün sonra gelmesine rağmen Yeşilköy Havaalanı’nda karşılayanların sayısı az değildi. Hemen o akşam trenle Ankara’ya doğru yola çıktı. Trenin geçtiği her istasyonda halktaki Başgil sevgisini görmek mümkündü. Vagonlara tebeşirle ‘Reisicumhur Ali Fuat Başgil’ yazarak onu Ankara’ya gönderen halk, milletvekillerini de Hoca’yı cumhurbaşkanı yapma sözü ile uğurluyordu. Fakat Polatlı’ya iki istasyon kala tren durmuştu. Kaza var dediler ama uzun süren bekleyişin sebebi, Ankara’da bekleyen coşkulu kalabalıktan darbecilerin duyduğu rahatsızlıktı. Gece saat üçe doğru geldiklerinde yine de kalabalık beklemekteydi.
Başgil’in cumhurbaşkanlığına adaylığı için can-ı gönülden çalışanlardan biri de o zaman Meclis’in en genç milletvekili olan Hasan Aksay’dı. AP’de Başgil’in cumhurbaşkanlığını destekleyenler ‘hışımlılar’, desteklemeyenler de ‘ılımlılar’ olarak ikiye ayrılmıştı. Ankara’ya gelen Başgil’i, Antalya Milletvekili Hasan Fehmi Boztepe ile birlikte Barıkan Otel’de bulan Aksay, arkadaşları ile birlikte ondan cumhurbaşkanlığına adaylık dilekçesi almıştı. Tam o sırada bir albay, Başgil’i MBK’dan çağırdıkları haberini getirdi. Başgil, başbakanlığa doğru giderken, sanatçı Tarkan’ın dedesinin kardeşi olan Fethi Tevetoğlu da gelip başkalarına da imzalatırım diye Başgil’in adaylık dilekçesini aldı.
Meclis 25 Ekim 1961’de açıldığında, Ankara Barosu Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu’nun dedesi Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu, açılışta ‘Meclis başkanı seçmeden önce cumhurbaşkanını seçelim’ diye uzun bir konuşma yaptı. Aksay da Başgil’in adaylık dilekçesinin gelmesi için vakit kazanmak amacıyla önce Meclis başkanının seçilmesi gerektiğini savundu kürsüden. Ancak Başgil’in beklenen başvurusu Meclis’e ulaşmayacaktı.
Hoca, MBK’dan Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından başbakanlığa davet edilmişti. Başgil, bunun, önce makul bir davet olduğunu düşünmüş, uzun uzun fikirlerini anlatmaya başlamıştı. Karşısındakiler önce senato başkanlığını teklif edip cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçirmek istediler onu. Başgil bunu tereddütsüz reddedince de Sıtkı Ulay, direkt tehdit etmeye başladı kendisini: “Seçildiğiniz anda cumhurbaşkanı töreni için toplarınız atılmayacaktır. Sizi cumhurbaşkanlığı arabası alıp Köşk’e götürmeyecek, aksine bir cipe bindirilerek Etlik’e götürüleceksiniz; orada yeriniz hazırlanmıştır. Belki de Etlik’te gömülebilirsiniz.” Başgil, hatıralarında bunları daha nazik dille anlatmasına rağmen Ulay, pervasız bir hâlde söylediklerini gururla itiraf edecektir sonraki yıllarda.
Başgil, bunun üzerine “Paşalar, siz hiç harp gördünüz mü? Harpte savaştınız mı?” diye soracaktır karşısındakilere. Generallerin ‘hayır’ cevabına karşılık Hoca da “Paşalar! Ben Kafkas Cephesi’nde dört sene savaştım. Savaşın ne olduğunu bilirim. Harp sırasında ölüm akla gelmez. Ben şu anda canımı değil, milletimin geleceğini düşünüyorum.” diyecektir. İşin böyle çözülmeyeceğini anlayan Ulay, arkalarında, kontrol edemedikleri bir cuntanın olduğundan bahsedip Yıldız Protokolü de denen 21 Ekim Protokolü’nü devreye sokacaklarını söyler bu sefer de Hoca’ya. Buna göre seçimler yapılmamış sayılacak ve Meclis feshedilecektir. Başgil ise ülkede demokratik bir mesafe katedilmiş, Meclis açılacak noktaya gelmiş iken, cumhurbaşkanlığı için ısrar etmesiyle bütün bu kazanımlardan geriye gidileceği endişesi ile ancak ikna olacaktır. Ertesi gün hem adaylıktan hem de Samsun senatörlüğünden istifa ederek İstanbul’a döndü, ardından İsviçre’ye gitti. Aslında Başgil, ülkeyi kaosa sürükleyen bir avuç maceracı darbeciye karşı dik duruşunu daha darbenin ilk ayı dolmadan, 23 Haziran 1960’tan itibaren Yeni Sabah’ta yazdığı ‘İlmin ışığında günün meseleleri’ yazıları ile sergilemeye başlamıştı. Zira o, Hz. Ali’nin “Hak ve hakikat ulvidir. Hakikatten ulvi hiçbir şey yoktur.” sözüne inanmış ve bağlanmış birisiydi. Bir başka şiarı da İslam Peygamberi’nin “Kötülüklerle mücadelede muktedir isen önce elin ile, değilsen dilinle –kaleminle-, buna da muktedir değilsen buğz etmek suretiyle mücadele edeceksin” mealindeki hadisiydi.
Başgil açısından, Alparslan Türkeş’in ihtilal duyurusunun aksine darbecilerin tarafsız kalmaması ilk hayal kırıklığını oluşturmuştu. DP kapatılırken CHP’ye iktidarın teslim edilmesi halk arasındaki kin ve düşmanlığı artırmıştı. Başgil’in Komite’ye bunu anlatmak için kaleme aldığı yazıları, kısa zamanda etkisini gösterdi. Bab-ı Ali’nin malum kalemleri onu Derviş Vahdeti’ye bile benzetmeye başlamıştı. Arkadaşı Alaeddin Tiridoğlu, yazılarının Anadolu’yu kaynattığı bilgisini iletmişti kendisine. Falih Rıfkı bunun üzerine onu askerlere fitliyor, aleyhinde ihbarlar yapılmaya başlanıyordu. Ki bunlardan birini, bizzat kendi imkânları ile İsviçre’de doktora yaptırdığı asistanlarından biri yapmıştı. Yassıada Savcısı Ömer Altay Egesel de ‘Sanıkların akıl hocası’ olmakla itham ediyordu Hoca’yı.
Ama gerçekte Başgil’in bu işlerle hiç alakası yoktu. O, inandığı ulvi doğruların peşinde olmuştu hep. Mesela darbeden hemen önceki 27-28 Nisan öğrenci olaylarının ardından davet edildiği Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Menderes’e hükümetin istifa edip CHP’ye de birkaç bakanlık verilmesi ile yeni bir hükümet kurulmasını önermişti. Tansiyonun düşürülmesini istiyordu. Başgil, yazılarında doğruları dile getirmiş ki ihtilalcilerin başa getirdiği Cemal Gürsel’in de dikkatini çekmişti. Gürsel, bunun için, komisyon tarafından hazırlandıktan sonra anayasayı kendisine göstermek istediğini belirtmişti Hoca’ya. Gürsel ile karşılıklı görüşmesinde Başgil, laikliğin kelime olarak değil, tanım olarak anayasaya girmesi gerektiğini söylemişti kendisine. Dinî eğitim verecek kurumların olmayışının eksikliğine dikkat çeken Başgil’in, MBK üyelerinin ‘anayasanın çiğnenmesi’ hususundaki ısrarlı yanlışlarını dile getirmesi de Gürsel’in geri adım atmasına sebep olmuştu.
Başgil’in fikirlerini beğenmeyen yoktu. Hatta Talat Aydemir de hatıralarında, darbe döneminde Genelkurmay Başkanı olan Cevdet Sunay’ın, Başgil’in Yeni İstanbul Gazetesi’ndeki yazılarını çok beğendiğini, onları kesip sakladığını anlatıyordu. Ama zamanla Sunay, İnönü’nün sağ kolu olmuştu. Darbeciler de Hoca’nın kendilerini onaylamasının ne kadar önemli olduğunun farkındaydı. Bu amaçla İstanbul Radyosu’nun başındaki albay, 1961 Anayasası hakkında radyoda konuşma yapması için evine geldiğinde Hoca çareyi birkaç günlüğüne Erdek’e gitmekte bulmuştu.
Başgil, her zaman danışılan ve toplumun geniş kesimi tarafından beğenilen birisiydi. Hoca 1949’da, Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti Başkanı iken bir dostu vasıtasıyla bazı yüksek rütbeli subaylarla İstanbul’da görüşmüş, askerler kendisine, arkalarında 80 kişilik bir subay grubu olduğu hâlde İnönü’ye karşı darbe yapacaklarını söylemişti. Başgil’den de yazıları ile bu girişimlerine destek vermesini istiyorlardı. Hoca böyle bir planı tasvip etmeyecekti tabii. Halkın artan teveccühü karşısında darbecilerin tuzak kurmamaları imkânsızdı. MBK üyelerinden Ahmet Er, Orhan Erkanlı ile birlikte İstanbul’da oldukları bir sırada, Vali Refik Tulga’yı ziyaret etmek istediklerinde valinin de tam çıkmak üzere olduğunu anlatıyor. Er, ‘Nereye paşam?’ diye sorduğunda “Ali Fuat Başgil denen adam evinde anayasa taslağı hazırlıyormuş. Bunun suç olup olmadığını sormaya gidiyorum Sıddık Sami, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Ali Nail Kubalı’ya.” diyor. Bunun üzerine Er, bu durumu “Anladık ki Hoca’yı tutuklayacaklar” diye yorumluyor. Ve Erkanlı da beraberinde, hemen Vali Tulga’yla birlikte ziyaret için İstanbul Üniversitesi’ndeki hocaların yanına gidiyor. Sıddık Sami ve Velidedeoğlu, hukukçu vasıflarını göz ardı ederek valiye istedikleri cevabı “Tabii suçtur” diyerek vermekte beis görmüyor.
Ekim 1960’ta 147’lerden olarak üniversiteden uzaklaştırılan Başgil için ferman yazılmıştır bir kere. Yazılarından dolayı 11 Ocak 1961 günü, 4. kez Örfi İdare’ce ifadeye çağrılır. İlk sayısı çıkan Türkiye ve Dünya dergisinde, daha önce Yeni Sabah’ta çıkmış bir yazısı, haberi olmadan başyazı olarak iktibas edilince Başgil, Harbiye’de hücreye atılır. Suçlandığı 159. madde daha önce değiştirilmiş olmasına rağmen bu durum Örfi İdare Kumandanı Cemal Tural’ın hoşuna gitmez ve yeni bir suç maddesi ihdas edilmesi emrini verir. Bunun üzerine TCK’nın 161. maddesi uyarınca ‘millî menfaatlere aykırı hareket’ suçlaması isnat edilir. Sonuçta Balmumcu’da üç ay kadar tevkif edilir. Özellikle talebeleri ve gençlerin ziyaretlerinin ardı arkası kesilmez bu süreçte. Burada, Millî Türk Talebe Birliği Başkanlığı da yapan talebesi Rasim Cinisli, Hoca’nın eşi Nüvide Hanım’dan naklen, Başgil’e getirilen Kuran-ı Kerim yüzünden ‘gerici’ diye sorguya alındığını anlatmaktadır. Başgil, sağlığı el vermediği hâlde orada bile “Aziz milletimin bu dar gününde hizmet etmezsem borcumu ne zaman öderim” diyerek yazılarını aksatmamıştır.
Ali Fuat Hoca’yı uydurma sebeple içeride tutmalarının asıl nedeni ise başkadır. Onu da Hoca, tevkifinin ilk günü yeni parti faaliyetlerine izin verilmesine bağlamıştır. Zira Başgil, herkesin danışma ihtiyacı hissettiği bir isimdir. Adalet Partisi’nin kurulması aşamasında da durum böyledir. MKB’yı devirmeye teşebbüsten yargılanan ihtilalin ilk idam mahkûmu, gazeteci-siyasetçi Ahmet Çiftçi, AP’nin kurulması esnasında Muhtar Yazır, Tahsin Demiray ve Raif Karadağ’ın kendisiyle ilk hareket eden kişiler olduklarını, Başgil Hoca’yı da ‘halk sizi borçlandırmış’ diyerek önce parti başkanlığı için ikna ettiğini anlatmıştı Milliyet’ten Örsan Öymen’e.
Kendisini ‘memleketçi, milliyetçi, maneviyatçı, terakkici, muhafazakâr’ diye tanımlayan, ülke meselelerine kafa yormaktan bir an geri durmayan Başgil’in, 27 Mayıs’tan sonra parti faaliyetlerine izin verildiği dönemde, birlik olma zamanı iken Adalet ve Yeni Türkiye Partisi şeklinde iki siyasi teşekkülün ortaya çıkmasına da hayıflandığını belirtelim.
27 Mayıs’ın memleketi en az 50 sene geriye götürdüğünü söyleyen Başgil, ‘yanlışı yanlışla doğrultmanın mümkün olmadığını bilir’ ona göre tutum sergilerdi. Hoca bu dönemde bu tavrı, dik duruşu ve cesur yazılarıyla kahraman olmuştu. Rasim Cinisli, “Hocayı susturmak istediler, susmadı. Hapislere attılar, yılmadı. Hiçbir pazarlığa girmedi. Üniversiteden uzaklaştırdılar, umursamadı. Hocayı seven öğrencileri, fikir adamları ve vatandaşlar onu öylesine sarıp sarmaladı ki Başgil ismi efsaneye dönüştü.” demektedir. Cinisli’ye göre Hoca, insani değerleriyle, eğitimci yönüyle –ki özellikle gençlik eğitimcisi olması hasebiyle–, ilim adamı, mütefekkir, hitabet ustası ve yazar, demokrasi kahramanı, siyaset ve devlet adamı olarak çeşitli vasıflarıyla öne çıkar. Buna mukabil Başgil ise kendisini politikacı değil, hakikatçi olarak tanımlar.
Hayatını 27 Mayıs öncesi ve sonrası diye ikiye ayırabileceğimiz Başgil, Samsun’un Çarşamba ilçesinde Şükrü Efendi ile Fatma Hanım’ın çocuğu olarak 1893’te dünyaya gelir. Dedesi Hafız İbrahim Efendi kasabanın yerlisi ve eski bir aileye mensuptur. Asıl soyadı Bölükbaşı olmasına rağmen, 5 Eylül 1936’da Başgil soyadını alır. Ali Fuat Bey’in Şükriye adında bir kız kardeşi vardır. Şükriye Hanım’ın çocukları ise uzun yıllardan beri Paris’te yaşamaktadır. Başgil’in eşi Nüvide Hanım’ın yeğeni ile evli olan Niyazi Kutan’ın söylediğine göre, Başgil’in kız kardeşinin çocukları, otomobil firması Renault’da üst düzey yöneticilik yapmaktadır. Başgil, aynı zamanda öğrencisi de olan Prof. Dr. Turhan Esener ile de meşhur Cavit Paşa tarafından akrabadır. Esener’in babası, Balıkesir milletvekilliği yapmış Tuğgeneral Cemal Esener, Samsun Valiliği ve Canik Milletvekilliği görevlerinde bulunmuş Cavit Paşa’nın kızı Kamile Hanım ile evlenmiştir. Cavit Paşa bir kızını da Fuat Köprülü ile evlendirmiştir. Necmettin Molla Kocataş’ın oğlu Münib Hayri Ürgüplü’nün damadı olan Prof. Dr. Turhan Esener, kızı Oya Hanım’ı ise Eczacıbaşı Holding’in üçüncü kuşak patronu Bülent Eczacıbaşı ile evlendirmiştir.
İlk ve orta eğitimini Çarşamba’da alan Ali Fuat, liseyi İstanbul’da okurken I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla 1914’te harbe dâhil olur. Kafkas Cephesi’nde 4 yıl savaşır. Ardından eğitimine devam etmekle ticaret yapmak arasında kararsız kalınca hocalarından Şevket Efendi’ye danışır. Herkesin ticaret yap dediği anda Şevket Efendi, tahsiline devam etmesini salık verir. Ve Ali Fuat, bu tavsiyeler ışığında 1919’da Paris’te Saint-Barbe Lisesi’nde başladığı eğitimini Buffone Lisesi’nde bitirir. 28 yaşındadır. Ardından Grenoble Hukuk Fakültesi’ne girer ve 1925’te buradaki eğitimini tamamlar. Paris Hukuk Fakültesi’nde de doktorasını verdiğinde yıl 1928’dir. Paris Siyasi İlimler Okulu, Edebiyat Fakültesi ve Lahey Devletler Hukuku Akademisi’ni bitiren Başgil, doktorasını Boğazlar Meselesi üzerine yapar. Tezini Atatürk’e ithaf eder. Bu tez Atatürk’e takdim edilen ilk bilimsel çalışmadır.
Dışarıda daha fazla kalmayı yeğlemeden 1929’da Türkiye’ye döner ve Maarif Vekaleti Yüksek Tedrisat Umum Müdür Muavinliği’nde çalışmaya başlar. 1930’da Ankara Hukuk Fakültesi’nde açılan sınavı kazanarak önce doçent, sonra da profesör unvanını alır. 1933’te ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kurulması ile buraya anayasa hukuku profesörü olarak görevlendirilir. 1937-1942 arasında ise burada dekanlık yapar. 1936’da İstanbul Yüksek Ticaret Mektebi Müdürlüğü’ne atanan Başgil, 1942-43 senelerinde, kısa süre Ankara Üniversitesi Hukuk ve Siyasal bilgiler Fakülteleri’nde dersler verir. 1943’te İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuk Kürsüsü’ndeki çalışmalarına geri döner. 1939’da ordinaryüs titrini alır. Türkiye’nin sayılı anayasa profesörlerinden biri olan Başgil, Cenevre’de, Hatay’ın bağımsızlığını görüşen Milletler Cemiyeti Komisyonu’nda Türk heyetine hukuk müşavirliği yapar. Hatta Hatay’ın anayasasını da o hazırlar.
Başgil, cemiyetçi yanıyla da öne çıkar. 1947’de Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nin başkanlığını üstlenir. Kişi hak ve özgürlükleri hususunda o zamanlarda bile kalem oynatan birisidir. Türkiye’de de çift meclisli bir demokrasiden yanadır.
1950’den sonra din, laiklik, ‘irtica var’ yaygarası çıkaranlara karşı saf tutar. Bu yaygaranın ‘bir iki bezirgan muharririn yaygarası’ olduğunu söyler ve bu tür yayınlar yapan gazeteleri Müslüman Türk halkının boykot etmesini ister. Milliyetçiler Derneği’nde Nurettin Topçu gibi isimlerle beraber gençlere yön verenlerden biridir. Milliyetçiler Derneği’ni, Niyazi Kutan’ın ifadesine göre ileride parti olup kendilerine rakip çıkarlar düşüncesiyle Celal Bayar kapattırmıştır.
Başgil, gençlerin yetişmesine özel ehemmiyet verdiğinden tavsiyelerini Gençlerle Başbaşa isimli bir kitapta toplar. 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri’ni Fransızca yazdığı hâlde savcılık, kitabı tercüme ettirip dava konusu eder. Yargılanır, beraat eder. Sayısız gazete ve dergide yazısı yayımlanan Başgil’in özellikle Din ve Laiklik kitabı da Türkiye’de geçmişten günümüze süregelen gerginliğin kökenini ortaya koymaktadır. Başgil Hoca, zamanın meselelerini de yerinde ve zamanında tespit etmiştir ki günümüze bile hâlâ ışık tutmaktadır. Hukuk fakültesine ayağı basan hemen herkesin hocası olan Başgil; Sulhi Dönmezer, Turhan Esener, Nevzat Yalçıntaş ve Rasim Cinisli gibi sayısız talebe yetiştirmiştir.
Ergun Göze’ye, Süleyman Demirel iktidarının kendisine Diyanet İşleri Başkanlığı’nı teklif ettiğini, buna karşılık kabul etmediğini anlatan Başgil, sebebini de şöyle anlatır: “Evladım ben günahkâr bir Müslümanım, amel bakımından eksiklerim var, nasıl o makama otururum?” Buna mukabil, Doç. Dr. Rifat Okudan’ın Tasavvuf Dergisi’nde yazdığına göre Hoca, Aydınoğlu Tekkesi’nden Şeyh Bekir Sıdkı Efendi’nin mürididir. Başgil’in tasavvuf ve tarikat ile olan ilgisi çok dar bir çevrede bilinmektedir. Bekir Sıdkı Efendi’nin halifesi olan Başgil’in bu hususa alakası çocukluk dönemine dayanmaktadır. Hatta dedesi ve babası onu kendilerinden nasibi olmadığını söyleyerek hem ilim tahsiline devam etmesi hem de mürşidini bulması için Çarşamba’dan göndermiştir. Başgil de henüz memleketinde iken rüyasında kendisini irşad edecek zatı gördüğünü anlatmıştır. Başgil’in intisabı, 1933-34’te Hoca’nın İstanbul’a geldiği zamandan sonra, tekke ve zaviyeler kapatıldığından, Bekir Sıdkı Efendi’nin Haseki Hastanesi karşısındaki Kişihatun Camii’nde imametliğini yaptığı sıradadır. Müezzin Ahmed Efendi genç Ali Fuat’ı, Şeyh Bekir Sıdkı Efendi’nin huzuruna getirdiğinde, gördüğü zatın, memleketinden çıkmasına sebep olan rüyasındaki zat olduğunu fark eder. Bekir Sıdkı Efendi de bu ilk karşılaşmalarında “Ahmet Efendi, kavuşturdun âşıkı maşukuna” deyiverir kendisine. Ve orada Başgil, Bekir Efendi’nin müridleri arasına katılır.
Başgil, evliliğini ise Arapkirli, İstanbul’da tüccarlık yapmış Aziz ile İffet Senem’in kızı Fatma Nüvide Hanım’la yapar. Nüvide Hanım da eşinin şartlarına uyum sağlamış bir hayat sürer. Eşi için “Ben onu zaten vatana millete emanet ettim” der. Nüvide Hanım 2003’te vefat ettikten sonra çocukları olmadığından Hoca’nın kitaplığı ortada kalır. Nüvide Hanım, Hoca’nın kitaplarını İstanbul Üniversitesi’ne armağan etme görevini Rasim Cinisli’ye vermiştir. Bunun üzerine Cinisli ve Nüvide Hanım’ın yeğeni ile evli, aynı zamanda Recai Kutan ile de amcazade olan Niyazi Kutan, kütüphaneyi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne, Başgil adına bir bölüm açılması şartı ile vermeyi düşünür. Fakat Dekan Nuri Tankut Centel, zamanın rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun ‘o gericinin’ kütüphanesini kabul etmeyeceğini söylemesiyle bu teklifi reddeder. Bunun üzerine aynı teklif Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne götürülür. Dekan teklifi duyunca ayağa kalkar ve ‘rüyamda görsem inanmazdım’ diyerek Başgil’in kütüphanesine sahip çıkar. Başgil’in Kubbealtı Vakfı’na bağışladığı Kadıköy’deki evi de Nüvide Hanım’ın vefatına yakın, İstanbul’un meşhur kuyumcularından birinin oyunuyla elden gider.
147’lere af çıkarılmasına rağmen üniversiteye dönmeyen, Cenevre Üniversitesi’nde Türk Dili ve Türk Tarihi kürsülerine başkanlık yapan Başgil, 1965 seçimlerinde tekrar Meclis’e girer. Anayasa Komisyonu Başkanlığı yapar. Türk-Mısır Dostluk Cemiyeti Başkanlığı’nı Seyyid Kutub’un idam edilmesi üzerine bırakan Hoca, 17 Nisan 1967’de vefat eder. Cenazesiyle ilgili vasiyetnamesinde ağır kumaşlardan bezeli örtü, top arabası, çelenk, şehir bandosu istemez. Ayrıca cenaze namazına duracak olanların dışında kimsenin katılmasını da arzu etmez.
Talebesi Rasim Cinisli’nin dediği gibi ‘mütevazı bir ailenin çocuğu olarak doğan, âlim olarak yaşayan, kahraman olarak ölen’ Ali Fuat Başgil, 1961’de reisicumhur seçilseydi tarihin seyri nasıl değişirdi acaba?